28 Ağustos 2018 Salı





YARALI KUMRU

 

Öğlende yemekhaneden koşarak çıktılar. Gidecekleri yer belliydi, okulun taşla kaplı olmayan çimenlik yerinde oynamayı çok seviyorlardı. Burası okulla mandalina bahçesinin arasında kalan yeşil alandı. Mandalina bahçesini çevreleyen tel örgüler biraz aşağıda kalıyordu. Yeşil alan hafif eğimle tel örgülere kadar uzanıyordu. Fazla geniş değildi, ama onlara yetiyordu. Tel örgülerin spor salonuna yakın kısmında bir kapı vardı. Bahçeye açılan bu kapı genelde hep kapalıydı. Çocukların mandalina bahçesine girmelerine izin verilmiyordu çünkü.

Nisan ayının sonlarıydı. Hava güneşliydi. Çocuklar çimenlerin üzerinde daire olmuş oturuyorlardı. İçlerinden biri aniden yuvarlanarak tel örgünün dibine kadar indi. Onu gören diğerleri de yuvarlanmaya başladı. Bazen ters dönüp birbirlerine çarpıyorlar ya da aşağıda üst üste geliyorlardı.

Zamanın nasıl geçtiğinin farkında değillerdi. Yuvarlanan her öğrenci tekrar denemek için birkaç metrelik yokuşu aceleyle tırmanıyordu. Ders saati yaklaştıkça birer ikişer eksildiler. En sona Zeynep, Eylül ve Orhan Ege kalmıştı. Orhan Ege birden yerinden kalkıp tel örgüye koştu. İleride mandalina ağaçlarının altında bir kuşun çırpındığını, uçmaya çalıştığını görmüştü.

“Zeynep bakın kuş yaralı!” diye arkadaşlarına seslendi. Zeynep ve Eylül hemen onun yanına geldi.

“Köpekten kaçıyor!” diye bağırdı Eylül ağlamaklı bir sesle.

“Kurtaralım, yoksa kuşu yiyecek!” dedi Zeynep.

“Kuş değil güvercin.”

“Güvercin de kuştur,” diye çıkıştı Orhan Ege’ye Zeynep.

“Kumru, kumru!” diye bağırarak kapıya koştu Eylül.

Kapı açıktı.

“Gelseniz ya, içeri girelim, bizi görünce kaçar köpek.”

Orhan Ege ve Zeynep de kapıya geldiler. Üçü de öylece durmuş ilk adımı arkadaşının atmasını bekliyordu. Kızlar Orhan Ege’ye bakıyorlardı, onlara göre, önce onun harekete geçmesi gerekiyordu. 

“Girsene Orhan Ege!”

Orhan Ege dönüp Eylül’e baktı, sen neden girmiyorsun dercesine.

“Bahçeye girmek yasak ama!”

“Korkuyorum demiyorsun da…”

Kızların kıkırdayarak gülmeleri üzerine yavaş adımlarla içeri süzüldü Orhan Ege. Diğerleri de arkasından geldiler. Kumruya yaklaştıklarında, kuş ürkerek kaçmak istedi. Havada birkaç kanat çırpabildi. Üç metre kadar aşağı, bahçenin ortasına doğru giden kuşu çocuklar da takip etti. O an, orada bir de kedi olduğunu gördüler.

“Kediden kaçıyor kuş!”

“Kovalım kediyi.”

Orhan Ege kedinin üzerine doğru yürüdü. Kedinin kaçmaya hiç niyeti yoktu. Uzakta duran köpek kulaklarını dikmiş onlara bakıyordu.

“Üçümüz ayrı ayrı yerleri tutalım,” dedi Zeynep.

“Çok iyi fikir Zeynep, ben şu tarafa geçeyim,” diyerek kediyle kuşun arasına girdi Eylül. Kedinin önünü kapatmıştı.

“Sen de oraya geç Orhan Ege, köpeği engelle,” dedi Zeynep.

“Neden ben köpeğin tarafına geçiyormuşum,” diye itiraz etti Orhan Ege.

“Her şeye de itiraz etme Orhan Ege; geç işte!”

Orhan Ege denileni yaptı. Kumru şimdi üçünün oluşturdukları üçgenin içindeydi. Kedi yere sinmiş fırsat kolluyordu. Çaktırmadan yerde sürünerek kumruya yaklaşıyordu. Eylül, kediye atmak için yerden bir şeyler arandı. Bulamayınca elini sallayarak bağırdı.

“Pisst! Git buradan!”

Kedi aldırmadı, gitmeye hiç niyeti yoktu. Kuşu onun yaraladığı anlaşılıyordu. Köpek sonradan oraya gelmiş olmalıydı.

“Köpek masuma benziyor, ondan zarar gelmeyecek sanırım,” dedi Orhan Ege.

“Sakın ayrılma oradan hiç belli olmaz.”

“Doğru diyor Zeynep, gözünü köpekten ayırma.”

“Tamam da daha ne kadar bekleyeceğiz bu halde?”

Daha sözünü tamamlayamadan kumru yeniden havalandı. Bu sefer on on beş metre uçabildi. Kedi de ardından koştu. Üçü birden bağırarak kedinin üzerine yürüdü. Zeynep yerden kaptığı bir sopa parçasını kediye fırlatınca ancak engelleyebildiler kediyi. Köpek geri kalır mı, o da onlara doğru koştu. Bu şekilde bahçenin sonuna değin gelmişlerdi. Eğer kumru aşağıdaki tel örgüleri aşarsa arık onu koruyamazlardı.

“Orhan Ege, sen aşağı geç kuşun yolunu kapat, daha fazla gitmesin.”

Bu kez Orhan Ege ses etmeden Eylül’ün komutuna uydu. Hafif kilolu olduğundan ağır adımlarla dolanıp tel örgüye kadar gitti. Kilosu değil de gözlükleriyleydi onun asıl sorunu. Yeni takmaya başlamıştı. Beşinci sınıfa gelene değin kimse ondaki görme bozukluğunu fark etmemişti. Matematik öğretmeni bir gün, “Orhan Ege senin uzağı iyi göremediğini düşünüyorum, annene söyle seni göz doktoruna götürsün,” demişti. Gerçekten de gözleri bozuk çıkmıştı. İki de bir burnunun üzerine kayan gözlüklerini düzeltmekten bıkmıştı. Doktoru birkaç aya alışacağını söylemişti.

“Kuşun bir arkadaşı varmış bakın!” Zeynep büyükçe bir mandalina ağacındaki gri kumruyu gösteriyordu.

“Arkadaşına yardıma gelmiş demek ki!”

“Daha önce okumuştum kumrular hep çift gezerlermiş, yaralı kuşun eşidir mutlaka. Eşi ölürse o da yaşayamazmış.”

Zeynep bilgisini arkadaşlarıyla paylaşmanın keyfiyle anlında biriken terini sildi. Onun da Orhan Ege’den kalır yanı yoktu, kilosunda azıcık fazlalığı vardı. Böyle göründüğüne bakmayın, çok iyi tenisçiydi. Bodrum’da tenis şampiyonalarında dereceleri vardı, okulun da en iyi kız tenisçisiydi. Beşinci sınıfa gitmesine karşın kendinden çok büyük kızları rahatça yeniyordu. Yani görüntüsüne bakıp aldanmamak gerekir, tam bir sporcudur. Ayrıca sınıf arkadaşlarından da bir yaş küçüktü. Okula bir yaş erken başlamıştı, ama sınıfın en başarılı öğrencileri arasındaydı.

“İyi de bu durumdan nasıl kurtulacağız? Birimizin gidip yardım istemesi gerekiyor,” dedi Eylül.

Eylül de çok başarılı bir öğrenciydi. Başta müzik olmak üzere birçok sosyal etkinlikte yer alıyordu. Çok iyi piyano çalıyordu. Beşinci sınıfa başlarken yapılan sınavda okul birincisi olmuştu. Elbette ki böylesine zor anlarda doğru çözümler bulacaktı. “Derslerdeki başarı günlük hayata yansımıyorsa bir değeri yoktur,” derdi babası.

“Ben gidip haber vereyim,” dedi Orhan Ege.

“Hayır, sen oradan ayrılma!” İki kız aynı anda bağırmıştı. Onların bağırtısına ürken kuş yeniden havalandı. Bu kez iyice yükseğe çıkabilmişti. Kanatlarından düşen tüyler etrafta uçuşurken o da ağacın dalındaki eşinin yanına kondu. Üçü aynı anda sevinç narası attı. Onların sevinci köpeği de kediyi de ürküttü. Köpek arkasını dönüp yukarı doğru yürüdü. Kedinin gözü hâlâ ağaçtaki kumrulardaydı.

“Kedi gideceğine köpek gitti. Köpek ağaca tırmanamaz ama kedi tırmanır arkadaşlar. Tehlike geçmedi.”

Zeynep’i Eylül de onayladı.

“Kovalım onu da,” diyerek kedinin üzerine yürüdü Orhan Ege. Diğerleri de onun ardından kedinin üzerine doğru koştular. Daha fazla dayanamayan kedi inadı bırakıp gidince o da köpeği takip etti.

“Yaşasın kazandık!” diye bağırdı Eylül.

“Şunların mutluluğuna bakın, sanki bize teşekkür ediyorlar.”

Kumrular çok güzel görünüyorlardı. Kendilerine özgü sesi çıkarıyorlardı. “Gur, gur…”

“Haklısın Zeynep, bize teşekkür ediyorlar.” Orhan Ege’ydi gururla konuşan.

“Biz görevimizi yaptık.”

“Arkadaşlara anlatsak inanamazlar…”

Mandalina bahçesi birden sessizleşti. Önemli bir şeyi anımsamış gibi birbirlerine baktılar. Üçünün de aklından aynı şey geçmişti: ders…

“Derse geç kaldık!” dedi Eylül şaşkın bir sesle.

“Çok mu geciktik?”

“Beş on dakika en fazla,” dedi Orhan Ege.

Oysa ilk ders bitmek üzereydi. Telaşla bahçe çıkışına koştular. Kapıya geldiklerinde Mehmet Eren’le karşılaştılar.

“Nerdesiniz? Herkes sizi arıyor! Okulda bakılmadık yer bırakmadık…”

Orhan Ege, Eylül ve Zeynep’in o andaki yüz ifadesi görülmeliydi. Zeynep’in yüzü allaşmış, Eylül’ün gözleri nemlenmişti. Orhan Ege oralı bile değildi. Alt dudağını sarkıtmış okula doğru yürüyordu. Onun aklı hâlâ kumrulardaydı. Gecikmişlerse ne olmuş yani? Bir kumrunun hayatını kurtarmışlardı. Üstelik kumrunun bir de eşi vardı. Eğer yaralı kuş ölseydi eşi de yaşayamazdı. Orhan Ege’ye kalsaydı cuma günü törende onlara madalya verilmeliydi.

Beş dakika sonra okul müdürünün odasındaydılar. Müdüre Hanım koltuğunda oturmuş soran gözlerle onlara bakıyordu. Kızgın mıydı ya da onlarla gurur mu duyuyordu bakışlarından anlaşılmıyordu. Olup biteni ayrıntısıyla Eylül anlattı. Unuttuğu ya da takıldığı yerde Zeynep araya giriyordu. Orhan Ege konuşulanlarla ilgisi yokmuş gibi bir havadaydı. Müdür yardımcısı ve diğer nöbetçi öğretmenler kapı girişinde onları izliyordu. Bir ara Zeynep’in bakışları onlara kaydı. Olayın ciddiyetini o zaman kavradı. İçi daraldı. Eylül’ün de ondan geri kalır yanı yoktu. Ağlamaklı bir sesle;

“Özür dilerim öğretmenim,” diyebildi.

Zeynep’in özrüne diğer ikisi de katıldı. Müdüre Hanım gözlerinde gülücükle ayağa kalktı.

“Çocuklar bu durumu şimdi konuşmayalım. Bahçeye girmekle kuralı çiğnediniz, dersinizi kaçırdınız, bizleri merakta bırakarak sorumsuzca davrandınız. Çok korktuk ve endişelendik. Diyeceksiniz ki bir can kurtardık.  Bu yönüyle bakılınca davranışınız doğru görünüyor. Ama…” Susup çocukların yanına kadar geldi. “Bunları şimdi konuşmayalım, aradan biraz zaman geçsin. İnanıyorum ki sakinleştiğinizde daha sağlıklı düşüneceksiniz...”

Zeynep ve Eylül ışıldayan gözlerle,

“Teşekkür ederiz öğretmenim,” dediler.

Hemen onların ardından Orhan Ege, zor duyulur bir sesle; “Teşekkür ederim,” dedi.

“Tehlikeyi göze alarak bir hayvanın hayatını kurtarmanız çok değerli bir davranış. Ancak okulun kurallarına karşı gelmeniz de o derece yanlış. Bakın aklıma ne geldi; Türkçe öğretmeniniz beşinci sınıflar arasında bir tartışma düzenlesin. İki grup kurulsun, bir tarafta davranışınıza doğru diyenler, diğer tarafta yanlış diyenler olsun. Bu tartışmalara bizim çocukluğumuzda münazara denilirdi… Anlaştık mı?”

“Evet!”

Üçü de çok mutluydu. Müdüre Hanımın güleç yüzü onlara da yansıdı. Ama çok sürmedi, Müdüre Hanım asıl sürprizi sona saklamıştı.

“Siz, üçünüz davranışınızın yanlışlığını savunan grupta olacaksınız. Münazaraların en güzel tarafı burasıdır çocuklar. Bir düşüncenin doğru olması kadar onun sağlam kanıtlarla ve ona en uygun yöntemlerle savunulası da önemlidir. Size en doğru gelen düşünce doğru şekilde savunulmazsa değersizleşir ve etkisini yitirir…”

O ana kadar sessizce duran Orhan Ege’den beklenmedik bir itiraz geldi.

“Ama öğretmenim ben yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum ki…”

Eylül’le Zeynep dönüp şaşkınlıkla arkadaşlarına baktılar. Orhan Ege hiç ummadıkları bir çıkışta bulunmuştu. Ne diyecek diye kaygıyla bakışlarını Müdüre Hanıma çevirdiler. Müdüre Hanım konuyu tartışmaktan yana değildi, kararlı bir sesle konuyu kapattı.

“İtiraz istemiyorum Orhan Ege, bu bir görevdir! Durumunuzu sonra görüşeceğimize hep birlikte karar vermiştik. Grubunuzun sözcüsü de başkanı da sen olacaksın. Şimdi sınıflarınıza gidebilirsiniz!” 

Üçü de boynunu büküp kabullendiler öneriyi. Müdüre Hanımın odasından çıktıklarında korku ve endişelerini geride bırakmışlardı. Sınıflarında kahraman gibi karşılanan bu üç öğrencinin yaşadıkları serüven bir hafta boyunca öğrencilerin gündeminde kaldı…

 

                          (28.08.2018 / AKBÜK)