24 Kasım 2018 Cumartesi


EĞİTİM YUVASI MI TİCARETHANE Mİ?

Yazmak Boynumun Borcu(2)

 

Özel okul sahipleri ya da kurucuların eğitime patron gözüyle baktığı yerde elbette çok büyük sorunlar yaşanacaktır. Birinci yazımı bu cümleyle bitirmiştim. İki buçuk yıllık özel okul deneyimi yaşadım. Özellikle belirtmek isterim, bu yazıyı sadece yaşayıp gördüklerimden yola çıkarak kaleme almadım. Burada değindiğim sorunlar ve benzerleri özel okulların büyük bir kısmında yaşanmaktadır.

Mesleğimi 2007’de bıraktığımda öğretmenliğe bir daha dönmeyi düşünmüyordum. İlk gençlik yıllarımın aşkı avukatlık mesleği içimde uhdeydi. Fakülteyi bitirmiştim, ama stajımı yapamamıştım. Öğretmenliği bırakır bırakmaz stajımı başlattım. Stajdan sonra oğlumla iki yıla yakın aynı büroda çalıştık. Öğretmenlikten sonra avukatlık bana zor geldi. Bir türlü alışamadım. Oğluma, büro senin diyerek kenara çekildim. Zamanımı seyahat ederek, dağ tırmanışları yaparak ve roman yazarak geçirmeye başladım.

Ayrılışımın yedinci yılında öğretmenliğe yeniden döndüm. İzmir’de bir arkadaşımızın açtığı okulda eşimle çalışmaya başladık. İki amacımız vardı birincisi İzmir’de yaşamayı tecrübe etmek, ikincisi de arkadaşımıza destek olmaktı. Arkadaşımızın kendine göre projeleri vardı, üstün yeteneklilere yönelik program uygulamak istiyordu. Anlaşamadık, iki buçuk ayın sonunda okuldan ayrıldık. Üstün yetenekliler okuluyuz iddiasıyla yola çıkıp eklektik bir program uygulamak her şeyden önce felsefi anlamda bana ters geldi. Bir sistemin bütünlüğü bozulduğunda verilecek eğitimin yarardan çok zararı olacağı açıktır.

Finlandiya eğitim sistemi tüm eğitimcilere cazip gelir. Romantik bir şekilde bu sistem uygulanmak istenir. Sınıflar sisteme göre çağın teknik araç gereçleriyle donatılır, öğretmenlerden buna uygun çalışma beklenir... Ama sonuç hiçbir zaman istenildiği gibi olmaz, eldeki olanaklar neye yetiyorsa ancak o kadarı hayata geçirilir. Yani sistem yarım yamalaktır. Eklektik tercihlerden sistem yaratılamayacağını söylemeye bile gerek yok. Eğer ille de Finlandiya’daki sistem uygulanacaksa öncelikle temelden başlanması gerekir. Okulun yönetimi Finlandiya’daki gibi öğretmen ve öğrencilere bırakılmalıdır. Finlandiya eğitim sistemini uygulamak isteyenler nedense bu temel özelliği görmezden gelirler!

İkinci kez başka bir okulda çalışmaya başlamamızın da birincisine benzer nedenleri vardı. Okulların açılışına bir gün kala arandık. Birinci sınıflardan bir şubenin öğretmeni hastalanmış, öğretmensiz kalmışlar. Araya kıramayacağımız iki öğretmen büyüğümüz girince ısrarlara fazla direnemedik. Eşim birinci sınıfları aldı, bana da matematik derslerini verdiler. Göreve başlarken yöneticilerden tek bir istekte bulundum, mesleğimi yaparken özgür olmak. Yöneticiler görevde kaldıkları sürece sözlerini tuttular. Onlar, ikinci eğitim sezonunun ortasındayken görevden ayrılmak zorunda bırakılınca, bize de yol görünmüştü. Öğrencilerimize ve velilerimize verilmiş sözümüz vardı, bu nedenle biz seneyi çıkarmak zorundaydık, öyle de yaptık...

Özel okullarda öğretmenlerin çalışma koşulları oldukça ağırdır. Öğretmenler sabahın erken saatlerinde okula gelir, akşam karanlığında evlerine dönerler. Çalışmalarında özgür değildirler, uygulanacak program yukarıdan dikte edilir. Yapılan toplantılarda öğretmen dinleyici konumundadır. Farklı görüşü olan öğretmen bilir ki söz alıp konuşması boşunadır. Örneğin matematik dersinde etütlerin içeriğini ve nasıl verileceğini ders öğretmeni belirleyemez. Okul yöneticisi ne derse o uygulanır. Yöneticinin matematik öğretmeni olup olmaması önemli değildir. Çünkü o, kendini her dersle ilgili karar verebilecek yetkinlikte görmektedir...

Öğretmen sabah evden çıkarken işe gidiyorum demez, okula gittiğini söyler. Yani öğretmenlik işin ötesinde bir anlama sahiptir onun için. Yöneticilerin sık kullandıkları bir söz vardır; “Okulda temel olan öğrencidir, öğrenci varsa biz varız,” derler... Kulağa hoş gelen bu söz alkışlanırken diğer kutsalımız arka plana itilir. Öğretmenin önemi görmezden gelinir. Oysa öğretmen varsa, öğrenci vardır. Çocuk öğretmenle buluştuğunda öğrenci sıfatına bürünür. Devasa beton binaların kapısına okul tabelası asılmakla o binalar okul niteliği kazanmaz, binlerce çocukla doldursanız da değişen bir şey olmaz: önce öğretmen... Bir okulun değerini, başarısını belirleyen öğretmendir...

Özel okullarda öğretmenlerin sınıflarından bir an bile ayrılmaları yöneticilerin gözüne batabilir. Nöbet sistemi ağırdır, haftada iki hatta üç kez nöbet tutan öğretmenler vardır. Öğretmenin şikâyete, yakınmaya hakkı yoktur. Hafiften ses çıkarılacak olunursa Avrupa’daki öğretmenlerin çalışma koşulları dile getirilir. Avrupa’da sınıf öğretmenleri sınıflarından ayrılmazlarmış. Avrupa’yı örnek veren yöneticinize, ama orada öğretmenler en üst düzeyden ücret alıyorlar, diyemezsiniz. Ya da Avrupa’da çalışma saatleri dışında öğretmen işiyle ilgili arandığında ya da ona mesaj atıldığında ek mesai ücreti ödeniyor, diyemezsiniz. Yukarıda da belirttiğim gibi bizim ülkemizde yöneticiler eklektizm bağımlısıdırlar. Yani işlerine geleni bilir ve uygularlar, ama haklarını yemeyelim bu yönleriyle çok başarılıdırlar!

Sınavların gevşemesiyle özel okullarda eğitim öğretim de gevşedi. Çağdaş eğitim adı altında gösteriye-gösterişe dönük etkinlikler yüzünden birçok özel okulda müfredat tamamlanamadan sene bitiyor. Akademik başarı gittikçe düşüyor. Olan önce öğrencilere, sonra da bu okullara yüklü paralar ödeyen velilere oluyor. Çocuklar gelişimlerini sağlıklı tamamlayamadıkları için hayata istenilen şekilde hazırlanamıyorlar. Velilere bu konuda tek bir öneride bulunacağım: Okulu seçerken, karar vermeden önce o okulun öğretmenlerinin mutlu olup olmadıklarını araştırınız. Öğretmen mutsuzsa o okula verdiğiniz para çocuğunuzun alacağı eğitimin karşılığı değildir. Paranız boşa gittiği gibi çocuğunuzun zamanı da heba olacaktır. Para kazanılır ama giden zaman geri gelmez...

Okul içindeki günlük yaşantıyı patron belirler. İsterse size çay verir, istemezse vermez. Çay bir yana susuz bile bırakabilir. Okul onundur, dilediğini yapar. İsterse ağustosun tam ortasında öğretmenlere kravat takmayı zorunlu tutar. Bir kişi çıkıp da yönetmeliklerde kılık kıyafette yaz uygulaması var diyemez. Keyif patronun değil mi? Konuşanı anında kapının önüne koyacağını bilir öğretmen. Bir öğretim yılında elli altmış çalışanın işine son verilen bir okulda öğretmen elbette kılı kırk yararak hareket edecektir. Binlerce işsiz öğretmenin bulunduğu ülkemizde iş bulmuş daha ne istesin! Siz şimdi böyle bir okulda çalışan öğretmenlerden verim bekleyebilir misiniz? Öğretmenliğin kutsal bir meslek olduğunun en iyi örneği bu öğretmenlerdir. Tüm zorluklara karşın öğretmenler mesleklerinin gereğini yapmak için çabalarlar. Öğretmen sınıfına girdiğinde sıkıntılarını kapının dışında bırakır. Ama aynı öğretmen bilir ki koşullar daha iyi olduğunda verimi daha da artacaktır...

Özel okullarda yaşanan ilginçlikler anlatmakla bitmez: Sabah okula gelen sınıf öğretmeni bir bakar ki öğretmen kürsüsü yazı tahtasının önüne doğru kaydırılmış. Nedenini öğrendiğinde şaşırır: Patron, öğretmen kürsüsünün pencere kenarından bir buçuk metre içeride olmasını istemiş... Öğretmen sınıf duvarlarına asmak istediği yazıları-resimleri patronun belirlediği yerlere asmak zorundadır... Bunun gibi gariplikler yaşanırken Finlandiya eğitim sistemini tartışmak çok garip değil mi?!

Öğretmen ücretlerin belirlenmesi ya da sözleşmelerin yapılması ise en vahimidir. Patronun iki dudağı arasındadır öğretmenin emeğinin karşılığı. Patron yüzde iki, yüzde üç zam yapmışsa kabul edeceksin. İstemiyorsan istifa et! İsteğinle ayrıldığın için tazminatın yanacaktır, bu nedenle mecburen çalışacaksın. Devletin öğretmenlere hak gördüğü eğitim (kırtasiye) ödeneğini keyfi olarak vermeyen patronlara da ses çıkaramaz öğretmenler. Başka okullarda bu ödenekleri alan meslektaşlarına gıptayla bakarlar ancak. Öğretmen bu paranın peşine düşecek olursa kapının önüne konacağından emindir... Bu ödenekle ilgili en can yakıcı üzücü olay ise paraların öğretmenin hesabına bankaya yatırılıp sonra öğretmenlerden elden geriye alınmasıdır. Böyle saçma bir uygulama için yöneticilerin öğretmenlere yaptığı açıklama ise tek kelimeyle suça ortaklıktır. Neymiş eğitim giderlerini zaten patron karşılıyormuş. Kırtasiye bol miktarda alınıyormuş. Devletin koyduğu bir kuralı patronlar kendi kafalarına göre düzeltebilme hakkına sahipler sanki! Belki haklıdırlar, devleti yönetenler onlar kadar iyi bilemeyebilirler. Aslında yönetici de patron da yaptıklarının bir hak gaspı olduğunu bilmektedirler. (Öğretmen, devletin ona hak gördüğü bu parayla gidip gömlek alabilir, ayakkabı alabilir ya da başka bir ihtiyacını giderebilir. İlle de ders aracı gereci almak zorunda değildir...) Bu yazdıklarım elbette tüm özel okullar için geçerli değildir. Kurumsallaşmış okulları bir yana koymak gerekir. Ancak sözünü ettiğim okulların sayısının az olmadığı gerçeğini kabul etmeliyiz.

Eğitimin kalitesini belirleyen öncelikle öğretmenlerdir. Öğretmenin donanımlı olması, sonra iyi koşullarda çalışması gerekir. Mustafa Kemal Atatürk, “Öğretmenler yeni nesil sizin eseri olacaktır.” sözüyle yarınlarımıza ışık tutmuştur. Özel okul sahipleri Atatürk’ün izinden gittiklerini öğretmenlere verdikleri değerle göstermeliler her şeyden önce...

Öğretmenin verimliliğini artırmak, özlük haklarını güvenceye almak için çok basit önerilerim var: 1- Özel okullardaki öğretmenlere sendikal haklar verilmelidir. 2- Özel okullar, başta öğretmenlerin özlük hakları olmak üzere çok iyi denetlenmelidir. 3- Ücretlere, öğretmenlik mesleğine yakışır bir standart getirilmelidir. Örneğin, devlet öğretmeninin en düşük maaşından daha aşağı ücretle öğretmen çalıştırılamaz denebilir...

Kırk yıllık öğretmenliğimin yirmi yıla yakın süresinde özel öğretim kurumu işletmeciliği yaptım. Arkadaşlarımla birlikte her yıl 1500 - 2000 arası öğrenciye eğitim verdik. Daima “Önce eğitim...” dedik. Parasal kaygımız hiç olmadı, çünkü iyi eğitim, iyi de para kazandırıyordu. Çalışanlarımızın özlük haklarını sonuna kadar gözettik...

Sözün kısası eğitimciliğin keyfini çıkardık...

Genç meslektaşlarıma sevgiyle…


                     23.02.2017 / Kdz. Ereğli

 

 

 

8 Ekim 2018 Pazartesi


MELİSA

Ortaokula başlıyordu. Heyecanlıydı. Yeni dersler, yeni öğretmenler, yeni arkadaşlar ve yepyeni bir dönem… Annesiyle okula gitmiş, sınıfını öğrenmişti. Sınıf arkadaşlarının çoğunu ilkokuldan tanıyordu. Onun asıl merak ettiği derslerine girecek öğretmenlerdi. Matematik öğretmenlerinin değişmediğini öğrenince çok sevindi. Çünkü onu çok seviyordu. Dördüncü sınıfta, daha ilk derste sevmişti öğretmenini. “Melisa bitkisinin çiçeği çok güzel kokar. En sevdiğim kokulardandır. İsmini hemen ezberledim…” Problemi çözmekle uğraşırken öğretmeni gelip bunları fısıldamıştı kulağına. Tabii çok mutlu olmuştu. Okullar açılıp dersler başladığında diğer öğretmenlerini de sevdi. Hepsi çok iyiydiler. Özellikle fen bilgisi öğretmenini sınıfça yere göğe konduramıyorlardı. Ortaokulda fen bilgisi konuları zordur diyerek gözünü korkutmuşlardı. Boşuna kaygılanmıştı. Öğretmeni sevince dersin kolaylaştığını yaşayarak öğrenmişti. Kısacası her şey yolunda gidiyordu. Ta ki hayatını derinden etkileyecek o olaya kadar…

Okullar açılalı bir ayı geçmişti.  İlk yazılılar başlamak üzereydi. Korktuğu ya da başarısız olduğu ders yoktu. Tek endişesi yelken antrenmanları yüzünden derslerinden geri kalmaktı. Üç yıldır yelken sporu yapıyordu. Denizi ve yelkeni çok seviyordu. Derslerini aksatmamak için arkadaşlarına göre daha fazla çaba göstermesi gerekiyordu. Asıl zorluğu yarışların yapıldığı zamanlar da çekiyordu. Yarışlar en az üç gün sürüyordu. Birkaç gün okula gidemiyordu.

Gelecek hafta yılın ilk yelken yarışları yapılacaktı. Yelken hocaları antrenman sayısını artırmıştı. Çalışmalar ağır gelmeye başlayınca annesi okul yönetimiyle konuşmuş izin almıştı. Bazı yazılılara giremeyecekti. Derslerden de geri kalacaktı. Diğerleri neyse de matematik derslerini kaçırdığına üzülüyordu. Oturup tek başına çalışılacak bir ders değildi matematik. Beşinci sınıfta konular zorlaşmıştı.

Matematik öğretmeni, onu derslerde göremediğinde üzülecekti. Biliyordu; gelmeyen bir öğrenci olduğunda morali bozulurdu öğretmeninin. Tam bir açmaz içindeydi, iki sevdiğinden birini ihmal etmesi gerekiyordu. Ya yelken ya da ders… Okulu bırakamayacağına göre spordan vazgeçecekti. Kaygısını öğretmeniyle paylaştı. “Hayır, yelkene devam edeceksin Melisa. Bırakılır mı spor? Eksik kaldığın yerleri birlikte tamamlarız, sen hiç endişe etme.” Sıkılmasa öğretmeninin boynuna sarılırdı. Çekingendi, huyu böyleydi, bu huyundan bir türlü kurtulamıyordu. “Senin bu özverili çalışmanı takdir ediyorum Melisa, gözümde daha da büyüyorsun…” Öğretmeninden duyduğu bu güzel sözler azmini, çalışma isteğini, kararlılığını daha da artırdı. Mahcubiyetle boynunu büktü, duyulur duyulmaz bir sesle teşekkür etti. O gün eve coşkuyla döndü…

İki saat üst üste matematik dersinin olduğu gün, dayanamamış, yelken hocasından izin alıp okula gitmişti. Yeni bir konu işleniyordu. Konunun başını kaçırdığından bazı yerleri anlamakta zorlanıyordu. Çözmeleri için öğretmenleri tahtaya bir problem yazmıştı. Arkadaşlarının çoğu soruyu hemen çözmüş, arkalarına dayanmış, bitiremeyenleri bekliyorlardı. O, defterinin üzerine abanmış uğraşıp duruyordu. Başını kaldırıp öğretmeninden tarafa bakmaya cesaret edemiyordu. Geciktikçe morali bozuluyordu. Birisi gelip dokunsa ağlayabilirdi, o derece daralmıştı. Başını kaldırdığında öğretmeniyle göz göze geldi. Hemen başını önüne eğdi. Gözleri sulandı, ha ağladı ha ağlayacaktı. Öğretmeni yanına geldi.

“Melisa, zorlanıyorsan bırak, bir kez daha anlatayım,” dedi.

Öğretmeni onun yapamadığını fark etmişti demek ki. Kendini kötü hissetti. Sıkıntıdan içi eziliyordu.  Yalvarır bir sesle;

“Lütfen öğretmenim, biraz daha bekleyin yapacağım,” dedi.

Öğretmeni, Melisa’nın nemlenmiş gözlerini görünce;

“Tamam, bekliyorum,” diyerek başka bir öğrencisinin yanına gitti.

Gözleri defterinde aklı öğretmenindeydi. Yan gözle sınıfa baktı. Öğretmeni bitirenlerin defterlerini kontrol ediyordu. Arkadaşlarının neşeli hallerinden soruyu doğru yanıtladıkları anlaşılıyordu. Problemi bir kez daha okudu. Nerede yanlış yaptığını görünce içinden bir oh çekti. Başaracağını bilmenin özgüveniyle soruyu hızla çözdü. Öğretmeni problemin çözümünü açıklamak üzere tahtanın başına geçtiğinde;

“Bitirdim öğretmenim!” dedi rahatlamış bir sesle. Arkadaşlarına bakarken gözlerinin içi gülüyordu.

Öğretmeni gelip çözümü kontrol etti. Gözleriyle öğretmeninin yüz mimiklerini takip ediyordu.

“Doğru mu öğretmenim?”

“Gidiş yolun doğru ama işlem hatası var…”

Defteri hemen önüne çekti.

“Of ya…” dedi. Ağlamaklıydı.

“Hiç önemli değil Melisa, ben doğru kabul ediyorum.”

Melisa, renkli gözlü, güzel yüzlü bir kızdı. Tek kusuru çabuk moralinin bozulmasıydı. Bir soruyu yapamadığında ya da bir konuyu anlayamadığında hemen suratını asar, boynunu bükerdi. Sessiz ve sakindi. Onunla konuşmak, sesini duymak için iyice yanına sokulmak gerekiyordu. Melisa, öğretmen masasının hemen önündeki sırada oturuyordu. Dersin bitimiyle sırasından kalkıp öğretmeninin yanına geldi. Ders defterini dolduran öğretmeninin işini bitirmesini bekledi. Öğretmeni defterden başını kaldırıp;

“Antrenmanların nasıl gidiyor Melisa?” diye sordu.

Soruyu her zamanki mahcup edasıyla yanıtladı.

“İyi öğretmenim, ama dersleri kaçırıyorum. Matematik yazılısının olduğu gün, öğleden sonra yarışmam var.”

“Çok iyi, sevindim!”

“Ama öğretmenim!”

“Öğleden sonra dersim yok, idareden izin alıp seni izlemeye gelebilirim, sevinmemin nedeni bu. Yarışta destekçiye ihtiyacın yok mu?”

“Teşekkür ederim, ama derslerden geri kalıyorum.”

“Dersleri kaçırman seni üzmesin. Söz veriyorum sana, akşam çıkışlarında eksiklerini tamamlayacağım. Kendini hazır hissettiğinde yapacağım sınavını.”

“Çok teşekkür ederim öğretmenim. Size söz veriyorum, madalya alacağım!”

“Bak Melisa, bu söyleyeceklerimi dikkate almanı istiyorum: Yarışlarda dereceye girmek önemlidir, ama ondan daha önemlisi spor yapmaktır. Kazanırsın ya da kaybedersin, benim gözümde senin değerin hep aynı kalacaktır.”

“Kazanmak istiyorum, sizin için…”

“Teşekkür ederim Melisa. Ben de canı gönülden seni destekliyorum. Yarış gününde yanındayım…”

“Çok iyi hazırlandım, beni zorlayacak sadece bir rakibim var; daha önce o beni geçmişti, şimdi sıra bende...”

“Melisa, matematiğin asıl amacı nedir bilir misin? Problemleri çözmek, konuları öğrenmek değildir. Formülleri ezberlemek ise hiç değildir. Düşünebilmeyi öğrenirsin matematik dersinde. Hayatta bir sorunla karşılaştığında nasıl davranman gerektiğini bilirsin. Sorgulamanın değerini öğrenirsin. Yarışta durumuna göre strateji ve taktik geliştirecek bakış açısına kavuşursun…”

Öğretmeni durup Melisa’nın yüzene baktı, anladın mı dercesine.

“Strateji ve taktiğin anlamını biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum öğretmenim…”

“Şimdi gelelim sporun önemine. Beynimizin gelişimi için matematiğin yanı sıra spora da ihtiyaç duyarız. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur atasözünü atalarımız boşuna dememiş.  Anlayacağın ikisi de çok önemlidir…” Öğretmenin gözüne duvardaki saat ilişince telaşla ayağa kalktı. “Lafa dalınca teneffüsü unuttuk Melisa.”

“Önemli değil öğretmenim, nasılsa bir dahaki dersimiz de sizinle.”

“Yine de bir hava alalım. Senin gibi iyi dinleyen ve söyleneni anlayan bir öğrenciyi bulunca çenem açıldı…”

Gülerek, hızlı adımlarla sınıftan çıktı öğretmeni.

*

Melisa’nın yarışı saat on dörtte başlayacaktı. Yarışlar Turgutreis’te, Fener Burnu’nda yapılıyordu. Hava güneşliydi, yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Bu mevsimde güneşin yakıcılığı hissedilmezdi. Tatlı bir esinti vardı, havanın berraklığı doğaya ışıltılı bir canlılık veriyordu. Renkli yarış giysilerinin içinde çocuklar, gençler cıvıl cıvıldı. Yarışmacılar teknelerinin başında son hazırlıklarını yapıyorlardı. Melisa da onların arasındaydı. Teknesini hazırlamış bekliyordu. Arada bir dönüp kıyıya, annesine bakıyordu. Gözleriyle öğretmenini arıyordu. Denize açılmadan yetişebilseydi keşke öğretmeni. Hakem botları bir bir kıyıdan ayrılırken öğretmenini gördü. Başhakemden izin alıp öğretmenine koştu.

“Hoş geldiniz öğretmenim!”

“Ancak gelebildim Melisa. Gel, sana bir sarılayım…”

Kucaklaştığında giysilerinin ıslaklığı aklına geldi Melisa’nın.

“Öğretmenim, ıslattım sizi…”

“Hiç önemli değil, sen şimdi git, gecikme. Başarılar diliyorum.”

“Öğretmenim, sözümü tutacağım, göreceksiniz. Siz geldiniz ya…”

“Melisa’cım sonuç ne olursa olsun, sen benim için zaten birincisin.”

“Ben yine de madalya almak istiyorum...”

“Kendini kazanma hırsına kaptırma, anın tadını çıkar. Unutma, daha önce de söz etmiştim: En değerli madalyalarımız anılarımızdır…”

“Hadi bakalım, oyalanma, teknen seni bekliyor, bunları sonra konuşuruz,” diyerek araya Pınar Hanım girdi.  

“Annemin dürbünüyle beni izleyebilirsiniz öğretmenim. Yelken numaram 7179, lazerlerin içinde olacağım; 4,7…”

Melisa, annesine, öğretmenine el sallayıp teknesinin başına koştu. Coşkusu uzaktan bile anlaşılıyordu. En güzel yarışlarından birini çıkaracağına inanıyordu. Yelkenini hareket ettirip kıyıdan uzaklaşırken kalbi heyecanla atıyordu. Bu yarış öncekilerden çok farklı olacaktı, hissediyordu.  

Tüm tekneler yarış alanında toplanmışlardı. Denizin ortasındaydılar. Turgutreis, karşı kıyıdaki Kos adası gibi çok uzaklarında kalmıştı. Sahildeki insanlar küçücük görünüyordu. Yarım saattir çıkışın verilmesini bekliyorlardı. Hakemler rüzgârı gözetiyorlardı. Havanın en uygun anında start vereceklerdi. Bugün üç yarış yapılacaktı. Yarın ve yarından sonra da devam edecekti yarışlar. Zorlu üç günün sonunda alacağı madalyayı hayal ediyordu. Bir yandan da rakiplerini gözlüyordu. Onun grubu başlangıç çizgisinin ortasında konumlanmıştı. Küçükler onlardan biraz daha uzakta toplanmıştı. En büyükler ise sağda kalıyordu.

Kıyıya baktı, kalabalığın arasından annesiyle öğretmenini seçmeye çalıştı. Onları tanıması mümkün değildi, çok uzaktaydılar. Birden aklına geçen hafta öğretmeniyle yaptığı konuşma geldi. Öğretmenine “Benimle ilk konuştuğunuzda bana ne dediğinizi hatırlıyor musunuz öğretmenim?” diye sormuştu. Öğretmeni biraz düşündükten sonra anımsamadığını söylemişti. “Melisa bitkisini çok sevdiğinizi söylemiştiniz…” Tam o sırada yanlarına en iyi arkadaşlarından Melissa gelmiş “Benden mi söz ediyorsunuz?” diyerek sohbetlerine katılmıştı. “Sen iki ‘s’li Melissa’sın,” demişti öğretmeni. Gülüşmüşlerdi. Onun bir de böyle bir huyu vardı; olmadık zamanlarda olmadık şeyler düşünürdü...

Bekledikçe heyecanı ve stresi artıyordu. Diğer yarışçılar da ondan farklı değillerdi.  Önceki yarışmalarında stresten eli ayağı titrerdi. Kendini hazır hissettiğinden olsa gerek, bu sefer daha bir özgüvenliydi. Yelken hocası “Heyecanınız sizi korkutmasın, yarış başladığında heyecanınızın kalmayacağını göreceksiniz,” derdi sık sık. Ama onda heyecan hiç bitmezdi.

Sonunda yarış başladı. İyi bir çıkış yapmıştı. Öndeki yarışçıların arasında kendine yer bulabilmişti. İçinden, güzel bir başlangıç, dedi. Ne heyecan ne de stres kalmıştı. İlk kez kendini bu kadar rahat hissediyordu. Daha bir güvenle asıldı yelkene… Bodrum’un hiç bitmeyen esintisi sanki yarışçıları bekliyormuşçasına hızını artırmıştı. Rüzgâra karşı uygulanacak teknikleri çok iyi biliyordu. Onun için tramola yapmak çocuk oyuncağıydı. Kavança atıp şamandırayı dönünce rüzgârı arkasına alacak, zikzaklar çizecekti denizde. Kolaydı, çok kolay, bu sefer hedefine ulaşacak, yarışı birinci bitirecekti. Daha şimdiden üç yelkenli diğer rakiplerine fark atmıştı. Aralarında o da vardı. Rüzgâr hepsini zorluyordu. Yelken hocası, “Yönünü ve şiddetini hesaplayamazsanız yarıştaki en büyük rakibiniz rüzgârdır,” demişti. Bir önceki yarışın birincisi Eminesu hemen onun önündeydi. İkisi de birbirini kontrol ediyordu. Eminesu başka bir kulübün sporcusuydu, onunla ayrı okullarda okuyorlardı. Melisa’dan bir sınıf öndeydi, yelkene küçük yaşta başlamıştı. Başarılı bir yarışçıydı. Tecrübeliydi. Onun henüz derecesi yoktu, zaten yelkende yeni sayılırdı. Yelken hocası, Eminesu’yu gözünde büyütmemesini söylemişti. Hocam haklıymış, diye düşündü. Şimdi başabaştılar…

Yelkenli sporu göründüğünden daha zordu. Öncelikle güç ve sabır istiyordu. Bazen denizin ortasında, soğukta ya da güneşin yakıcı sıcağı altında saatlerce kalırlardı. Bugünkü yarışlar en erken üç saatte biterdi. Denizde bekledikleri süreyi de hesaba katınca dört saati bulurdu bu süre. Az değildi! Dayanıklılığın yanı sıra, hızlı karar verme becerisi de gerekiyordu. Karar verirken kimseden yardım alamazlardı. Hakemler bile onları çok uzaktan takip ederlerdi. Küçücük yaşta bu spora başlayanların hızlı düşünebilme yetileri en üst düzeye çıkardı.  

İlk dönüşe elli metre kala Melisa ile Eminesu diğerlerinden kopmuş, yalnız kalmışlardı. Büyük olasılıkla şamandırayı önce Eminesu dolanacaktı. Sorun değildi, nasılsa dönüşte rüzgârı arkasına alacaktı. Bir ara ikisi iyice yaklaştılar birbirlerine. Eminesu’nun yüzündeki ifadeyi görünce şaşırdı. Hiç iyi görünmüyordu. Çok zorlandığı belliydi. Şamandıraya vardıklarında Eminesu’nun teknesi yalpalayıp şamandıraya çarptı. Kurallar gereği Eminesu şamandıranın çevresinde bir tur daha atacaktı. Fazladan bir dönüş yapmak yarışçıların hiç istemedikleri bir durumdu. Bir yarışçı en öndeyken bir anda geri düşebilirdi. Eğer şamandırayı sorunsuz dönerse Eminesu’nun önüne geçecekti. Yelkene var gücüyle asıldı, dönüşü kusursuzdu. Yüreği sevinçle kabardı. Artık birinciliğinden emindi.

Rüzgârın etkisiyle denizden fışkıran su, yağmur gibi suratına vuruyordu. Havada uçuşan damlacıklar güneşin ışınlarıyla adeta dans ediyordu. Denize doğru yatmış, sırtı arada bir dalgalara değiyordu. Aşağıda lacivert deniz, yukarıda açık mavi gökyüzü; iki mavinin arasında Melisa… Sıkı sıkıya tuttuğu dümenle adeta bütünleşmişti. Suda kayıp giden teknenin ritmine kendini kaptırmıştı.

“Melisa, kendimi iyi hissetmiyorum. Kötüyüm!”

Eminesu ona sesleniyordu. Ne demek istediğini önce anlayamadı.

“Nasıl? Ne diyorsun?” diye bağırdı. Yelkenleri yan yanaydı.

“Başım dönüyor…”

Eminesu sözünü tamamlayamadan elinden dümeni bıraktı. Tepe üstü suya düştü. Rakibine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu. Bir ya da iki saniyelik bir bekleyişten sonra yelkeni bırakıp suya atladı. Dalgaları kulaçlarken ağlamaklıydı. O kısacık sürede aklından onlarca düşünce geçti. Annesi, öğretmeni, öğretmenine verdiği söz, babası, ablası Alara… Ablası ne derdi acaba? Arkadaşları... Ya Eminesu’ya bir şey olursa… Annesi, babası çok üzülürdü. Onun da ablası var mıydı? Neden düşmüştü? Bugün matematik yazılısına da girememişti... Eminesu’nun yanına vardığında nefes nefeseydi. Kızcağızın başını bir koluyla kavrayıp sudan çıkardı. Su yutmasını önledi. Arkadaşı baygındı. Arkadaşı… Eminesu’yla bir kere bile oturup konuşmuşlukları yoktu. “O benim arkadaşım!” dedi içinden.

Zaman durmuştu sanki. Beyni uğulduyordu. Durumunu, yapması gerekenleri düşünüyordu. Böyle daha ne kadar bekleyebilirdi? Ya hakemler fark etmemişlerse… Onlar en öndeydiler, mutlaka görmüşlerdir. Hakemler yarışçılara yüz metreden fazla yaklaşamazlardı. Kuraldı. Eminesu’nun nefes aldığını anlayınca sevinçle gözleri doldu. Hiç hareket etmiyordu ama. Oldukça da ağırdı. Ayaklarıyla denizden güç alıp Eminesu’yu diğer koluna geçirdi. Gücünün azaldığını hissedince boğazı düğümlendi. Bağırıp yardım istese, denizin ortasında sesini kime duyurabilirdi? İki botun hızla onlara doğru geldiğini görünce kendini sırt üstü suya bıraktı. Botlar aynı anda yanlarına yanaştı. İki kişi suya atladı. Eminesu’yu tuttukları gibi bota aldılar. Eminesu’yu taşıyan bot beklemeden, hızla oradan uzaklaştı. Sudaki hakemlerden biri bota çıkarken diğeri Melisa’nın yanına geldi.

“Melisa iyi misin? Yarışa devam edebilecek misin?”

Hakemin sorusunu önce yorumlayamadı. Çevresine bakındı, gözü teknesini aradı. Diğer yarışçıların çoğu şamandırayı dönmüş finişe doğru gidiyordu. Teknesi ondan on metre kadar ötedeydi. Ağlamaklı bir sesle hakemi yanıtladı.

“Hayır, kıyıya çıkacağım. Annem orada…”

“Hadi öyleyse, götürelim seni.”

“Teknem var!”

“Arkadaşlar alırlar.”

“Hayır, ben götürürüm.”

“Tamam, öyleyse. Seni teknene çıkaralım.”

Yelkenlileri geride bırakmış, kıyıya çevirmişti teknesinin yönünü. Ağlıyordu. Yorumlayamıyordu yaşananları. Her şey bir anda, göz açıp kapayana kadar, kısacık bir sürede yaşanmıştı. Doğru yaptığına inanıyordu, ama yarışı bıraktığı için de üzülüyordu. “Çok iyi hazırlanmıştım!” sözlerini tekrarlayarak iç çekiyordu. Bir yandan da kendine kızıyordu. Neden tutamıyordu gözyaşlarını? Annesi, öğretmeni, sahildeki insanlar ağladığını anlayacaklardı. Elinin tersiyle gözlerini siliyordu. Kıyıya varmasına az kalmıştı. Eminesu’yu taşıyan bot ondan önce kıyıya ulaşmıştı. Kumsal hareketliydi. Öteye beriye koşturanlar, bağıranlar; tam bir karmaşa yaşanıyordu karada. Eminesu’nun baygın hali gözünün önüne gelince iç çekişleri hıçkırığa dönüştü. Tekneyi durdurdu, rahatlayıncaya kadar ağladı…

Kıyıya çıktığında annesiyle öğretmeni onu karşıladılar. Pınar Hanım gelip kızını kucakladı.

“Benim kahraman kızım, seninle gurur duyuyorum.”

“Yarıştan çekildim anne!”

“Başka yarışlar var kızım.”

“Çok iyi hazırlanmıştım, çok güzel bir çıkış yaptım…”

Başını annesinin göğsüne gömmüş ağlıyordu.

“Melisa, sen doğru olanı yaptın, bir hayat kurtardın…”

“Biliyorum öğretmenim, yaptığımdan pişman değilim, ama… Tam kazanacakken böyle olmasını kabullenemiyorum…”

“Daha çok yarışlara katılacaksın, üzme kendini, sen bir kahramansın.”

“Size söz vermiştim…”

*

Melisa uzun süre bu olayın etkisinden kurtulamadı. Yarıştan söz açıldığında hemen gözleri doluyordu. Artık yelken sporu yapmak istemiyordu. Ne ailesi, ne öğretmenleri onu bu kararından döndüremediler. Eminesu’nun hastalığının da aldığı kararda etkisi vardı. Hastanede yapılan kontrollerden sonra Eminesu’ya lösemi teşhisi konmuştu. En güçlü rakibi bundan böyle yarışlara katılamayacaktı. Onun yokluğunu kabullenemiyor, gururuna yediremiyordu.  

Melisa’nın üzüntüsü bununla kalsa iyiydi. Öğretim yılı sonunda matematik öğretmenleri okuldan ayrılıp Bodrum’dan gidecekti. Karnelerin dağıtıldığı gün, sevinç ve hüzün bir aradaydı. Karne notları çok iyiydi; mutluydu. Ama çok sevdiği öğretmeninden ayrılıyordu; mutsuzdu. Öğretmenine verdiği sözü tutamamanın ezikliğini yaşıyordu. Onun üzgün halini gören öğretmeni kollarını açtı.

“Gel bakayım Melisa, bir kucaklayayım seni.”

Koşarak gidip öğretmenine sarıldı.

“Gitmeyin öğretmenim...”

“Geri dönüşü yok şampiyon, karar verdim bir kere.”

“Size verdiğim sözü tutamadım öğretmenim…”

Sesi çatallaşıp boğazı düğümlenince sustu. Oysa öğretmenine söyleyeceği daha çok şey vardı. Sözleri yarım kaldı…

Melisa, yarım kalan sözlerini yedinci sınıfa başladığı yıl tamamlayabildi. Okulların açılacağı haftaydı. Bilgisayarının başına geçti ve öğretmenine şu iletiyi yazdı:

Canım Öğretmenim,

Sizi çok seviyorum. Size çok güzel bir haber vereceğim. Yok, sözümü tuttuğumu söylemeyeceğim. Onu unuttum bile…

Sizi unutamıyoruz. Arkadaşlarla sık sık sizinle geçirdiğimiz iki yılı konuşuyoruz. Bizler çok şanslıyız, iyi ki bizim öğretmenimiz olmuşsunuz. Derslerinizde aralara sıkıştırdığınız kısacık sözlerinizi zaman geçtikçe daha iyi anlıyoruz.

Size vereceğim habere çok şaşıracak ve sevineceksiniz. Yelken sporunu bıraktığımı biliyorsunuz. Uzun süre denize bile girmedim. Ama bu yaz tatilinde yeniden başladım spora. Denizden uzak kalamazmışım zaten. Aldığım kararın çok özel bir nedeni var: Eminesu.  İki yıl önce ekim ayında hastalığına teşhis konulmuştu. Erken teşhis ve hastalığının türü nedeniyle iyileşme süreci olumlu geçmiş. Temmuzun sonuydu, anne ve babası bize ziyarete geldiler. Eminesu yoktu yanlarında. Benden, onunla birlikte yelkene başlamamı istediler. Önce kabul etmedim. Ama spor yapmanın Eminesu’ya iyi geleceğini söylediler. Aslında yelken bahaneymiş, asıl amaç Eminesu’nun moralini yüksek tutmakmış. Onu bir tek ben ikna edebilirmişim. Tamam dedim, doktor kontrolünde Eminesu’yla birlikte çalışmalara başladık. Fazla yorulmaması gerekiyormuş. Güçlendikçe antrenmanlarımızı da sıklaştırdık. Eylülün başında Turgutreis’te yapılacak yarışmalara katılmaya karar verdik. İki yıl aradan sonra yine aynı parkurda yarışacaktık. Bu, bize ayrı bir heyecan veriyordu. Çok güzel iki ay geçirdik, çok eğlendik. İkimiz de denizi özlemişiz… 

Geçen hafta yarışlar bitti. Yarışmaktan hiç bu kadar zevk almamıştım öğretmenim. Eminesu da benim gibi hissetmiş. Hayatımın en güzel günlerini yaşadım diyebilirim. Sanmayın ki birinci oldum! Madalya da kazanamadım, ama yarışı ikimiz de bitirebildik. Bitişe onunla aynı anda girdik. Bilmem biliyor musunuz, yelken sporunda yarışçılar, yarış birincisinin ardında on beş dakika içinde bitişe varmaları gerekiyor. On beş dakikada bitiremeyenler yarışmamış kabul ediliyorlar. Biz tam zamanında vardık finişe. Hakemlerin, diğer yarışçıların alkışlarını duyunca sevinçten havalara uçtuk… O an sizin sözleriniz geldi aklıma.  Derece umurunda değildi. Sayenizde çok iyi bir arkadaş kazandım…

Derslerimizde çok sık Ata’mızın özlü sözlerini aktarırdınız bize. Ben de öyle yapacağım öğretmenim: ‘Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.’

Öğretmenim, iletimi anneme de okuttum. Sizin yazım kurallarına gösterdiğiniz önemi bildiğimden bir de annemin kontrol etmesini istedim. Onun da size çok selamı var…

Sizi çok seviyorum öğretmenim. Ellerinizden öpüyorum…

(Yeniden spora başlamamız için ailelerimizin işbirliği yaptığını sonradan anladık. Eminesu’ya da, “Melisa’nın yelkene dönmesi için senin desteğine ihtiyacı var,” demişler. Ama biz anlamazlıktan geldik, öyle bilsinler istedik. Bu notu annem okuduktan sonra ekledim öğretmenim…)

                             26.10.2018 / AKBÜK

(Esin kaynağım sevgili öğrencilerim Eminesu ve Melisa’ya…)

 

 

4 Eylül 2018 Salı


GİZEMLİ ADAM

 

 

 

Tam bir yıl önceydi. Yine bir nisan sabahıydı. Hayatının en dalgalı, en bunalımlı günlerini yaşıyordu. On yıllık ilişkisini bitirmiş, inzivaya çekilmişti. Öfkeliydi, huzursuzdu, sıkıntılıydı; bir yerde uzun süre duramıyordu. Kapalı yerlerde kalmak boğuyordu onu. İşe gitmediği zamanlarda evinin karşısında, deniz kıyısındaki parka atıyordu kendini. Bir bankta oturup saatlerce Marmara’nın mavi sularına dalıp gidiyordu. Ayrılığı bir türlü içine sindiremiyordu. On yıllık birliktelik bir anda bitmişti. Koca bir on yıl!  Abartıyor muydu yoksa? Çevresinde yirmi yıllık, otuz yıllık evliliklerini bitirenler vardı. Kırklı yaşlara merdiven dayamış bir kadın için ayrılığın ne anlama geldiğini acı bir tecrübeyle öğrenmişti. Yedi şiddetinde bir deprem yaşamışçasına sarsılmıştı. Aradan geçen bir yıla karşın depremin artçı sarsıntılarından hâlâ kurtulamamıştı. Bu gidişle kurtulacağa da benzemiyordu.

Sevgilisinden yeni ayrılmış bir kadının, üstelik ruhsal sorunlarıyla boğuşurken, dönüp bir erkeğe bakacağını ve onu delicesine merak edeceğini hiç ummazdı. Büyük konuşmayacaksın derler ya, haklıymışlar. Buraya geldiğinden beri, parkın diğer ucunda, denize bakan bir bankta oturan adamdan gözlerini alamıyordu. Kısa saçlı, uzun boylu bir adamdı. Tahminen kırklı yaşların ortalarındaydı. Saçlarına kırlar düşmüştü. Elindeki simidi parçalara ayırarak güvercinlere atıyordu. Güvercinler ürkekti, adamın ayaklarının dibine düşen simit parçalarını almak için olmadık numaralar yapıyorlardı. Bazen adam avucuna koyduğu kırıntıyı güvercinlere uzatıyor, güvercinler gelip alsınlar diye beş on saniye kıpırdamadan bekliyordu. Adamı ve güvercinleri izlerken kendinden geçiyordu. O an aklına ne işi, ne sorunları, ne de hüsranla biten aşkı geliyordu.

Yarım saattir buradaydı, artık gitmesi gerekiyordu, evde bekleyenleri vardı. Adamın yerine o sabırsızlanıyordu. Güvercinlerden birinin gelip simit parçasını bir an önce almasını adamdan çok o istiyordu. Sonunda bir güvercin üç dört kanat çırpışıyla adamın avucuna ulaştı, simidi kaptığı gibi havalandı. Adam büyük bir zafer kazanan kumandan edasıyla ayağa kalktı. İki elini birbirine vurarak avucunda kalan son simit kırıntılarını da silkeledi. Sonra yürüyüp parktan çıktı. Adamın arkasından bakakalmıştı. Onu parktan çıkana kadar gözleriyle takip etti. Hafiften kamburunu çıkarmış, başı önde yürüyordu. Hayatında hiç görmediği bir adamdan böylesine etkilenmek garibine gitmişti. Uzaktan yüzünü iyi görememişti, ama düzgün fiziğini tamamlayan bir yakışıklılığı olduğunu tahmin etmek zor değildi. Gizemli bir adamdı…

Adamı görebilirim umuduyla her sabah işe gitmeden önce ve akşam iş dönüşlerinde parka şöyle bir uğruyordu. Adam hafta sonları, sabah saatlerinde parka geliyordu. Diğer zamanlarda ise arada bir rastlıyordu ona. Adam daha ellisinde bile değildi, büyük ihtimalle onun da bir işi vardı. Sabah akşam durmadan parka gelecek değildi ya! Adamın işini merak ediyor, kendince ona uygun meslek bulmaya çalışıyordu. Bir gün veterinerliği yakıştırırken, başka bir gün masa başı işini uygun görüyordu. Gizemli adam her boş vaktinde parka koştuğuna göre tüm gününü kapalı bir ortamda geçiriyor olmalıydı. Stres ve yorgunluktan kurtulabileceği cennetten bir köşeydi burası. Belli ki ince ruhlu bir adamdı. Bazıları iş çıkışı bara gitmeyi -iki tek atıp gevşemeyi- tercih ederdi, tıpkı eski erkek arkadaşı gibi…  Yine yüreğinde o artçı sarsıntılardan birini hissetti…    

Gün geçtikçe cesareti artıyordu. Her seferinde biraz daha yaklaşıyordu adama. Çok değil birkaç güne, adamla aynı bankta oturabileceğini tahmin ediyordu. Hayali bile yetiyordu heyecanlanmasına. Bu halleri garibine gidiyordu. Çekingen bir kadın değildi, ama nedense bu gizemli adamın yanında tuhaflaşıyordu. Bitirdiği bir ilişkinin hemen ardından başka bir adama yakınlaşmayı kendine yediremiyor olabilirdi. Aslında yeni bir ilişkiye de hazır değildi. Düşünmek bile istemiyordu. Öyleyse neydi onu adama çeken? Gizem ve merakın çekiciliği mi yoksa?

Sonunda gizemli adamın birkaç metre ötesindeki banka kadar gelebilmişti. Ondan tarafa bakarken onu izlemiyormuş havası veriyordu. Orada olduğu sürede bir kez bakışları kesişmişti. Adam hemen mahcubiyetle sırtını dönmüştü. Yeşille ela arasıydı gözlerinin rengi gizemli adamın. Yoksa mavi miydi? Anlayamamıştı. Bir erkekte ilk defa böylesine değişik ve güzel göz rengine rastlıyordu. Sadece göz rengi değildi adamı özel kılan; banka oturuşu, hareketleri, her şeyiyle farklıydı. Naif ve zarif bir erkek ona çekici gelmezdi. Ama bu adam… Tabii ya, tüm mesele bu iki kelimede saklıydı. Annesi, ablası, arkadaşları onu uyarmışlardı, kusur sende değil karşındaki adamda demişlerdi. Dinlememişti onları, daha doğrusu kendine itiraf edememişti...

Delice bağlı olduğu sevgilisi, adam gibi adamdı! Dobraydı, lafı dolandırmaz, aklından geçeni pat diye söyleyiverirdi. Kaslıydı, adaleliydi, yüz hatları kemikliydi. Tam onun istediği gibiydi kısacası. İlişkileri başladığında ablası, en yakın arkadaşları uyarmışlar; sen bu adamla yapamazsın demişlerdi. Dinlememişti kimseyi. İlişki ciddiye bindikten sonra da herkes susmuş onay vermişti. Ta ki ayrıldıkları güne değin. Sanki herkes onun ayrılmasını bekliyormuş gibi, önüne gelen, ben dememiş miydim diye başlıyordu söze: “Basbayağı bir öküzle koca bir on yılı nasıl geçirdin?” Sahi nasıl geçirmişti?

Geçmişe öyle bir gömülmüştü ki gizemli adamın parktan gittiğini görememişti. Telaşla ayağa kalktı. Etrafına bakındı, görünürlerde yoktu gizemli adam. Canı sıkıldı. Yoksa adam ondan rahatsız mı olmuştu? Bu kadar mahcubiyet de fazlaydı ama! Belki adam evliydi ya da onun da benzer bir derdi vardı. Öyle ya günlerce, gelip burada güvercinleri doyurması, başka nasıl açıklanabilirdi? Belki de teselliyi kuşları beslemekte buluyordu… Güzel, alımlı bir kadındı. Görenler dönüp bir kez daha bakarlardı ona. Sadece erkeklerin değil kadınların da dikkatini çekerdi. Ama gizemli adam ona göz ucuyla bile bakmamıştı. İlle de konuşması gerekmezdi, başını eğip bir selam verebilirdi pekâlâ. Kendini beğenmiş, kasıntı bir tip dese, değildi. Kesinlikle öyle bir havası yoktu. Adı üstünde gizemli adamdı! Ya da sıradan biriydi… Adamın ilgisizliği miydi onu etkileyen? İlgisizliği içine hiç sindiremezdi…

Bir daha göremedi onu. Buhar olup uçmuştu sanki. Yoksa bir hayal miydi? Bunalımlı günlerinde aklının ona oynadığı bir oyun muydu ya da? Kimdi, ne iş yapıyordu, burada mı oturuyordu, yoksa misafir miydi? Yanıtsız kalan o kadar çok soru vardı ki, artık başka bir şey düşünemez olmuştu. Gizemli adamın görüntüsü belleğinde silikleşmiş; yeşil, ela, mavi karışımı gözlerini anımsayabiliyordu sadece. Aşk demeye dili varmıyordu. Platonik aşka inanmazdı. Öyleyse neydi bu tutkunun sebebi? Onun durgun, melankolik halleri yakınlarını da kaygılandırıyordu. Annesi, ablası onunla konuşmaya çalışmışlardı. Onlara gizemli adamdan söz edememişti. Ne diyecekti? Karşılıklı gelip iki laf etmediği birine, karşıdan bakarak âşık oldum mu diyecekti? Gerçekten âşık mıydı?

Günler günleri kovaladı, aradan bir yıl geçti. Bir cumartesi sabahıydı, erkenden kalkıp kahvaltısını etmişti. İçi bir hoştu, daha bir umutluydu. İçine doğuyordu, bir yıl süren özlem sona erecekti. Parka gitmeden önce köşedeki simitçiye uğrayıp iki simit aldı. Gizemli adamın yerine güvercinleri çoktandır o doyuruyordu. Koşar adımlarla parka girdi, doğrudan gizemli adamla özdeşleşmiş banka yöneldi. Bankta biri oturuyordu. Heyecanlandı, kalbi göğüs kafesine sığmıyordu. Öylece kalakaldı, gözlerine inanamıyordu. Oydu, gizemli adam…

Sanki aradan bir yıl geçmemişti. O hep oradaydı. Yine elinde simit parçaları, karşısında güvercinler… Ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Aklından delice düşünceler geçiyordu. Uzatmayacaktı bu sefer, doğrudan adamın yanına gidecekti. Aynı banka oturacak ve güvercinleri birlikte besleyeceklerdi. Belki konuşacaklar, çok iyi iki arkadaş olacaklardı. Sen bir yıldır yoktun, ama ben güvercinleri aç bırakmadım. Senin yerine de onlara simit attım diyecekti. Gizemli adam yeşil gözleriyle ona bakıp mavimsi gülümseyecekti… Teşekkür edecekti, yanına yaklaşıp elini uzatacaktı. “Ben de seni bekliyordum, biliyordum beni unutmayacağını…” diyecekti ela gözlerini kırpıştırarak…

Kararlı adımlarla yürüdü, gidip bankın ucuna oturdu. Gizemli adama şöyle bir göz attı. Eğer kendisinden tarafa baksaydı bir merhaba diyecekti, ama adam oralı değildi. Başka bir âleme dalıp gitmişti. Elindeki simit parçalarını tek tek güvercinlere atıyordu. Her düşen parçanın üzerine birkaç güvercin birden üşüşüyordu. Kırıntılar bittiğinde güvercinler telaşla yiyecek aramaya devam ediyorlardı. Arada bir başlarını kaldırıp banktan onlara uzanacak ele bakıyorlardı. Son simit parçasına sıra geldiğinde adam avucunu kuşlara uzatıp beklemeye başladı. İşte o an yapmaması gereken bir davranışta bulundu kadın, elindeki simitten birkaç parça kırıp güvercinlere attı. Güvercinler parçaları kapmak için yarışırken adam başını çevirip soran bakışlarla kadına baktı.

“Özür dilerim, tutamadım kendimi…” diyebildi kadın.

Adam hâlâ bakıyordu. Elayla yeşil karışımı gözlerinde korku vardı, endişe vardı.

“Benim adım Dilek, sizi geçen yıldan anımsıyorum…”

Daha o, sözünü tamamlayamadan adam hızla yerinden kalktı. Tam gidecekken durup banka baktı. Küçük kırmızı oyuncak arabasını aldı. Sonra arkasına bakmadan hızla, çocuk adımlarıyla oradan uzaklaştı.

Adam, tam parktan çıkacakken yanına beyaz saçlı bir kadın geldi. Kadınla adamın ayaküstü konuşmalarını şaşkın bakışlarla izliyordu Dilek. Adam dönüp eliyle onu işaret etti. Beyaz saçlı kadın, gülümseyerek adama bir şeyler söyledikten sonra Dilek’in yanına geldi. Dilek hemen ayağa kalktı. Yüzü kızarmıştı, suçluluk hissediyordu. Bir açıklama yapmayı düşünüyor ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Çaresizlik içindeydi.

“Ben emekli öğretmen Sabiha,” dedi beyaz saçlı kadın.

“Ben… Adım Dilek… Kötü bir…” Devam edemedi sözlerine. Sesi çatallaşmış, gözleri dolmuştu.

“Kardeşim Necmi beş yaşındayken menenjit geçirdi…” Tahminen altmış yaşın üzerinde görünen beyaz saçlı kadın, ne demek istediğimi anladın değil mi, dercesine Dilek’e bakıyordu.

“Anladım…” diyebildi Dilek. Aslında neyi, nasıl anladığını bilemiyordu. Yanlış bir şey söylerim korkusuyla başını önüne eğdi.

“Tanımayanlar onu bazen yanlış anlayabiliyor…”

“Şey… Çok özür dilerim hocam…”

“Özür dileyecek bir şey yok. Siz yanlış anlamayın diye açıklama gereğini duydum… Kardeşimi bekletmeyeyim. Size iyi günler…”

Beyaz saçlı, güleç yüzlü kadın kardeşini yanına gidince dönüp ikisi birden Dilek’e baktı. Abla ve kardeşin gülümseyerek el sallayışlarına o da aynı şekilde karşılık verdi. Abla ve kardeşi oradan uzaklaşırken o, uzun süre yerinden kalkmadan bankta oturmaya devam etti. 

Çocuk seslerinin şenlendirdiği, kuşların cıvıldadığı, yeşilliklerle süslü parkta bir kadın hıçkırarak ağlıyordu. Sadece ağlıyordu, sebebini bilmeden…

 

                                                       04.09.2018 / AKBÜK

 

28 Ağustos 2018 Salı





YARALI KUMRU

 

Öğlende yemekhaneden koşarak çıktılar. Gidecekleri yer belliydi, okulun taşla kaplı olmayan çimenlik yerinde oynamayı çok seviyorlardı. Burası okulla mandalina bahçesinin arasında kalan yeşil alandı. Mandalina bahçesini çevreleyen tel örgüler biraz aşağıda kalıyordu. Yeşil alan hafif eğimle tel örgülere kadar uzanıyordu. Fazla geniş değildi, ama onlara yetiyordu. Tel örgülerin spor salonuna yakın kısmında bir kapı vardı. Bahçeye açılan bu kapı genelde hep kapalıydı. Çocukların mandalina bahçesine girmelerine izin verilmiyordu çünkü.

Nisan ayının sonlarıydı. Hava güneşliydi. Çocuklar çimenlerin üzerinde daire olmuş oturuyorlardı. İçlerinden biri aniden yuvarlanarak tel örgünün dibine kadar indi. Onu gören diğerleri de yuvarlanmaya başladı. Bazen ters dönüp birbirlerine çarpıyorlar ya da aşağıda üst üste geliyorlardı.

Zamanın nasıl geçtiğinin farkında değillerdi. Yuvarlanan her öğrenci tekrar denemek için birkaç metrelik yokuşu aceleyle tırmanıyordu. Ders saati yaklaştıkça birer ikişer eksildiler. En sona Zeynep, Eylül ve Orhan Ege kalmıştı. Orhan Ege birden yerinden kalkıp tel örgüye koştu. İleride mandalina ağaçlarının altında bir kuşun çırpındığını, uçmaya çalıştığını görmüştü.

“Zeynep bakın kuş yaralı!” diye arkadaşlarına seslendi. Zeynep ve Eylül hemen onun yanına geldi.

“Köpekten kaçıyor!” diye bağırdı Eylül ağlamaklı bir sesle.

“Kurtaralım, yoksa kuşu yiyecek!” dedi Zeynep.

“Kuş değil güvercin.”

“Güvercin de kuştur,” diye çıkıştı Orhan Ege’ye Zeynep.

“Kumru, kumru!” diye bağırarak kapıya koştu Eylül.

Kapı açıktı.

“Gelseniz ya, içeri girelim, bizi görünce kaçar köpek.”

Orhan Ege ve Zeynep de kapıya geldiler. Üçü de öylece durmuş ilk adımı arkadaşının atmasını bekliyordu. Kızlar Orhan Ege’ye bakıyorlardı, onlara göre, önce onun harekete geçmesi gerekiyordu. 

“Girsene Orhan Ege!”

Orhan Ege dönüp Eylül’e baktı, sen neden girmiyorsun dercesine.

“Bahçeye girmek yasak ama!”

“Korkuyorum demiyorsun da…”

Kızların kıkırdayarak gülmeleri üzerine yavaş adımlarla içeri süzüldü Orhan Ege. Diğerleri de arkasından geldiler. Kumruya yaklaştıklarında, kuş ürkerek kaçmak istedi. Havada birkaç kanat çırpabildi. Üç metre kadar aşağı, bahçenin ortasına doğru giden kuşu çocuklar da takip etti. O an, orada bir de kedi olduğunu gördüler.

“Kediden kaçıyor kuş!”

“Kovalım kediyi.”

Orhan Ege kedinin üzerine doğru yürüdü. Kedinin kaçmaya hiç niyeti yoktu. Uzakta duran köpek kulaklarını dikmiş onlara bakıyordu.

“Üçümüz ayrı ayrı yerleri tutalım,” dedi Zeynep.

“Çok iyi fikir Zeynep, ben şu tarafa geçeyim,” diyerek kediyle kuşun arasına girdi Eylül. Kedinin önünü kapatmıştı.

“Sen de oraya geç Orhan Ege, köpeği engelle,” dedi Zeynep.

“Neden ben köpeğin tarafına geçiyormuşum,” diye itiraz etti Orhan Ege.

“Her şeye de itiraz etme Orhan Ege; geç işte!”

Orhan Ege denileni yaptı. Kumru şimdi üçünün oluşturdukları üçgenin içindeydi. Kedi yere sinmiş fırsat kolluyordu. Çaktırmadan yerde sürünerek kumruya yaklaşıyordu. Eylül, kediye atmak için yerden bir şeyler arandı. Bulamayınca elini sallayarak bağırdı.

“Pisst! Git buradan!”

Kedi aldırmadı, gitmeye hiç niyeti yoktu. Kuşu onun yaraladığı anlaşılıyordu. Köpek sonradan oraya gelmiş olmalıydı.

“Köpek masuma benziyor, ondan zarar gelmeyecek sanırım,” dedi Orhan Ege.

“Sakın ayrılma oradan hiç belli olmaz.”

“Doğru diyor Zeynep, gözünü köpekten ayırma.”

“Tamam da daha ne kadar bekleyeceğiz bu halde?”

Daha sözünü tamamlayamadan kumru yeniden havalandı. Bu sefer on on beş metre uçabildi. Kedi de ardından koştu. Üçü birden bağırarak kedinin üzerine yürüdü. Zeynep yerden kaptığı bir sopa parçasını kediye fırlatınca ancak engelleyebildiler kediyi. Köpek geri kalır mı, o da onlara doğru koştu. Bu şekilde bahçenin sonuna değin gelmişlerdi. Eğer kumru aşağıdaki tel örgüleri aşarsa arık onu koruyamazlardı.

“Orhan Ege, sen aşağı geç kuşun yolunu kapat, daha fazla gitmesin.”

Bu kez Orhan Ege ses etmeden Eylül’ün komutuna uydu. Hafif kilolu olduğundan ağır adımlarla dolanıp tel örgüye kadar gitti. Kilosu değil de gözlükleriyleydi onun asıl sorunu. Yeni takmaya başlamıştı. Beşinci sınıfa gelene değin kimse ondaki görme bozukluğunu fark etmemişti. Matematik öğretmeni bir gün, “Orhan Ege senin uzağı iyi göremediğini düşünüyorum, annene söyle seni göz doktoruna götürsün,” demişti. Gerçekten de gözleri bozuk çıkmıştı. İki de bir burnunun üzerine kayan gözlüklerini düzeltmekten bıkmıştı. Doktoru birkaç aya alışacağını söylemişti.

“Kuşun bir arkadaşı varmış bakın!” Zeynep büyükçe bir mandalina ağacındaki gri kumruyu gösteriyordu.

“Arkadaşına yardıma gelmiş demek ki!”

“Daha önce okumuştum kumrular hep çift gezerlermiş, yaralı kuşun eşidir mutlaka. Eşi ölürse o da yaşayamazmış.”

Zeynep bilgisini arkadaşlarıyla paylaşmanın keyfiyle anlında biriken terini sildi. Onun da Orhan Ege’den kalır yanı yoktu, kilosunda azıcık fazlalığı vardı. Böyle göründüğüne bakmayın, çok iyi tenisçiydi. Bodrum’da tenis şampiyonalarında dereceleri vardı, okulun da en iyi kız tenisçisiydi. Beşinci sınıfa gitmesine karşın kendinden çok büyük kızları rahatça yeniyordu. Yani görüntüsüne bakıp aldanmamak gerekir, tam bir sporcudur. Ayrıca sınıf arkadaşlarından da bir yaş küçüktü. Okula bir yaş erken başlamıştı, ama sınıfın en başarılı öğrencileri arasındaydı.

“İyi de bu durumdan nasıl kurtulacağız? Birimizin gidip yardım istemesi gerekiyor,” dedi Eylül.

Eylül de çok başarılı bir öğrenciydi. Başta müzik olmak üzere birçok sosyal etkinlikte yer alıyordu. Çok iyi piyano çalıyordu. Beşinci sınıfa başlarken yapılan sınavda okul birincisi olmuştu. Elbette ki böylesine zor anlarda doğru çözümler bulacaktı. “Derslerdeki başarı günlük hayata yansımıyorsa bir değeri yoktur,” derdi babası.

“Ben gidip haber vereyim,” dedi Orhan Ege.

“Hayır, sen oradan ayrılma!” İki kız aynı anda bağırmıştı. Onların bağırtısına ürken kuş yeniden havalandı. Bu kez iyice yükseğe çıkabilmişti. Kanatlarından düşen tüyler etrafta uçuşurken o da ağacın dalındaki eşinin yanına kondu. Üçü aynı anda sevinç narası attı. Onların sevinci köpeği de kediyi de ürküttü. Köpek arkasını dönüp yukarı doğru yürüdü. Kedinin gözü hâlâ ağaçtaki kumrulardaydı.

“Kedi gideceğine köpek gitti. Köpek ağaca tırmanamaz ama kedi tırmanır arkadaşlar. Tehlike geçmedi.”

Zeynep’i Eylül de onayladı.

“Kovalım onu da,” diyerek kedinin üzerine yürüdü Orhan Ege. Diğerleri de onun ardından kedinin üzerine doğru koştular. Daha fazla dayanamayan kedi inadı bırakıp gidince o da köpeği takip etti.

“Yaşasın kazandık!” diye bağırdı Eylül.

“Şunların mutluluğuna bakın, sanki bize teşekkür ediyorlar.”

Kumrular çok güzel görünüyorlardı. Kendilerine özgü sesi çıkarıyorlardı. “Gur, gur…”

“Haklısın Zeynep, bize teşekkür ediyorlar.” Orhan Ege’ydi gururla konuşan.

“Biz görevimizi yaptık.”

“Arkadaşlara anlatsak inanamazlar…”

Mandalina bahçesi birden sessizleşti. Önemli bir şeyi anımsamış gibi birbirlerine baktılar. Üçünün de aklından aynı şey geçmişti: ders…

“Derse geç kaldık!” dedi Eylül şaşkın bir sesle.

“Çok mu geciktik?”

“Beş on dakika en fazla,” dedi Orhan Ege.

Oysa ilk ders bitmek üzereydi. Telaşla bahçe çıkışına koştular. Kapıya geldiklerinde Mehmet Eren’le karşılaştılar.

“Nerdesiniz? Herkes sizi arıyor! Okulda bakılmadık yer bırakmadık…”

Orhan Ege, Eylül ve Zeynep’in o andaki yüz ifadesi görülmeliydi. Zeynep’in yüzü allaşmış, Eylül’ün gözleri nemlenmişti. Orhan Ege oralı bile değildi. Alt dudağını sarkıtmış okula doğru yürüyordu. Onun aklı hâlâ kumrulardaydı. Gecikmişlerse ne olmuş yani? Bir kumrunun hayatını kurtarmışlardı. Üstelik kumrunun bir de eşi vardı. Eğer yaralı kuş ölseydi eşi de yaşayamazdı. Orhan Ege’ye kalsaydı cuma günü törende onlara madalya verilmeliydi.

Beş dakika sonra okul müdürünün odasındaydılar. Müdüre Hanım koltuğunda oturmuş soran gözlerle onlara bakıyordu. Kızgın mıydı ya da onlarla gurur mu duyuyordu bakışlarından anlaşılmıyordu. Olup biteni ayrıntısıyla Eylül anlattı. Unuttuğu ya da takıldığı yerde Zeynep araya giriyordu. Orhan Ege konuşulanlarla ilgisi yokmuş gibi bir havadaydı. Müdür yardımcısı ve diğer nöbetçi öğretmenler kapı girişinde onları izliyordu. Bir ara Zeynep’in bakışları onlara kaydı. Olayın ciddiyetini o zaman kavradı. İçi daraldı. Eylül’ün de ondan geri kalır yanı yoktu. Ağlamaklı bir sesle;

“Özür dilerim öğretmenim,” diyebildi.

Zeynep’in özrüne diğer ikisi de katıldı. Müdüre Hanım gözlerinde gülücükle ayağa kalktı.

“Çocuklar bu durumu şimdi konuşmayalım. Bahçeye girmekle kuralı çiğnediniz, dersinizi kaçırdınız, bizleri merakta bırakarak sorumsuzca davrandınız. Çok korktuk ve endişelendik. Diyeceksiniz ki bir can kurtardık.  Bu yönüyle bakılınca davranışınız doğru görünüyor. Ama…” Susup çocukların yanına kadar geldi. “Bunları şimdi konuşmayalım, aradan biraz zaman geçsin. İnanıyorum ki sakinleştiğinizde daha sağlıklı düşüneceksiniz...”

Zeynep ve Eylül ışıldayan gözlerle,

“Teşekkür ederiz öğretmenim,” dediler.

Hemen onların ardından Orhan Ege, zor duyulur bir sesle; “Teşekkür ederim,” dedi.

“Tehlikeyi göze alarak bir hayvanın hayatını kurtarmanız çok değerli bir davranış. Ancak okulun kurallarına karşı gelmeniz de o derece yanlış. Bakın aklıma ne geldi; Türkçe öğretmeniniz beşinci sınıflar arasında bir tartışma düzenlesin. İki grup kurulsun, bir tarafta davranışınıza doğru diyenler, diğer tarafta yanlış diyenler olsun. Bu tartışmalara bizim çocukluğumuzda münazara denilirdi… Anlaştık mı?”

“Evet!”

Üçü de çok mutluydu. Müdüre Hanımın güleç yüzü onlara da yansıdı. Ama çok sürmedi, Müdüre Hanım asıl sürprizi sona saklamıştı.

“Siz, üçünüz davranışınızın yanlışlığını savunan grupta olacaksınız. Münazaraların en güzel tarafı burasıdır çocuklar. Bir düşüncenin doğru olması kadar onun sağlam kanıtlarla ve ona en uygun yöntemlerle savunulası da önemlidir. Size en doğru gelen düşünce doğru şekilde savunulmazsa değersizleşir ve etkisini yitirir…”

O ana kadar sessizce duran Orhan Ege’den beklenmedik bir itiraz geldi.

“Ama öğretmenim ben yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum ki…”

Eylül’le Zeynep dönüp şaşkınlıkla arkadaşlarına baktılar. Orhan Ege hiç ummadıkları bir çıkışta bulunmuştu. Ne diyecek diye kaygıyla bakışlarını Müdüre Hanıma çevirdiler. Müdüre Hanım konuyu tartışmaktan yana değildi, kararlı bir sesle konuyu kapattı.

“İtiraz istemiyorum Orhan Ege, bu bir görevdir! Durumunuzu sonra görüşeceğimize hep birlikte karar vermiştik. Grubunuzun sözcüsü de başkanı da sen olacaksın. Şimdi sınıflarınıza gidebilirsiniz!” 

Üçü de boynunu büküp kabullendiler öneriyi. Müdüre Hanımın odasından çıktıklarında korku ve endişelerini geride bırakmışlardı. Sınıflarında kahraman gibi karşılanan bu üç öğrencinin yaşadıkları serüven bir hafta boyunca öğrencilerin gündeminde kaldı…

 

                          (28.08.2018 / AKBÜK)

 

 

 

 
 

13 Nisan 2018 Cuma


YAMAN KORAY VE BÜYÜK ORFOZ

         Yazının başlığına “Yitik Yazar Yaman Koray” ya da “Unutulan Yazar” diyecektim elim varmadı. Daha yeni okuyup bitirdiğime göre ne unutulmuş ne de kayıp bir yazar Yaman Koray. Ama şurası kesin ki günümüzde hak ettiği değeri bulamayan bir yazar. Romanı okuyunca nasıl böyle bir şey olur, nasıl günümüzün okuyucusuna ulaştırılmaz, diye sormadan edemedim. Sanırım tepkimin asıl nedeni sahip olduğum roman anlayışının unutturulmaya çalışılmasına... Romanı kısa sürede okuyup bitirdim. Son zamanlarda sıkılmadan zevk alarak okuduğum ender romanlardan Büyük Orfoz.
        Yaman Koray’ı yıllar önce gazetelerdeki ölüm haberiyle tanımıştım. Yazar olduğunu, çok sayıda evlilik yaptığını, teknesindeki suyu boşaltırken elektrik çarpması sonucu öldüğünü öğrenmiştim. Hayat hikâyesi de ilginçti. Zengin bir aileden geliyormuş. Ailenin tek varisi olmasına karşın, o, büyük şehirden kaçıp küçük balıkçı kasabalarında yaşamayı seçiyor. Balıkçılık, balıkadamlık onun en iyi bildiği işmiş. Hava koşulları elverdiği sürece günlerini evinden çok teknesinde geçiriyormuş. Altmış dört yaşına kadar yedi evlilik yapmış ve bu evliliklerinden yedi çocuğu olmuş. En son evlendiği sekizinci eşi ondan tam kırk iki yaş küçükmüş. Yetmiş bir yaşında öldüğünde son eşinden de geride üç çocuk bırakmış.
         2006 yılında okuduğum gazete haberinden aklımda kalan yukarıdaki son cümleydi. İşte bu cümleden yola çıkarak son romanımın kahramanına Yaman Koray’ın Büyük Orfoz romanını okuttum. Söylediğim tuhaf gelebilir ama doğru; benden önce romanı kahramanım okudu. Ben ondan etkilenerek romanı arayıp buldum. Yaman Koray’ın kitapları şu anda piyasada yok, internetten araştırdım izine bile rastlayamadım. Bursa’da kitap fuarında sahaflarda iki romanını bulabildim. En çok satan ve bilinen iki romanından Büyük Orfoz’a böyle kavuştum. (Diğeri Deniz Ağacı’ymış)
         Deniz ve balıkçılık denince akla Halikarnas Balıkçı’sı gelir. Cevat Şakir’in romanlarıyla öğretmen okulu yıllarında tanışmıştım. Anımsıyorum, bir ay boyunca Balıkçı’nın romanlarını elimden düşürmemiştim. Geçen yıl Bodrum’dayken Deniz Gurbetçileri’ni yeniden okudum. Denizi anlatan romanları çok seven ben Büyük Orfoz’u nasıl kaçırmışım diye hayıflandım. Balıkçılık ve özellikle de balıkadamlık bu kadar güzel anlatılamazdı. Bu romanı her baba yiğit yazamaz, yazabilmesi için ömrünü balıkçılığa vermesi gerekir Yaman Koray gibi. Yazar, balıkçılığın ve balıkadamlığın tüm inceliklerini anlatmış. Çok da başarılı olmuş. Bunun en güzel örneği de vurgunun anlatıldığı üç dört sayfalık bölüm; olaysız, teknik bilgilerle geçen bu sayfalar sıkılmadan okunuyor.
         Roman denizde başlıyor ve denizde bitiyor. Romanın baş kahramanı Metin, tıpkı yazar gibi şehirden kaçmış, yıllardır balıkçılık yapan biri. Gökova Körfezi, özellikle de Sedir Adası Limanı romanın geçtiği yerler. Metin, Sedir Adası açıklarında deniz içinde bir mağarayı mesken tutmuş Büyük Orfoz’u avlamak için günlerce uğraşıyor. Günlerce her bulduğu fırsatta mağaraya dalıp dalıp çıkıyor. Yenildikçe hırslanıyor, Büyük Orfoz’u avlamak Metin’de tutkuya dönüşüyor. Dalışlarının birinde vurgun yeme pahasına başka bir orfozu zıpkınla vuruyor. Yazar, otuz kırk kiloluk bu orfozun avlanışını anlatarak, asıl avlanmak istenen orfozun büyüklüğünü ve avlanırken yaşanacak tehlikenin boyutlarını okuyucuya gösteriyor. Böylece geri kalan sayfalar bir film izlercesine okunuyor. Metin, küçük orfozu vurup denizden çıktığında yardımcısı İsmet’le arasında geçen konuşmadan bir bölüm:
          “Abi... Uyuma. Bak ne diyecem... Bu var ya bu... -Yerde yatan balığı gösteriyordu, adam gibi kocaman, iri balığı- Abi bana bak, buna bak... Bu nasıl, senin öbür tarafta beklediğin, o çok büyük dediğin balığa göre nasıl?.... Uyuma abi, gözünü seveyim, uyuma.” (Metin’de vurgun belirtileri var, İsmet onun uyumasını istemiyor. F.T) “Fırladı Metin ayağa... ‘O büyük orfoz, bunun dördü beşi gibi var...’”
        Yazarın doğa betimlemeleri de etkileyici, çok güzel: “Yolun iki yanında, iki sıra, boydan boya, okaliptüs ağaçları, gövdeleri, kabukları salkım saçak, kolları, dalları, yaprakları, başları göğe ermiş, ulu, gri-yeşil bir gümüşü, güneş sızdırmayan bir tavan, bir tünel gölgeli, serin, upuzun uzayan...” Gökova’dan Marmaris’e giderken yıllar önce bu ağaç tünelinden geçmiştim. Anlatılan bu ağaç tüneli şimdiki yolun yanında uzanıyor. Eski yol daracık kalınca ağaçlara dokunulmadan çift yol yapılmış... Metin sevgilisiyle kıyıya çıktıklarında ağaçların altında konaklıyorlar: “Ağaçların altı serin, mis gibi. Göklerden gölge yağıyor, gövdelerin az ötesi parlak ışıkta sapsarı yanıyor.” İki cümlecik betimleme yetiyor da artıyor...
          Metin’in başından evlilikler geçmiş. Birçok sevgilisi olmuş, hiçbiriyle gerçek sevgiyi yaşayamamış, yaşayacağını da ummuyor. Ta ki Ayla’yla karşılaşana kadar... Ayla yirmi beş yaşlarında güzel bir kadın. Ailesi İzmir’in zenginlerinden. Metin, Ayla’nın zenginliğini ancak evlenecekleri zaman anlıyor. Ayla onu, o da Ayla’yı seviyor. Hayata bakışları farklı bu iki insanı birbirine bağlayan yaşadıkları cinsellik, bıkmadan usanmadan sevişiyorlar. Yazar bu sevişmeleri yine kendine özgü üslubuyla anlatmış. Bazen ayrıntılı bazen kısa cümlelerle: “Uzun, upuzun boğulur gibi nefessiz, dilleri iç içe, uflayarak, öpüştüler, öpüştüler.”
          Metin daha önceki sevgililerinden neden ayrıldığını şu sözlerle açıklıyor: “Anlaşamadım. Bir yerden sonra anlaşamadım, evet. Daha doğrusu paylaşamadım veya onlar benimle paylaşamadılar benden alabileceklerini. Benim verebileceklerimi. Mesele bu. Yoksa hepsi iyi insanlardı.” Yine romanın başka bir yerinde paylaşıma vurgu yapıyor: “Özgürlüğüm, sensiz tam özgürlük olmaktan çıktı. Seninle paylaşmayınca, özgürlüğüm eksildi sanki, bir çeşit bağlarla bağlandı. Çok aradım Ayla. Büyük orfoza bile bakamadım, sensiz. Anlıyor musun? O bile küçüldü gözümde.” Denize tutkun bir balıkçı aşkını elbette böyle anlatacaktı. “Metin’in gözlerinde, pırıl pırıl bir sevinç vardı, katıksız, hilesiz, hurdasız. Deniz! Denizi, balığı anlatıyordu sanki.” Sadece Metin değil, yardımcısı İsmet de benzer sözler ediyor. “Nasıl bu uğursuz orfoz büyülediyse seni, bu kadın da büyüledi...”
         Yazarın aşka yüklediği en önemli özelliğin “paylaşmak” olduğunu anlıyoruz yukarıdaki satırlardan. Aradığı, bulmak istediği sevgili için şunları diyor Metin: “Ama, bir yerde biri olmalı... Onunla anlaşabilmeliyim... Konuşabilmeliyim... Tüm evreni paylaşabilmeliyim... Onu bulmalıyım. Vaktim azalıyor...” Yazmakta olduğum romanımın kahramanı da Metin gibi düşünüyor ve hissediyor. Belki de benzeştikleri en önemli ortak noktaları bu duygular...
         Metin balıkçı, sıradan bir adam görünümünde, Ayla zengin bir ailenin kız, burjuva. Birbirlerini tutkuyla, delicesine seviyorlar. Ama sorun yaşayacakları belli... Bu cümleleri okuyan biri ister istemez erkeğin yetersizliğini düşünecektir. Oysa Metin birçok yabancı dil bilen, Avrupa gezmiş, klasik müzik tutkunu ve resimden anlayan biri. O parayı pulu reddetmiş, sade yaşamı seçmiş, mutluluğun kaynağını tabiatta bulmuş. Yazar, ikili arasındaki aşk üzerinden ince eleştiriler yapmış:
         “Hatırlıyor musun ne derdi? ‘Ben sinemayı sevmem. Tiyatroyu severim.’ Neden? Tiyatroda, aydınlıkta, perde aralarında, herkes hayranlıkla onu seyredecek... Ne tuhaf, bir insanın içini derinleştirmeyi boşverip, dışını sergilemesi ne yazık!..” Ayla, Metin’i İzmir’de yaşamaya ikna etmeye çalışırken Metin ona şöyle der: “Ben... o dediğin şekilde yaşayamam. Ben o işlerde çalışamam. Paraya tapamam Ayla. Şehirde yaşayamam... Buraları bırakamam. Bunu isteme benden, isteyemezsin. Senin için yapmaya çalışsam bile, sen pişman olursun, beni tanıyamazsın...” “Milyon ya da milyar! Bana ne. Benim hayatım, bana yeter. Milyarım da olsa, yaşayacağım, gene deniz üzerinde, aynı hayat değil mi? Ve hiçbir milyarderin, hele bizim ülkemizde yaşamadığı, yaşayamayacağı bir hayat... Özgür ve de dümdüz açık!”
       Metin, İzmir’de Aylaların evini görünce çok şaşırıyor. Çok lüks döşenmiş evi sevmiyor, ısınamıyor. “Ve onca şey var da, ne tuhaf! Bir tek kitap, koca L salon-salamanje... Bir tek kitap yok görünürde!” Oysa Metin’in yardımcısı İsmet teknede boş zamanlarında sürekli kitap okuyor. Yazarın bu ayrıntıyı özellikle vurguladığını anlıyoruz.
       Metin evlenmekten korkuyor. Daha önceki evliliklerinden edindiği tecrübeyle korkusunun nedenini şu cümlelerle açıklıyor: “Sanki her şey o gün (Evlendiklerinde F.T) birden değişecek, sevgiler sorumluluk, özlenen beraberlik bir zorunluluk olup başkalaşacak, yitecekmişçesine.”
        “Böyle bir şeyi altetmeye, uğraşmaya, didinmeye, sonunda, kazansa da, kaybetse de ‘yaşadım’ demeye değerdi. Anladı.” Yazara katılmamak mümkün mü?
        Elimdeki kitap birinci baskı: Ağustos 1978. Milliyet Yayınları’ndan çıkmış. 459 sayfa. Türk edebiyatının klasikleri arasında yer almayı hak eden bir roman. Romanın ana karakterleri her yönleriyle işlenmiş, capcanlılar. Romanda yer alan yan karakterler bile aynı başarıyla okuyucuya sunulmuş. Romanın kurgusu mükemmel; sürükleyici... Üslubu, kullanılan dil de özgün... Öyleyse sormak gerekmez mi, romana neden hak ettiği değer verilmiyor?  
                             13.04.2018 / Kdz. Ereğli