11 Mayıs 2020 Pazartesi



Melissa, İlayda, Nuray,
Kaan ve Mert;





GÜZEL SON


Bahçe nöbetimin olduğu gündü. Havalar gittikçe soğuyordu. Öğrenciler teneffüslerde bahçeye çıkmak yerine içeride kalmayı yeğliyorlardı. Öğlen arasıydı, bahçede birkaç öğrenci vardı. Bayrak törenlerinin yapıldığı Atatürk heykelinin bulunduğu alanda bir grup öğrenci aralarında hararetli hararetli konuşuyorlardı. Yanlarına gittim. Beni görünce sustular.
“Neden sustunuz çocuklar?”
Yanıt vermediler, gülümsemekle yetindiler.
“Anlaşıldı, özel!”
“Çocukça şeyler, öğretmenim…” İlayda’ydı, o susunca diğerleri bu kez kıkırdayarak güldüler.
“Bak, iyice merak ettim, şimdi.”
Yine ses yoktu.
“Sizi yalnız bırakayım öyleyse,” deyip yürümeye başladım.
Yanlarından ayrılırken yerde bir kağıt parçası gördüm. Eğilip kağıdı aldığımda tören alanın çöple dolu olduğunu fark ettim. En iyisi çocuklardan yardım istemekti; öyle de yaptım.
“Çocuklar, yardım edin de alanı temizleyelim. Bugün tören var.”
Çocuklar, çöp toplamak bizim işimiz değil ki, dercesine şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı. Yanıma gelmelerini istedim. Beş kişiydiler. Hepsi benim öğrencimdi, derslerine giriyordum, aynı zamanda sınıf öğretmenleriydim. Bu iyi diye düşündüm. Beni kıramazlardı nasılsa. Karşımda durmuş, öylece bana bakıyorlardı.
“Neden susuyorsunuz çocuklar?”
“Öğretmenim, görevliler var, onlar yapsınlar, onların işi,” dedi İlayda.
“Evet, öğretmenim, İlayda doğru söylüyor.”
Nuray, sessiz sakin bir kızdı. O da itiraz ettiğine göre, onlara bu işi yaptırmam zor demekti. Kolayca vazgeçmeyecektim ama.
“Şimdi, size bir şey anlatacağım, dinleyin öyle karar verin,” dedim ve anlatmaya başladım. “Haftanın bazı günlerinde, öğretmenlerimiz bize çevre temizliği yaptırırdı. Çocukluğumda buna mıntıka temizliği derlerdi. O zamanlar ben de sizin gibi düşünürdüm, öğretmenlere kızardım. Aradan yıllar geçtikten sonra yaptığımız işin önemini kavradım…” Susup anladınız mı dercesine yüzlerine baktım.
“Ama öğretmenim görevliler para alıyorlar, onların yapması doğru değil mi?” Melissa da böyle düşünüyorsa çabam boşunaydı. İsteğimi geri çevireceğini hiç ummuyordum. Öğrencilerime inanmadıkları bir şeyi yaptıramazsınız, onların bu özelliğini bilmeme rağmen bozuldum. Hayır, pes etmeyecektim, ben de kararlıydım.
“Siz benim öğrencilik anılarımı dinlemeyi seviyorsunuz, değil mi?”
“Tabii seviyoruz, öğretmenim.” Kaan okulumuza bu yıl gelmişti. Çekik gözlü, minyon yapılı bir çocuktu. Ağzından lafı kerpetenle almak deyimi tam ona göreydi. Sınıfta sesi pek çıkmazdı. Ama iyi bir dinleyiciydi. Şimdi de dinlemeye hazırdı.
“Ortaokul ikinci sınıfta fen bilgisi öğretmenimiz vardı. Aynı zamanda müdür yardımcısıydı. Mavi gözlü, güzel bir adamdı. Onu Atatürk’e benzetirdik…”
Melissa heyecanla sözümü kesti:
“Aa, gerçekten benziyor muydu öğretmenim?”
“Evet, çok benziyordu. Bir gün sınıfta bize bir anısını anlattı: Bir törende temizliğin önemi hakkında konuşuyormuş. Yerlere kağıt atmayın, çevre temizliği önemlidir, aslan yattığı yerden belli olur, tarzında şeyler anlatıyormuş. Konuşurken bir yandan da elinde renkli bir şeker kağıdını kıvırıyormuş. O, bunun farkında değilmiş. Kağıt iyice küçülünce…” Susup sizce ne yapmıştır dercesine yüzlerine baktım.
“Yere mi atmış, öğretmenim?”
“Hayır, öğrencileri de öyle sanmış. Buruşturduğu kağıdı cebine koymuş. Bunları, sonradan öğrencileri söyleyince öğrenmiş. Çocuklar, ‘Hocam, sizi dinlerken gözümüz hep kağıttaydı, yere atacağınızı bekliyorduk, ama yanıldık.’ demişler.”
“Biz de yanıldık öğretmenim, güzel bir anıymış, etkilendim…” Melissa’nın gözlerinin içi gülüyordu. İçimden ona sarılmak, aferin benim kızıma demek geldi, kendimi tuttum. Olumlu düşünce anında diğerlerini de etkileyecekti; öğrencilerden birini ikna ederseniz arkası kendiliğinden gelirdi. Öyle de oldu, diğerleri de onu onayladı.
“Öğretmenimin anlattıklarından iki önemli ders çıkarabiliriz çocuklar: Birincisi davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. İkincisi de böylesi güzel davranışları içselleştirmek gerekir. Yani zorunluluktan değil de içimizden geldiği için çevremize özen göstermeliyiz.”
“Öğretmeniniz yaşıyor mu?”
Soru karşısında bir an durakladım. Adını bile unutmuştum o değerli öğretmenimin. Üzüldüm.
“Bilmiyorum Mert, ben ortaokuldan sonra yatılı okula gittim. Öğretmenim Bursa Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde uzun yıllar çalıştı sanırım. Bir daha görmedim.” Üzüntüm sesime yansıyınca konuyu değiştirdim. “Bana yardım edecek misiniz?”
“Ben varım öğretmenim,” diyerek hemen işe koyuldu Kaan.
On dakika içinde tören alanı tertemiz olmuştu. Eğer ders zamanı gelmeseydi diğer bölümlere de geçeceklerdi. Hızlarını alamamışlardı.
“Çok teşekkür ediyorum çocuklar, beni kırmadınız.”
“Öğretmenim, siz dediniz diye değil…” İlayda’nın sözünü Melissa tamamladı: Biz de içselleştirdik…”
“Sizinle gurur duyuyorum çocuklar!”
“Biz de sizinle, öğretmenim!” Nuray’dan ilk kez böyle bir söz duyuyordum. Demek ki çocuklarla yakınlaştıkça onlar da duygu ve düşüncelerini rahatça ifade edebiliyorlardı.
“Oyalanmayın, önce gidip ellerinizi yıkayın, geç kalmayın!” Arkalarından “Sizi çok seviyorum!” diye bağırırken onlar çoktan okula girmişlerdi.
*
‘Öykü tadında yaşanmışlık’ derler ya, aynen öyle geçmişti öğlen arası. Düşünmeden edemedim, öyküleştirmek istesem nasıl yazabilirdim bu ânı? Çöp toplamanın, çevre temizliği yapmanın ilginç bir yanı yoktu ki. Yazarlık konusunda kendime Sabahattin Ali’yi usta bellemiştim. Onun olay örgüsüne kattığı psikolojik derinlik ve öykülerinin şaşırtıcı sonla bitişi beni hep etkilemiştir. Seçtiği konular ne denli sıradan, gündelik şeyler olsa da yukarıda belirttiğim iki özellik, öykülerinde mutlaka bulunurdu… Yine de yazmak isterdim. İlayda, Melissa, Nuray, Mert ve Kaan’ın da içinde yer alacağı bir öykü, onlara verilebilecek çok güzel bir ödül olurdu.
Aynı günün akşamında, önemsiz bir olayın bile bazen sürprizle bitebileceğini öğrendim. Bayrak töreni için alana toplanmış, okul yöneticilerinin gelmesini bekliyorduk. Sınıf öğretmenleri öğrencilerini sıraya sokmuş, sınıflarının başındaydılar. Düzeni korumaya çalışıyorlardı. Öğrenciler uzun süre toplu halde hareket etmeden duramazlar; önce aralarında konuşmaya başlarlar, sonra düzeni bozarlardı. Baktım, benim sınıf da karışmaya başlıyor, hemen müdahale ettim. Bana kulak verirlerse kendi aralarında konuşmaz sırayı da bozmazlardı.
“Mellissa, İlayda; çöpleri toplamakla iyi yapmışız değil mi, bakın alan tertemiz?”
Kızları beklemeden sorumu Mert yanıtladı:
“Evet, öğretmenim!”
“Ne? Siz çöp mü topladınız?”
Kimin konuştuğunu anlayamadım. Alay edermişçesine sorulmuş bir soruydu. Mert’in de kızların da yüzü asılmıştı. Üzüldüm, kendime kızdım, ne diye bu konuyu şimdi açmıştım. Diğer öğrencilere kısacık sürede neyi, nasıl açıklayacaktım? Neyse ki yöneticiler geldi de bu can sıkıcı durumdan kurtuldum.
Kulaklarıma inanamadım. Böyle bir sürprizi hiç beklemiyordum. Bir hikayenin sonu ancak bu denli güzel bitebilirdi. Yöneticimiz elinde mikrofon öğrencilere konuşuyordu:
“Sevgili öğrenciler, şimdi sizin karşınıza beş arkadaşınızı çağıracağım. Onlar bugün bu alanı temizlediler, görevleri olmadığı halde yerlerdeki çöpleri topladılar. Onların sayesinde tertemiz bir alana toplanmış bulunmaktayız... Mellissa, İlayda, Nuray, Mert, Kaan; gelir misiniz yanıma çocuklar?”
Beşinin de yüzü al aldı, şaşkındılar. Bir bana bir yöneticiye bakıyorlardı. Kararsızdılar.
“Hadi, çekinmeyin, gelin…”
Okulun tüm öğrenci ve öğretmenlerinin karşısında coşkuyla alkışlanırken öğrencilerimin gözlerindeki gurur ve mutluluk görülmeye değerdi. Gözleri ışıl ışıldı… Benim de…
                                                        Mayıs 2020 / Kdz.Ereğli

  
 


10 Mayıs 2020 Pazar


Mert Eray, Adil Can, Ali Kerem,
Mustafa, Deniz, Egehan, Kaan,
Mehmet Eren ve Serkan;





ARKADAŞ CANLISI


Doğadaki canlanma, Bodrum’da baharın gelmesini beklemez; daha şubat bitmeden uyanış başlar. Aslına bakarsanız bahar Bodrum’dan hiç gitmez; başta, yöreye özgü meyveler olmak üzere her mevsim yeşil kalan ağaçlarla bezelidir Bodrum Yarımadası... Soğuklar derseniz bir ay ya hissedilir ya hissedilmez. En soğuk günlerde bile, güneş göründüğünde marina, kafeler, deniz kenarları güzel havanın tadını çıkaranlarla dolar…
Nisanın ortaları, her taraf ışıl ışıl, renkler daha bir berrak, hava hafiften esintili, güneş tam tepede, öğlen arası… Küçük bir futbol sahasında maç yapan çocukların cıvıltıları doğanın şenliğine eşlik ediyordu. Beşinci ve altıncı sınıf öğrencileri arasında kıran kırana geçen maçın seyircileri de en az, futbolcular kadar kendilerini oyuna kaptırmışlardı.
Futbol sahasının dört bir yanı yedi sekiz metre yüksekliğinde demir tel örgülerle çevriliydi. Seyircilerin maçı izleyecekleri alanlar yok denecek kadar azdı. Taç çizgilerinden biri demir tellere bitişikti, sahanın diğer kenarı ise bir metre genişliğinde ya vardı ya yoktu. Kale arkaları da aynıydı, sadece birinin arkasında durulabiliyordu. Futbolcularla saha kenarındaki çocukların çarpışması an meselesiydi, bazen oyunculardan biri hızını alamayıp kenardaki arkadaşlarının arasına dalıyordu. En komiği ise seyirci çocuklardan birinin, üzerine gelen topla sahaya dalıp karşı kaleye şut atmasıydı. Oyuncular bu tür hareketlere aldırmadan maça devam ediyorlardı.
Kalenin hemen yanında iki erkek öğretmen hem maçı izliyor hem de maç yorumcuları gibi futbolcular hakkında sohbet ediyorlardı. Sadece yorum yapmıyor, bazen kendilerini tutamayıp bir teknik direktör tavrıyla çocuklara taktikler veriyorlardı:
“Top nerede hepsi orada, biri boşa kaçsa, topu ona atsalar…”
“Ali Kerem topu ayağında çok tutma! Tek başına oynama! Deniz boşta, ona at!”
“Bizi duymuyorlar ki! Defansta kimse yok.” 
“Serkan! Geri gel, savunmayı bırakma!”
“Ali Kerem’in ayağına top yakışıyor, baksana kaç kişiyi çalımladı.”
“Kesin, ileride büyük bir futbolcu olur bu çocuk. Dersleri de iyi.”
“Bodrum’da bir kulübün altyapısında oynuyormuş.”
 “Adil Can da çok iyi, boyuna posuna bakmadan kendinin iki katı büyüklüğündeki rakibine nasıl da daldı…”
“Bunlar sahada böyleler, sınıfta sakinler…”
“Serkan’a baksana terden su içinde kalmış, bir ileri bir geri koşuyor.”
“Beşinci sınıflarda daha iyi oyuncular vardı, neden takımı böyle kurmuşlar?”
“Yemekhaneden erken gelenler takıma giriyormuş. Öğlen arası kısa, zaman kaybetmek istemiyorlar, maça hemen başlıyorlar.”
“Anladım; diğer zamanlarda oynama fırsatı bulamayan öğrenciler yemeklerini çabucak yiyip sahaya koşuyorlar…”
Beşinci sınıfların as futbolcularından Ali Kerem ve Adil Can “Biz onlara yeteriz!” deyip orada hazır bulunan arkadaşlarıyla takımı kurmuşlardı. Kaleye Mert Eray’ı almışlardı. Mert Eray “Ben kalecilikten anlamam, başka birini bulun,” dese de ısrarlar üzerine kaleye geçmişti. Kalede yerini alırken “Baştan söylüyorum, gol yersem bana kızmayın ama!” demişti.
Mert Eray, maç başlar başlamaz arka arkaya iki gol yedi. Hırsından ağlamaklıydı. Gözü saha içinde, kulakları kalenin yanında maçı izleyen öğretmenlerindeydi. Yediği son golden sonra, üzgün bir sesle “Öğretmenim ben basketçiyim, kaleci değilim, onları kıramadığım için kaledeyim…” dedi. Sesindeki mahcubiyetten yediği golleri kabullenemediği anlaşılıyordu.
Takımlar yedişer kişiden oluşuyordu. Kalecilerin dışındaki on iki çocuk bir o kalenin, bir bu kalenin önündeydiler. Topu çocukların arasından geçirip gol atmak imkansız gibi bir şeydi. Karşılıklı üçer gol atılmıştı. Maçın sonu yaklaşıyordu. Beşinci sınıflar altıncı sınıflara göre daha hırslıydılar. Galibiyet şansını yakalamanın coşkusuyla bastırıyorlardı. Karşı kaleye doğru topla giden Ali Kerem’e arkadaşları yalvarıyordu: “Pas ver! Pas ver!” Uyarılar üzerine Ali Kerem birden topa basıp çevresine bakındı. Sahanın sağ tarafında Adil Can’ı gördü. Topu sektirip Adil Can’a attı. Adil Can o küçücük gövdesiyle yaylanıp topa gelişine öyle bir vurdu ki top tel örgüleri aşıp dışarı kaçtı.
“Ne yaptın?”
“Koş, git getir!”
“Topu kaçıran alır…”
 Bağıran bağıranaydı. Öfkeden çok hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Şurada oynayabilecekleri üç dört dakikaları kalmıştı. Topu bulup getirene kadar ders başlayabilirdi. Adil Can koşarak sahadan çıkarken Mert Eray’a “Sen de gel,” dedi. Mert Eray arkadaşının isteğini ikiletmeden ağır adımlarla onun ardından yürüdü. Sahadaki çocuklar kendilerini yere atmış dinleniyorlardı. Seyirciler ise sahaya doluşmuşlardı. Koşanlar, hoplayanlar, alt alta üst üste yuvarlananlar halı sahayı panayır alanına çevirmişti...
Adil Can sahanın kenarından dolanıp bahçeye açılan kapıdan içeri girdi. Mert Eray daha bahçe kapısına gelemeden bir nöbetçi öğretmen onu durdurdu:
“Nereye gidiyorsun? Hadi içeri, ders başlıyor!”
“Öğretmenim…” Nöbetçi Öğretmen, Mert Eray’ın sözünü keserek daha gür bir sesle bağırdı. Lisede öğretmenlik yapan kadın öğretmenin sert mizacını tüm öğrenciler biliyordu. Hepsi ondan çekinirdi. İstemeyerek geri döndü, ama aklı da Adil Can’da kalmıştı.
Okul bahçesinde nöbet tutan öğretmenler arkada, öğrenciler önde okul binasına girerken Adil Can hâlâ bahçeden dönmemişti…
Mert Eray, sınıfa girer girmez pencerenin önüne koştu. Kaygılıydı. İçinden söylenip duruyordu. Aklına kötü şeyler geliyordu. Arkadaşını yalnız bırakmayacaktı. Başıboş köpeklerin bahçede gezindiklerini birkaç kez görmüştü. Ya Adil Can’a saldırmışlarsa… Kendini öylesine kaptırmıştı ki öğretmenin sınıfa girdiğini bile fark etmemişti. Adeta cama yapışmıştı. Onun bu hali öğretmenin dikkatini çekti:
“Mert, yerine otursana, ders başlayacak.”
“Öğretmenim, Adil Can dönmedi ona bakıyorum.”
“Anlamadım!”
“Top bahçeye kaçmıştı…” Boğazı düğümlendi. Sesi ağlamaklıydı.
“Ee?”
“Topu almaya bahçeye girdi, dönmeyince…”
Öğretmen “Git, bak bakalım” der demez, Mert Eray yerinden fırladı. Bu hareket hiç ona göre değildi. Onun salınarak ağırdan yürüdüğünü bilen arkadaşları Mert Eray’ın arkasından bakakaldılar. 
*
Adil Can bahçede topu ararken ayağı kaymış, yere düşmüş. Neyse ki kendini çabuk toparlamış, ama başı döndüğünden yerinden kalkamamış. Nefes almakta güçlük çekiyormuş. Bir ara boğulacağını sanmış. Bağırıp yardım da isteyememiş. Sesi çıkmıyormuş. Zaten bahçede ondan başka kimse de yokmuş; ağaçların altında, dışarıdan fark edilmesi de mümkün değilmiş. Çaresiz oturup beklemiş. Onun ifadesine göre korkmamış, korkacak bir şey yokmuş ki! Yorgunluk, halsizlik derken uykuya dalmış. Mert Eray’ın sesiyle uyanmış… Yine Adil Can’ın demesine göre bu olay iyi ki olmuş; bu yaşına değin bilmedikleri hastalığını öğrenmişler. Astımı varmış. Erken teşhis hastalığının ilerlemesini engelleyeceği gibi tamamen iyileşmesini de sağlayabilirmiş. Tüm bunları üç gün sonra okula dönen Adil Can’dan öğrendi arkadaşları. Tek kişilik sırasında bir ayağı yerde diğeri sandalyede, elleri çenesinin altındaki dizinde sakin bir şekilde anlatmıştı. Onun sırada oturuşu hep böyleydi. Bu haliyle büyümüşte küçülmüş bir adam edasındaydı. 
Asıl sıkıntıyı çeken, olayın etkisinden kurtulamayan Mert Eray’dı. Aradan onca zaman geçmesine karşın kendine gelememişti. Yüzü hiç gülmüyordu. Sakin, sessiz çocuk iyice içine kapanmıştı. Annesi, babası, öğretmenleri “Artık kendini üzme!” dedikçe, o aynı sözleri yineliyordu:
“Adil Can’ı yalnız bırakmamalıydım. Ya Adil Can’ın başına bir şey gelseydi! Baygınken bahçeye köpek falan girseydi,  ona saldırsaydı…”
“Bayılmamış, sen öyle sanmışsın…”
“Hayır, baygındı…”
“Tamam da senin bir kusurun yok, nerden bilebilirdin…”
“Bilmem gerekmez ki, orası ıssız yer, nöbetçi öğretmenden korkup okula döndüm…”
“Olaya iyi tarafından bak bir de; çocuğun rahatsızlığı varmış, bu olay sayesinde öğrendiler…”
“Daha kötü de olabilirdi…”
“Olmadı ama!”
Benzer konuşmalar hafta boyu sürdü gitti. Ta ki rehberlik öğretmeniyle yaptığı son konuşmaya değin:
“Mert, duyarlılığını anlıyorum, hepimiz seninle gurur duyuyoruz. Kötü bir olay yaşadığımızda elbette üzüleceğiz. Ama zamanı gelince de normal hayatımıza döneceğiz…”
“Öğretmenim, haklısınız, elimde değil…”
“Biz senin gibi düşünmüyoruz; annesi babası, hepimiz, iyi ki hastalığı bu şekilde açığa çıktı diyoruz…”
“Haklısınız, ama ya arkadaşlarım, onlar ne düşünüyor?”
“Adil Can’la konuştun mu? Asıl onun ne düşündüğü önemli.”
“Konuştum, üzülme, geçti dedi…”
“İyi işte!”
“Öğretmenim, benim davranışım arkadaşlığa sığar mı? Zor anında arkadaşımın yanında değildim.”
“Böyle şeyler herkesin başına gelebilir; kimileri senin gibi, olayı daha yoğun duygularla yaşar. Ancak zamanla etkisi geçer. Bu olayı yıllar sonra güzel bir anı olarak anımsayacaksın. Belki de unutacaksın.”
“Hayır, unutmam!”
“Böyle davranarak anneni, babanı, bizleri üzdüğünü hiç düşündün mü? En çok da Adil Can’ı üzdüğünü biliyor musun? O, bu olayı unutmaya çalışırken sen hep ona hatırlatıyorsun. Senin üzülmen onu da üzüyor. Onunla konuştum, sana üzüldüğünü söyledi…”
Bu sözler üzerine Mert Eray dolan gözlerini yere eğdi. Bir şeyler söylemek istedi, yutkundu, sesi çıkmadı.
“Sen arkadaş canlısı çok iyi bir çocuksun Mert; duyarlı ve iyi kalplisin, Adil Can da öyle… Şimdi git, arkadaşınla konuş, duygularını onunla paylaş.”
Mert Eray tam odadan çıkacakken, öğretmenine dönüp minnet dolu bir sesle “Çok teşekkür ederim,” dedi. 
*
Mayısın ilk günleriydi. Havalar iyice ısınmıştı. Çocukların sıcağa aldırdığı yoktu. Öğlen arasında beşinci ve altıncı sınıf öğrencileri halı sahada maç yapıyorlardı. Bu kez beşinci sınıfların takımı en iyi oyunculardan kuruluydu. Kalede Mustafa vardı. Elinde koca eldivenlerle arkadaşlarına güven veriyordu. Kaan ve Egehan geride, Deniz ve Mehmet Eren ortada, Adil Can ve Ali Kerem ileride oynuyordu.  Seyirciler saha kenarında ve kale arkalarında yerlerini almışlardı. Mert Eray, Mustafa’nın koruduğu kalenin yanında Serkan’la birlikte maçı izliyorlardı.  Arkadaşları, kaleye onun geçmesini istemişlerdi, ama o kabul etmemişti.
          “Mustafa çok iyi kaleci, o oynasın. Ben basketçiyim,” demişti…                                            
                                                       Mayıs 2020 / Kdz.Ereğli