23 Kasım 2019 Cumartesi


EMPATİ
-öğretmen sanatçıdır-





Kırk yıllık meslek hayatımın son günlerini yaşıyordum. Bir ay sonra okullar kapanıyordu. Önümüzdeki yıl çalışmayacaktım. Günler geçtikçe, ayrılık günü yaklaştıkça içimdeki hüzün de büyüyordu. Aslında bu duyguya alışkındım, ama her seferinde hiç yaşamamışçasına ayrılığın sancısını hissederdim. İki yıl daha çalışmayı planlıyorduk, eşimle kararlaştırmıştık; okuttuğu sınıfını dördüncü sınıftan mezun edene kadar Bodrum’da kalacaktık. Koşullar izin vermedi, buraya kadarmış dedik. Biraz üzgün, biraz buruktuk…
Öğrencilerimle elimden geldiğince daha fazla vakit geçirmeye çalışıyordum. Dersin bitiminde ağırdan alıp sınıftan hemen çıkmıyordum. Çocuklarla sohbet ediyorduk. Dersteyken birkaç dakikalık konuşmalar yapardım. “Sıra hayat dersinde!” derdim. Böyle anları öğrencilerim çok seviyordu. Hayat dersi dinlemeye doyamazlardı, hep anlatmamı isterlerdi. “Bugünlük bu kadar yeter, çocuklar!” deyip derse kaldığım yerden devam edecek olsam, itiraz ederler, “Lütfen, anlatın öğretmenim,” derlerdi. Sanmayın ki dersi kaynatmaya çalışıyorlardı. İçtenliklerine inanıyordum; çünkü dersin bitiminde dinlenmeye çıkmayıp tüm teneffüsü benimle geçirirlerdi.
Son günlerde öğlen aralarında sınıfta buluşmaya başlamıştık. Kürsünün etrafında en az beş altı öğrenci bulunuyordu. Akla gelmeyecek sorular soruyorlardı: “Beni benzettiğiniz eski bir öğrenciniz var mı?” “En çok sevdiğiniz ders hangisiydi?” “Çalışkan mıydınız?” Özellikle öğrencilik ve öğretmenlik anılarımı dinlemek istiyorlardı. Eski bir öğrencimi içlerinden birine benzetmem, benzetilen öğrenciyi mutlu ediyordu. O anda, geleceğiyle ilgili hayaller kurmaya başladığını yüzündeki gülümseyişinden anlıyordum…
Yine bir öğlen yemeğinden sonra sınıfa geldim. Kürsüye geçmemle öğrencilerim de etrafımı sardılar.
“Öğretmenim, sizce ben hangi mesleği seçmeliyim?” Soruyu soran Leyla’ydı. İki yabancı dil biliyordu. Birçok etkinlikte Almanca sunum yapmıştı. Sahneye yakışıyordu. Haliyle ona vereceğim yanıt belliydi.
“Sunucu…”
Sözümü bitirmemi beklemeden diğerleri araya girdi.
“Öğretmenim, ya ben?”
Hiçbirinin beklemeye niyeti yoktu. Ben de sırayla hepsine uygun bir meslek bulmaya çalıştım. Meslek seçimlerinde özen gösteriyordum. Hoşlanmadıkları, istemedikleri bir mesleğin adını duymak onları mutsuz edebilirdi.
“Sen, Tanem, avukat olursun.” Annesi avukattı. Yaşça ve boyca sınıfın en küçüğü idi. Gelip başını koltuğumun altına soktu.
“Sizi çok seviyorum öğretmenim,” dedi. Öyle çok sokulgan bir kız değildir, uzak dururdu benden. Bazen böyle, aniden yanıma gelip sevgisini ifade ederdi.
“Ben de seni çok seviyorum Tanem…”
Tanem’in en yakın arkadaşı Berra durur mu?
“Ya ben?”
“Sen en iyisi turizmci ol Berra…” Babasının Yahşi’de oteli vardı.
“Hakan, sen de çok iyi mühendis olursun…” Okula bu yıl gelmişti, matematiği çok iyiydi. Kürsüden uzaktaydı. Kızlardan fırsat bulamıyordu ki yanıma gelsin. Mahcup bir sesle teşekkür ederken çok hoştu.
“Deniz satranççı…” Okulun satranç takımındaydı Deniz. Satranç sayesinde onunla yakınlık kurmuştum. Satrancı sevdiğimi biliyordu. Birkaç kez de oynamıştık. Onu hep özendirmeye çalışırdım.
“Mustafa ile Egehan çok iyi futbolcu olurlar.” İkisi de sınıfın en yapılı öğrencisiydi. Egehan maçlarda kendinden geçerdi. Kan ter içinde kalırdı. Takım kaptanlığını hep Mustafa üstlenirdi, takımı o kurardı. Çok hırslıydı. Onlara futbolculuğu yakıştırmam ikisini de mutlu etti. Şakadan böyle söylediğimi, futboldaki başarılarını takdir ettiğimi anlamışlardı.  
Herkesten uzakta, sırasında, önündeki maketlerle uğraşan Güneş’i atlayamazdım.
“Güneş, sen merak etmiyor musun?”
Her zamanki gibi omuz silkti, hayır dercesine. Konuşmayı pek sevmezdi. Ağzından lafı cımbızla alırdım.
“Çocuklar, Güneş beni çok seviyor, değil mi?”
“Hayır, sevmiyorum!”
İki yıldır aramızda espri konusuydu. Dördüncü sınıftayken de dersine girmiştim. Derse katılmaz, başka şeylerle uğraşırdı. Dinlemiyormuş gibi görünürdü; ama kulağının bende olduğunu bilirdim. Sadece sınıf öğretmenini sevdiğini söylerdi. Bir gün ona “Güneş, seni çok seviyorum, sen de beni seviyor musun?” diye sormuştum. Tek kelimeyle yanıtlamıştı: “Hayır!” O günden sonra sevme/sevmeme, aramızda espri konusuydu.
“Çocuklar, Güneş’e bilim adamlığı yakışır,” dediğimde yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Çok zekiydi ve o da bunun farkındaydı.
Başından beri sınıfta dolanıp duran Ali Kerem kızları kenara iteleyerek yanıma sokuldu. O da okula bu yıl gelenlerdendi. Her dersin sonunda yanıma gelip “Bugün nasıldım?” diye sorardı. “Çok iyiydin,” yanıtını aldığında sevinçten havalara uçardı. Çok zekiydi, ama derslerde pek yerinde oturmazdı. Bu konuyu annesiyle konuştuktan sonra söz vermişti, derste sırasından ayrılmayacaktı. Sözünü tutmaya çalışıyordu, epey ilerleme göstermişti. O bilindik telaşıyla sorusunu yineliyordu:
“Ya ben? Ya ben? Ben!”
“Ya mimar ya da mühendis…”
“Teşekkür ederim öğretmenim.”
Yanıtını almıştı, duyması gerekenleri duymuştu, kürsünün önünü kızlara bırakabilirdi artık; öyle de yaptı. Onun boşalttığı yere Öykü geçti.  O da pek konuşkan değildi. Sınıfta iki Öykü vardı, o küçüğüydü. Onun merak ettiği benimle ilgiliydi:
“Öğretmenim, siz küçükken çalışkan mıydınız?”
“Yoo, çalışkan değildim, hatta tembeldim.” Bizim zamanımızda başarısız öğrenciler tembellikle nitelenirdi.
Birden hepsi dikkat kesildi. Duyduklarına inanamadıkları belliydi.
“İnanmayız öğretmenim!”
“Anlatayım öyleyse: İlkokul birinci sınıfta öğretmenim Arslan Beydi. Okumayı zor sökmüştüm. Babamın hatırına ikinci sınıfa geçirilmiştim sanırım. İkinci sınıfta, sınıfımız ikiye bölünmüştü, ben başka bir öğretmene düşmüştüm. Zihni Öğretmen okulumuza o yıl atanmıştı, kalan dört yılı onda okumuştum. Başarılı değildim, çarpım tablosunu bile zor ezberlemiştim. Ancak beşinci sınıfa geldiğimde kendimi göstermeye, derslerde söz almaya başlamıştım…”
“Öğretmenimin gözüne girmek için dersin dışında çok başka yollar deniyordum. Okulumuz kasabanın epeyce dışındaydı. Kasabaya götürülecek bir evrak ya da eşya olduğunda hemen öne atılırdım. Öğretmenim her seferinde beni gönderirdi; çünkü en kısa sürede gidip geleceğimi bilirdi. Okuldan çıktığımda uçardım adeta. Gidiş neyse de dönüşte yokuş yukarı çıkarken çok yorulurdum…”
“Öğretmeniniz sizi över miydi? Ne derdi size?”
“Överdi herhalde, anımsayamıyorum şimdi…”
Verdiğim yanıt onları pek tatmin etmemişti. Belleğimi zorlayınca bir mendil kapmaca oyununda “Aferin, bravo!” dediğini anımsadım.
“Evet, arada bir aferin alıyordum öğretmenimden.”
“Ya derslerde?” Soruyu yanıtlayamadan araya Tanem girdi.
“En sevdiğiniz ders neydi öğretmenim?”
“Bu da sorulur mu Tanem, tabii ki matematiktir.”
“Hayır, matematiği sevmezdim…”
“Aaa…” Hep bir ağızdan çıkmıştı hayret sesleri.
“Tarih dersini severdim. Hiç unutmam, beşinci sınıfta tarihten yazılı olmuştuk. Öğretmenimiz yazılı kağıtlarını sınıfta seslice okuyordu. Biz de, şimdi sizin yaptığınız gibi öğretmenimizin başına toplanmıştık. Sıra benim kağıdıma gelmişti. Okuduğu tüm yanıtlarım doğruydu. Yazdıklarım kitapla birebirdi, ayrıntılı yanıtlamıştım soruları. Öğretmenim puanlarımı topladı, sonuç dörttü. O zamanlar notlarımız beş üzerinden veriliyordu…”
“Yanlış mı toplamış öğretmeniniz?”
“Hayır, bilmediğim bir soruyu boş bırakmış, hiçbir şey yazmamıştım.”
“Öğretmeniniz ne dedi size?”
Soruyu hemen yanıtlayamadım. O güne gittim, her şey olduğu gibi gözümün önündeydi. Öğretmenimin sözleri, arkadaşlarımın bana bakışları, capcanlı anılarımdaydı. Öğretmenimin söyledikleri beni çok üzmüştü. Zaten’le başlayan bir cümle kurmuştu. Tümünü doğru bilemeyeceğimi, tam not alamayacağımı ima etmişti.
“Hatırlamıyorum…” Öğretmenimin sözlerini öğrencilerime söyleyemedim. Sesimden üzüntümü anladılar ama.
“Öğretmeninizi seviyor muydunuz?”
Duraksamadan yanıtladım.
“Tabii seviyordum. Şöyle anlatayım, bir babanın çocukları var, içlerinden biri haylaz, başarısız, baba ona sert davranır, belki sevgisini de belli etmez; ama onu sever yine de… Evlat da babasını sever…”
Susup çocukların yüzüne baktım, ikna olmamışlardı.
“Çok iyi bir öğretmendi, başarılıydı, müzik derslerinde sınıfa kemanıyla girerdi, çok güzel geçerdi derslerimiz. Bir piyeste bana da görev vermişti. Beni kazanmak için özen gösterdiğini sonradan anladım. Anlayacağınız üzerimde emeği büyüktür.”
“İyi öğretmenmiş…” Ali Kerem’di. Diğer çocuklar da ona katılınca sevindim. Öğretmenim hakkında güzel düşünmelerini istiyordum.
“Şimdi sıkı durun ve dinleyin; bugün yazıyorsam bunu Zihni Öğretmen’ime borçluyum…”
“Nasıl yani?”
“Son derslerimizde, zil çalmadan önce on beş dakika kadar bir romandan bölümler okurdu bize. Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe romanını okumuştu. Okuma saatlerini iple çekerdim. O zamanlarda radyoda ‘arkası yarın’ adlı bir program vardı, bir tiyatro oyunu radyoda canlandırılırdı. Çok sevilirdi. Öğretmenimizin okumalarını da ona benzetirdim.”
“Televizyon yoktu tabii…”
“Evet, yoktu… Öğretmenimi minnetle, saygıyla anıyorum hep…”
“Yaşamıyor mu?”
“Ne yazık ki yaşamıyor! Yıllar sonra onu Bursa’da bir durakta otobüs beklerken gördüm. Çiçeği burnunda bir öğretmendim. Yanına gidemedim, kendimi tanıtamadım… İçimden gelmemişti o an… O şekilde karşısına çıkarsam, ona nispet yaptığımı sanabilirdi. Böyle düşünmüştüm. Yanlış yaptığımı yıllar sonra anladım, öğretmenim benimle gurur duyardı, eminim…”
Sınıfta kısa bir sessizlik oldu. Çocukların bana bakışları çok hoştu, sanırım üzülmüşlerdi.
“Bakın ortaokul yıllarımı duyunca sevineceksiniz. Ortaokulda, sanki bana sihirli bir değnek değmişti, çok çalışkan bir öğrenci olmuştum. Hacı Kaya adında bir matematik öğretmenimiz vardı. Ders anlatırken bana bakardı, göz göze gelirdik, konuyu anlamak için gözlerimi ondan ayıramazdım. Yazılılarda, hep 10 üzerinden 10 alırdım, birinde 8 almıştım, ders boyunca ağlamıştım. Sınıfta çalışkan iki kız vardı, onlar 10 almışlardı…”
Az önceki üzüntülü hava gitmişti. Kızlarla erkekler arasında tartışma başlamıştı: “Kızlar daha çalışkandır!” “Hayır erkekler!” Bu anlamsız rekabette kızların benim yüzümden zor durumda kalmalarını istemediğimden araya girdim.
“Sanmayın ki yaramazlığı bıraktım, aynen devam ettiriyordum. Evde ders çalışmazdım, okulda teneffüs aralarında yapardım ödevlerimi. Derslerde bambaşka bir çocuğa dönüşürdüm. Öğretmenime odaklanırdım, sanırım başarımı buna borçluydum.”
“Matematik öğretmeninizi daha sonra gördünüz mü?”
“Hayır görmedim. Nereli olduğunu biliyordum, yıllar sonra arayıp telefonunu buldum. Onunla konuştum, özerimdeki emekleri için çok teşekkür ettim. Ne yazık ki beni hatırlamadı. Dersime sadece bir yıl girmişti.”
Kısa bir sessizlikten sonra başka sorulara geçtiler. İlk davranan Leyla’ydı.
“Lisede nasıldınız öğretmenim?”
“Orta halli bir öğrenciydim. Derslerimle sorunum yoktu, idare ediyordum. Sanata, spora daha çok zaman ayırıyordum. Çizdiğim karikatürler ve yazdığım kısa öykülerle bir duvar gazetesi çıkarıyordum.”
“Gazetenizin adı neydi?”
“Özgün!” Gazetemin adını coşkuyla söylemiştim. Bir an o günlere gitmiştim. Yüzümdeki gülücüğün çocukların gözünde yansıyışını fırsat bilip araya öğütlerimi sıkıştırdım: “Bir öğrenci sadece dersleriyle yetinmemeli; çok kitap okumalı, sanatla ilgilenmeli, tabii sporu da ihmal etmemeli.”
“Lisedeyken sevdiğiniz bir öğretmeniniz var mıydı?”
“Evet, matematik öğretmenim…” Gülerek sözümü kestiler.
“Şaşırmadık öğretmenim.”
“İnci Hanım iyi matematikçiydi, benim de matematiğim fena sayılmazdı. Onu başka bir özelliğinden dolayı seviyordum. Öğretmen adayıydım, okulu bitirince öğretmen olacaktım. Anadolu’nun uzak bir köyüne gidecek, köy çocuklarını eğitecektim. Bizler kalpleri vatan sevgisiyle dolu idealist öğretmen adaylarıydık.”
“Liseden sonra hemen öğretmen mi oldunuz?”
“Evet, on dokuz yaşında gencecik bir öğretmendim. O yaşlarda insan çok başka şeylere değer veriyor, çocuklar. Vatan sevgisi, eşitlik, adalet, doğruluk gibi kavramlar önceliğimizdi. Öğretmenler, öğrencilerine not verirken adaletli davranmak zorundadır. İnci Hanım, öğrencileri arasında ayırım yapmazdı. Ne yazık ki her öğretmen aynı duyarlılığı göstermezdi… Bir de İnci Hanım’ın Atatürkçü, demokrat, aydın kişiliğinden etkilenmiştim...”
“Öğretmenim sizin zamanınızdaki sorunlar çok başkaymış…”
Berra haklıydı, aradan kırk yıl, elli yıl geçmiş, her şey değişime uğramıştı… Aniden aklıma öğleden sonraki dersler geldi. Saatime baktım. Dersin başlamasına az kalmıştı. Çocuklar birer ikişer sınıfa giriyorlardı.
“İlkokuldan girdik liseden çıktık çocuklar…”
Konuşma bitmiştir demeye getirmiştim lafı. Hepsi zeki çocuklar tabii, hemen anladılar.
“Öğretmenim, öğrencilik hayatınızı roman özeti gibi anlattınız…”
“Sizce romanın ana fikri nedir?”
“Siz söyleyin öğretmenim, ders başlayacak birazdan.”
“Öğretmenlik bir sanattır, öğretmen de bir sanatçıdır. İyi bir öğretmen öğrencileriyle empati kurabilmelidir. Bir sorunla karşılaştığımda çocukluğuma giderim; ben olsaydım ne hissederdim, diye düşünürüm… Çocukluğunuzu hiç unutmayın. ”
Sınıf dolmak üzereydi. Geç gelenlerin tepkisi çok hoştu; “Kaçırdım mı, neden benim haberim olmadı, hiç aklıma gelmedi sınıfa geleceğiniz…” Yaman’la Ege’nin sınıfa girişleri ise tam onlara göreydi. Kapıyı açıp ikisi birden “Biz geldik!” diye bağırarak içeri dalmışlardı. Beni görünce öylece kala kaldılar.
“Dersimiz matematik mi?” İkisi aynı anda konuşmuştu. Sınıftan kahkahalar yükselince onlar da rahatladılar. Benim de başka bir sınıfa dersim vardı. Sınıftan çıkmadan önce tahtanın başına geçtim.
“Anlattıklarımın özetini tahtaya yazayım mı çocuklar?”
“Yazın öğretmenim!”
“Sabır ve Hoşgörü, Bilgi ve Deneyim, Empati ve Sevgi; Öğretmeni Sanatçı Yapan Özelliklerdir…”
          24.11.2019 / Akbük
(Öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmeye devam ediyorum. İçinde adlarının geçeceği öyküler yazacaktım. Adı geçenlerin karakterlerini elimden geldiğince vermeye çalışıyorum. Kitaplaştırıp bastırdığımda ileride onlar için hoş anı olacağına inanıyorum. Onlar benim meslek hayatımdaki tüm öğrencilerimin özetidir, onları çok seviyorum… Bu öykü kitabın sonunda yer alacak, bu nedenle bu öyküde ben de varım...)




16 Kasım 2019 Cumartesi


İKİ BUÇUK LİRA





Öğlen arasıydı, yemeğimi yemiş bahçeye çıkmıştım. Hava çok güzeldi. Nisan aynın yakıcı olmayan güneşine, Bodrum’un kendine özgü esintisi eşlik ediyordu. Nemden eser yoktu havada. Dupduru gökyüzü ışıl ışıldı. Yüksek ağaçların gölgelediği, içinde küçük bir dereciğin de bulunduğu yapay tabiat parkı dururken böylesine güzel havada öğretmenler odasına kapanamazdım. Ben de gereğini yaptım; bahçenin taş bölümünü hızla geçerek her zaman oturduğum banka geldim. Dereciğin üzerinde ağaçtan küçük bir köprü vardı. Çocukların bazıları bu köprüyü kullanmaz, karşıdan karşıya, atlayarak geçerlerdi. Bazen bunu oyuna çevirirlerdi. Asıl şenlik, bir çocuğun ayağı kayıp suya düştüğünde yaşanırdı. Ayakkabıları, paçaları su içinde kalan çocuk arkadaşlarının gülmelerine aldırmadan kaldığı yerden oyuna devam ederdi. Manzaranın en güzel ayrıntısı ise buranın gerçek sahipleri biziz dercesine derede yüzen ördeklerdi.    
Yemekhaneden çıkan öğrenciler geç kalmışçasına bahçeye koşuyorlardı. Üçü beşi bir araya gelip oyun kuruyordu. Ya da önceden yarım kalmış oyunlarına devam edeceklerdi. Onların bu halleri bana çocukluğumu anımsattı. Biz de teneffüslerde oyuna doyamaz, ders zili hiç çalsın istemezdik. Çocuk her devirde çocuk; aradan elli yıl da yüz yıl da geçse bu gerçek değişmeyecek… Bir an çok iddialı bir söz mü ettim diye kuşkuya kapıldım. Sorumu yine kendim yanıtladım: Oyun, yeme içme kadar ihtiyaçtır…
Benden beş altı metre uzakta, üç kız öğrenci çimenlerin üzerinde sırayla perende atıyordu. Perende atmak, köprü kurmak son aylarda okulda moda haline gelmişti. Özellikle kız öğrenciler koridorlarda, sınıflarda ya da bahçede birbirleriyle yarışırcasına bu hareketleri deniyorlardı. Sahra, Ayla ve Elif; üçü de öğrencimdi. İçlerinde jimnastiğe en yatkın olanı Sahra idi. Sahra, Elif ve Ayla’ya göre daha uzun ve ince yapılıydı. Birkaç kez koşarken görmüştüm onu, uzun bacaklarıyla arkadaşlarına fark atmıştı. Sahra’nın sene başında bir ders çıkışında söylediklerini unutamıyordum. Doğru olup olmadığını annesine de sormuştum. Doğruymuş, ilkokuldan mezun olunca İzmir’e taşınacaklarmış, ertelemişler. Sahra “Öğretmenim sizin için kaldık, beşinci sınıfta da sizinle olmak istedim...” demişti. Bir öğrencinin bakışlarındaki sevecenlik ve içtenlik, bir öğretmen için paha biçilmez bir değerdir. Kırk yıllık öğretmen de olsam böyle sözleri her duyduğumda yüreğim sevgiyle, coşkuyla kabarırdı…
Onları izlediğimi fark etmişlerdi, arada bir dönüp bana bakıyorlardı. Jimnastikçi öğrencilerimin bir izleyenleri daha vardı: Selen. Bizden altı yedi metre kadar ötede taş duvarın üzerinde oturuyordu. Yüzündeki ifade anbean değişiyordu. Arkadaşlarından biri kötü bir şekilde yere düştüğünde üzüntüsünü, başarılı bir atlayış yaptığında ise sevincini belli ediyordu. Bir an kalkıp Selen’in yanına gitmeyi düşündüm. Sonra hemen vazgeçtim, durup dururken keyfini kaçıracaktım. Aslında beni severdi, onunla boş derslerde ya da okul çıkışlarında özel olarak ilgileniyordum. Çekingen bir kızdı, ama yine de sevgisini bakışlarıyla hissettirirdi. Alabildiğine hassas ve duygusaldı… Ben de onu çok seviyordum.
Bahçe nöbetçisi öğretmen arkadaş bir elini havaya kaldırmış, ders vaktinin geldiğini çocuklara duyuruyordu. Onu gören üç arkadaş sırayla yan perendelerini atıp okula doğru koştular. Tam o anda Elif’in bir şey düşürdüğünü fark ettim, sanırım kağıt paraydı. Uçarcasına okula girmişlerdi. Elif’e seslenip de paranı düşürdün bile diyemedim. Ben diğer çocuklara bakarken Selen gelip parayı aldı. Sonra, o da diğer arkadaşlarının ardından okula koştu.
Selen’in parayı Elif’e vereceğinden emindim. Elif, Selen’i çok seviyordu. Sınıfta sıraları yan yanaydı. Elif, derslerde Selen’e yardım ederdi. Selen, tahtadaki bir yazıyı defterine geçirmekte geciktiğinde, Elif tamamlardı yazısını. Bir ders çıkışında Elif’i yanıma çağırıp sormuştum: “Selen’e yardım ederken sen de geri kalıyorsun, neden kendini zorluyorsun?” Verdiği yanıt çok hoştu. “İyilik etmeyi seviyorum, birilerine yardım etmek çok güzel bir şey; hem o çok temiz kalpli, hiç kimse hakkında kötü düşünmüyor…” Şimdi iyilik etme sırası Selen’deydi. Böyle bir fırsat yakaladığı için Selen adına sevindim.
Okulun merdivenlerinden çıkarken aklım çocukluğumdaydı. Sanırım sekiz yaşımdaydım, ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Az önce tanığı olduğum para düşürme olayının bir benzerini de ben yaşamıştım. Yarım asırdır unutmadığım, unutamadığım o olay benim için tatsız bir anıdır. Çocuk olmama karşın hâlâ içimi yakan pişmanlıktan kurtulmuş değilim. Okulun bahçesindeydik. Çevredeki köylerden de çocuklar gelirdi okulumuza. Sabah töreni için toplanmıştık. Boy sırasına girmiştik, yanımdaki arkadaş uzak bir köyden gelen bir çocuktu. Babasını yeni kaybettiğinden herkes ona ilgi gösteriyordu. Çocuğun elinde iki buçuk liralık demir para vardı. O zamana göre önemli bir paraydı, benim böyle bir paraya sahip olmam mümkün değildi. Tören bitiminde öğrenciler bahçenin dört bir yanına dağılmıştı. O sırada madeni bir ses duydum, o çocuk parasını düşürmüştü. Çakılların üzerinde yuvarlanan parayı gözlerimle takip etmiş, sonra kimseye görünmeden gidip almıştım. Ne yazık ki parayı götürüp sahibine vermemiştim. Selen’in benim gibi davranmayacağından emindim. Sadece Selen değil okulumuzda hiçbir öğrenci kendisinin olmayan parayı kabul etmezdi. Buldukları paraları ya nöbetçi öğretmene ya da yönetime verirlerdi. Ne zaman yerde sahipsiz bir para görsem, o çocuğun ağlayarak, parasını arayışı gözümün önüne gelir...
Önde Elif, arkasında Ayla ve Sahra koşarak merdivenlerden iniyorlardı. “Durun yavaş olun, düşeceksiniz, ne bu telaşınız çocuklar?” Sorumu Ayla yanıtladı. “Elif yüz lirasını düşürdü, onu aramaya gidiyoruz, öğretmenim…” Donup kaldım. Demek ki Selen parayı arkadaşına vermemişti. İçime sanki bir kor düşmüştü. Yok, mümkün değil desem de şüpheyi kafamdan savamıyordum. Üzüntüden midemin burkulduğunu hissettim, hep böyle tepki verirdi midem… Olumlu, olumsuz düşüncelerle boğuşup duruyordum: Belki Selen, paranın Elif’ten düştüğünü görmemişti… Arkadaşının parsını kaybettiğini duymuştur mutlaka… Şimdi anımsadım, okul müdürümüz törenlerden sonra çevre temizliği yaptırırdı, onun için bahçeye dağılmıştık. Bütün gün elim cebimde, avucumda iki buçuk liralık demir parayla dolaşmıştım. Parayı birkaç gün yanımda taşımıştım. Evdekilere de söyleyememiştim. O kadar büyük param hiç olmamıştı, nasıl harcayacağımı da bilmiyordum. Beş kuruş, on kuruş hadi bilemedin yirmi beş kuruştu harçlığım. Bir tek sinemaya giderken elli kuruş verirdi babam…
Dersim yoktu, öğretmenler odasında, bir ders boyunca düşündüm. Ne yapmalıydım? Elif için yüz lira büyük bir kayıp sayılmazdı. Ailesinin durumu çok iyiydi. Birkaç saat geçmeden unuturdu. Ya Selen? İleri de o da benim gibi üzülmeyecek miydi? Pişmanlığı içini yakmayacak mıydı? Öğretmen arkadaşlarla konuşmayı düşündüm, hemen vazgeçtim. En iyisi rehberlik öğretmeni Esin Hanım’a anlatmalı dedim içimden. O, Selen’i üzmeden mutlaka sorunu çözerdi… Bir yandan da çocukluğuma gidip geliyordu aklım. Ya okulda öğrencilerin üzeri aransaydı, para bende bulunsaydı; ne yapardım? Kesin adım hırsıza çıkardı. Onulmayacak yıkımlar yaşardım… O parayı sonunda evdekilere göstermiştim. “Bakın para buldum,” demiştim. Babam parayı benden almıştı… Evet, aldı ve bir daha da vermedi bana. Bu da içimde ayrı bir yaradır. O yaşımda üzülerek birçok şeyi sorgulamıştım…
Hiç kimseye duyurmayacaktım. Bir yolunu bulup sorunu ben çözecektim. Çocuğu üzmeden halletmenin mutlaka bir yolu vardı. Ancak, durum hiç beklemediğim bir şekilde alevlendi. Eliflerin sınıfa, derse girdiğimde Elif’i iki gözü iki çeşme ağlarken buldum. Sahra ve Ayla da üzüntülüydüler. Belki kendilerinden kuşkulanıldığını düşünüyorlardı. Elif’in hemen yan tarafında oturan Selen ise hiçbir şey olmamışcasına kendi âlemindeydi. Elif’i teselli etmeye çalıştım. Yatışacak gibi değildi.
“Öğretmenim, para hiç önemli değil, kendime kızıyorum, koca kız oldum, cebimdeki paraya sahip çıkamıyorum. Ben ne diyeceğim anneme?”
“Annen anlayışla karşılar, senin canın sağ olsun der.”
“Biliyorum… Para uçup gitmez ya öğretmenim, birisi bulmuştur mutlaka…”
Sahra ve Ayla’nın neden üzgün oldukları belli olmuştu.
“Belki gerçekten uçmuştur.” Ayla’ydı, sesi ağlamaklıydı. Oturduğu tek kişilik masasında hafiften boynunu bükmüş bana bakıyordu. Gözlerindeki masumiyetin güzelliği yüzüne yansıyordu. Arkadaş canlısı, duygusal bir kızdı. Ortaokula geçtiklerinde ilkokuldaki iki sınıfın öğrencileri karıştırılmıştı. İlkokulda dört yıl birlikte okudukları Zeynep’le ayrı sınıflara düşmüşlerdi. Çok üzülmüştü. Zeynep’le birlikte olabilmek için epey uğraşmıştı. Birkaç kez benimle de konuşmuş, benden yardım istemişti. Onu ikna edene kadar epey uğraşmıştım. 
“Evet, öğretmenim, hava rüzgarlı, rüzgar alıp götürmüştür.” Sahra’nın da Ayla’dan bir farkı yoktu. İkisine de üzüldüm, zan altında kalmak hiç hoş değildi.
“Öğretmenim, yanlış anlaşılmasın, arkadaşlarım üzülmesin, onların aldığı aklımdan bile geçmiyor…” Yeniden ağlamaya başlayınca daha fazla üstelemeden derse geçtim.
Dersimi işlerken aklımın bir yanı sürekli Selen’deydi. Ya sınıfta arama yaparlarsa, ya para onun üzerinde bulunursa… Bunun ihtimali bile kalbimin sıkışmasına yetiyordu. Böyle bir aramaya okulda kimse izin vermez, deyip birazcık rahatlayabildim. Ama iyimser halim çok sürmedi… Bu şekilde dersin biteceği de yoktu. En iyisi öğrenciler teneffüse çıkarken ağırdan alıp en sona kalmaktı. Bazen öğrenciler, ben sınıftan ayrılmadan kürsüye gelip benimle sohbet ederlerdi. Belki Selen kalkıp yanıma gelirdi. Konuşurdum onunla. Gelmedi, yerinden bile kalkmadı, defterinin üzerine eğilmiş bir şeyler yazıyordu.
Son dersler etüt saatleriydi. Öğrenciler bu saatte genelde ertesi günün derslerini yaparlardı. Bazen de test çözerlerdi. Son dersim yine Eliflereydi. Derste sözü, kaybolan paraya getirdim. “Elif’in gözyaşları beni çok üzüyor çocuklar. Parasını bulan keşke getirip verse…” Bir yandan da Selen’e bakıyordum. Oralı bile değildi o. Sanki beni duymuyordu. Çıkışa çok az zaman kalmıştı. Hâlâ hiçbir şey yapamamıştım. Selen’le konuşma fırsatı yaratmanın tek yolu onu ders çıkışında okulda tutmaktı. On on beş dakika yeterdi bana.
Selen’in yanına gidip başına dikildim. Eğilip kulağına, dersten sonra çalışalım mı, diye soracaktım. Bir türlü cesaretimi toplayamadım. O benden önce davrandı, kafasını kaldırıp defterini bana doğru tuttu.
“Bak öğretmenim, bunları ben yaptım,” dedi.
“Çok güzel Selen…” diyebildim. Tam o sırada kapı çalındı içeriye Esin Öğretmen girdi.
“Hocam, rahatsız ediyorum, ama mutlaka konuşmam gerekiyordu…”
Esin Öğretmen’in Selen’le bakıştıklarını fark ettiğimde kalbim heyecanla çarpmaya başladı. Biliyordum, Esin Öğretmen özenlidir, çocuğu üzecek bir şey yapmazdı; ama yine de kaygılanmıştım.  
“Hata bende hocam, öğleden sonra toplantıya girdim, ancak şimdi çıkabildim. Selen yüz lira bulmuş, bana getirmişti. Elif’inmiş…”
Sınıftaki tüm öğrenciler dönüp Selen’e baktılar. Benim gözlerim Elif’teydi. Tepkisini merak ediyordum. Yerinden kalkıp Selen’e sarıldı. Birden sınıfta müthiş bir alkış koptu. Çocukların o andaki sevinci görülmeye değerdi…
Derslik boşalırken Elif sessizce gelip yanıma sokuldu.
“Öğretmenim, ben size söylemiştim, Selen çok iyi kızdır…”
“Elif, sen de en az onun kadar iyisin. Seni çok seviyorum…”
10.11.2019 / AKBÜK
(Öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmeye devam ediyorum. İçinde adlarının geçeceği öyküler yazacaktım. Adı geçenlerin karakterlerini elimden geldiğince vermeye çalışıyorum. Kitaplaştırıp bastırdığımda ileride onlar için hoş anı olacağına inanıyorum. Onlar benim meslek hayatımdaki tüm öğrencilerimin özetidir, onları çok seviyorum…)

     



12 Ekim 2019 Cumartesi


ÜÇ İMZALI RESİM

 

Üç arkadaş hafta sonunu iple çekmişlerdi. Daha pazartesi gününden kararlaştırmışlardı, cumartesi öğleden sonra Irmaklarda buluşacaklardı. Planladıkları gibi saat on dörtte Öykü ile Defne, Irmakların evindeydiler. Onlar daha gelmeden Irmak’ın annesi mutfak masasını yiyeceklerle donatmıştı. Üç arkadaş masanın başına geçtiklerinde Seda Hanım da birinci sınıfa giden oğlunu alıp evden çıktı. Beşinci sınıf öğrencisi üç kafadar arkadaş kurabiyelerini, pastalarını yerken koyu bir sohbete dalmışlardı. Çocukluktan gençliğe adımın atıldığı bu yaşlardaki sohbetlerin tadı da bir başkaydı hani…  

Öykü, Irmak ve Defne beşinci sınıfa gidiyorlardı. Sınıflarının üç ayrılmaz arkadaşıydılar. Yemekhanede, bahçede ya da spor salonunda; hiç fark etmezdi, hep bir aradaydılar.  İlkokula başladıkları ilk günden beri bu böyleydi. Şanslarına ortaokula geçtiklerinde de aynı sınıfa düşmüşlerdi.

Üç arkadaşın en belirgin ortak yanları ne diye sorulduğunda verilecek tek yanıt vardı: sanat aşkı. Daha doğrusu resim… Aslında, Irmak ve Öykü’nün tutkusuydu resim. Defne onların hatırına resimle ilgileniyordu. Becerebildiği pek söylenemezdi. Zaten kendi de bunun farkındaydı. Onun amacı arkadaşlarından ayrı kalmamaktı.

Öykü, kara kalem çalışmayı seviyordu. Okulda ders aralarında, hatta bazen derste bile resim çizerdi. Daha çok çizgi roman tarzındaydı çalışmaları. İdeali ileride iyi bir çizgi romancı olmaktı. Bir de defilelerde boy gösteren modelleri çizmekten zevk alıyordu. Kendine özgü bir model tarzı geliştirmişti. Onlarca model resminin arasında onunkiler hemen ayırt edilirdi. Model kızların çoğu onun gibi gözlüklü ve uzun saçlıydı. Çizimlerinde o denli ustalaşmıştı ki bazen model kızların sevimli yüz hatlarını arkadaşları ona benzetirlerdi: Sessiz, sakin ve naifti. Bugüne değin onun biriyle tartıştığını gören olmamıştır… Öykü’nün bu özellikleri bir bakıma üç arkadaşın ortak özelliği idi…  Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, atasözü sanki onlar için söylenmişti… Öykü, ünlü ressamlardan Pablo Picasso’ya hayrandı…

Irmak, resim sevgisini annesinden almıştı. Annesinin desteğiyle suluboya ve yağlı boya resme yönelmişti. O da okuldayken Öykü gibi defterlerinin kenarlarını, boş yerlerini resimlerle dolduruyordu. Karikatür denemeleri vardı. Karikatürlerindeki kızların saçları kendininkiler gibi kabarık ve kıvırcıktı. Böyle yaparak çizgilerle kendini betimlemeye çalışıyordu. Benzetmekte hiç zorlanmıyordu; incecik bir kızın kafasına kıvırcık saçları kondurması yetiyordu. Okul çıkışında ve hafta sonlarında annesinin resim atölyesine gider, saatlerce oradan çıkmazdı. “Resimle uğraşmak beni çok mutlu ediyor” derdi sık sık. Şimdiden geleceğin başarılı sanatçısı olmaya adaydı… Odasının duvarları Salvodar Dali’nin eserleriyle doluydu…

Defne’nin tercihi hep manzara resimleriydi, doğa resmi yapmak kolayına geliyordu. Bebekliğinden beri ağaç, dağ, güneş ve bulut resimleri yapıyordu. İnsan resmi çizerken zorlanırdı. Öykü’nün çizgi romanlarının hareketli çocukları, onun resimlerinde heykele dönüşüyordu. Üzülüyordu. Bazen ağlamaklı olur, hırslanırdı. Böyle zamanlarda Öykü ya da Irmak ona yardım ederdi. “Üzülme, bak, kolunu şöyle, bacağını böyle yaptık mı tamamdır…” diyerek resmi birlikte bitirirlerdi… Sen hangi sanatçıyı çok seviyorsun diye sorduklarında Vincent van Gogh diyordu…

Bugün guvaj boya çalışmaları yapacaklardı. Karınlarını doyurup kocaman bir masaya dizilmişlerdi. Otuza kırk santim boyutlarında beyaz resim kağıtları önlerinde, kendilerinden geçmişlerdi. Irmak ve Öykü bir defilede podyuma çıkmış rengarenk giysiler içindeki kadınlı erkekli modeller üzerinde çalışıyorlardı.

Defne her zamanki gibi doğa resminde karar kılmıştı. Suyun önemini anlatmak için şöyle bir resim tasarlamıştı: Hava yağmurluydu. Gökyüzünde birkaç küçücük bulutun yanından güneş yeryüzüne gülümsüyordu. Kağıdın sağ üst köşesinde üç kuş kanat çırpıyordu. Üç kuş, üç arkadaşı simgeleyecekti. Dümdüz ovada yer yer küçücük göletler oluşmuştu. Göletlerin her birine güneşin yansıması düşmüştü. Ayçiçeğine benzeyen güneşler suda ışıl ışıldı. Üç kız arkadaşın kucakları topladıkları güneş çiçeklerle doluydu, üçü de çok mutluydu… Böyle güzel bir resme isim de konmalıydı: Yaz Yağmuru...

Büyülü bir an yaşıyorlardı: O anda, üç arkadaşın güzel enerjileri yayılıyordu odaya; sohbet vardı, emek vardı ve sanatın yaratıcı gücü vardı... Sadece resim yapmıyorlardı, kendilerini yeniden var ediyorlardı…   

Öykü ve Irmak resimlerini bitirip Defne’yi izlemeye başladılar. Onların bakışları altında fazla devam edemedi Defne, boyaları bırakıp arkasına yaslandı.

“Yok, ben bitiremeyeceğim. Zor konu seçtim. Bulutlar, güneş neyse de çocukları yapamıyorum,” dedi yorgun bir sesle.

Irmak ve Öykü aynı anda “Hayır!” diye bağırınca üçü birden gülmeye başladılar.

“Gerçekten güzel oluyor, devam et.”

“Öykü doğru söylüyor Defne, pes etmek yok!”

Defne bir süre daha uğraştıktan sonra bu kez ağlamaklı sesle “Yapamıyorum işte!” diyerek yerinden kalkıp odanın içinde hırsla birkaç adım attı. “Bana yardım eder misiniz? Bitirelim, ne olur…”

Üç arkadaş birlikte çok güzel iş çıkardılar. Resim tam Defne’nin tasarladığı gibi olmuştu. Üçü de çok beğenmişti. Renklerin uyumu da şahaneydi. Yağmurlu ama aydınlık bir doğa ve yaşamın kaynağı güneşin ve suyun çizgilerle betimlenişi mükemmeldi. Resmin sağ alt köşesine ismini yazarken Defne’nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu…

*

Aradan bir ay geçmişti. Bodrum genelinde “Küresel Isınma” konulu kompozisyon ve resim yarışması düzenlendiği duyurulmuştu öğrencilere. Okul, her iki daldan birer katılımcıyla temsil edilecekti. On günlük süre verilmişti. İsteyenler hem kompozisyon hem de resim dalında yarışmaya katılabileceklerdi. Tabii bizim üç kafadar hemen çalışmalara başlamıştı.

On gün dolmadan resimler ve yazılar, dosyalar içinde ilgili öğretmene teslim edildi. Diğer çocuklar Hale Öğretmenin atölyesine sırayla girip resimlerini teslim etmişlerdi. Üç arkadaş ise birlikte vermekte bir sakınca görmemişti. Birbirlerinden saklayacak bir şeyleri yoktu ki, onlar çok iyi arkadaştılar. Hale Öğretmen üçünün de resmini çok beğendi.

Hale Öğretmenin atölyesinden çıktıklarında Irmak’la Öykü öylece birbirlerine bakakaldılar. Şaşkındılar. Gözleriyle görmeseler inanamazlardı. Defne, üçünün birlikte yaptıkları resimle yarışmaya katılıyordu. Defne’ye bir şey diyemediler. Onunla göz göze gelmemek için başka şeylerle ilgileniyor göründüler. Suskunlukları derste de devam etti. Ders zili çaldığında iki arkadaş teneffüse çıkmadılar. Baş başa verip durum değerlendirmesi yaptılar.

“Hale Öğretmene söyleyelim mi?”

“Bilmem…”

“Önce Defne’yle mi konuşsak yoksa?”

“Ne diyeceğiz ona?”

“Söyleriz, resmi üçümüz birlikte yaptık, deriz.”

“Defne üzülür… Yok, ben söyleyemem, arkadaşlığımız bozulur…”

“Haklısın. Kendini kötü hisseder. Başkasının resmiyle yarışmaya katılmanın kopya çekmekten bir farkı yok…”

Sınıfta onlardan başka bir arkadaşları daha vardı; Ayşegül. İstemeyerek onlara kulak misafiri olmuştu. Her şeyi duymuştu. İki arkadaş olayın heyecanıyla seslerini yükselttiklerinin farkında bile değillerdi. Ayşegül’ün onları duyabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Ayşegül sırasından kalkıp yanlarına geldi.

“Kim başkasının resmiyle yarışmaya katılıyor?” diye sorunca ikisinin de yüzü sarardı.

“Yanlış anladın…”

“Biz kendi resimlerimizi konuşuyorduk…”

Benzer sözlerle Ayşegül’ün merakını gidermeye çalıştılar. Yardımlarına ders zili yetişince rahatladılar. Sorunu şimdilik geçiştirmişlerdi.

“Oh be kurtulduk!” dedi Irmak, derin bir nefes alarak.

“Evet…”

*

Hafta boyunca, yalnız kaldıkça aralarında tartışıp durdular. Bir türlü karar veremiyorlardı. Bir yanda arkadaşları Defne, diğer yanda sanatçı kişiliklerinin onay vermediği durum: emeğe saygı, dürüstlük, doğruluk… Neler konuşmadılar ki? Evdeki büyüklerine de açamıyorlardı konuyu. Günler hızla geçiyordu. Cuma günü bayrak töreninde kazanacak kişiler açıklanacaktı. O güne değin mutlaka soruna çözüm bulmaları gerekiyordu. Törende, tüm okulun önünde kazanan kişi duyurulduğunda Defne’yi nasıl kutlayacaklardı?

“Belki kazanamaz?”

“Çok güzel yapmıştık.”

“Üçümüz birlikte yapmıştık.”

“Ama düşünce ona aitti…”

“Doğru ya, eser onun sayılır.”

“Çocukları sen çizdin.”

“Suların içindeki ayçiçeklerine benzeyen güneşleri de sen canlandırdın…”

“Küçücük dokunuşlardı…”

Bu konuşmaların sonu gelecek gibi değildi. Cuma günü tüm okul salonda toplandığında yarışmaya katılan öğrencilerin kalpleri heyecanla çarpıyordu. Irmak ve Öykü’de ise heyecanın yanı sıra kaygı ve üzüntü de vardı.  Bayrak töreninden önce Hale Öğretmen kazananları açıklayınca büyük bir sürprizle karşılaştılar. Resim dalında kazanan altıncı sınıflardan bir öğrenciydi. Kompozisyon dalında ise birincilik Defne’nindi. İki arkadaş kulaklarına inanamıyordu.

“Sevgili öğrenciler, üç arkadaşınızın birlikte yaptığı bir resim daha var. Yönetmelik gereği tek kişinin yaptığı resim okulumuzu temsil edeceğinden Irmak, Öykü ve Defne’nin yaptığı resim değerlendirmeye alınmadı. Ama o resmi de ödüle değer bulduk. Arkadaşlarınızın resmini çerçeveletip okulumuzun en görünür yerine asacağız. Ayrıca sanat dergilerine de göndereceğiz… Arkadaşlarınızı kutluyorum…” Hale Öğretmen konuşmasını bitirdiğinde salon alkışlarla inliyordu…

*

Ayşegül dayanamayıp her şeyi Hale Öğretmene anlatmıştı:

“Öğretmenim size bir şey söylemek istiyorum, ama çok özel…”

“Seni dinliyorum Ayşegül…”

“Öğretmenim davranışımın doğruluğundan emin değilim, sanki arkadaşımı şikayet ediyormuşum…” Ayşegül konuşurken birden sustu. Pişman olmuştu. “Öğretmenim yapamayacağım, en iyisi siz Irmak’la Öykü’den öğrenin.”

“Ne soracağım onlara? Diyelim sordum, yine anlayacaklar kimden öğrendiğimi.”

Daha fazla uzatmadan duyduklarını bir bir anlattı Ayşegül.

“Öğretmenim ne olur benim adımı vermeyin onlara!”

“Bak Ayşegül, inan sen en doğrusunu yaptın. Kimse üzülmeden, kırılmadan olayı tatlıya bağlarsak, bu senin sayende olacaktır. İçini ferah tut… Öykü ile Irmak’a hiçbir şey demeyeceğim, onlar bilmeyecekler. Ben Defne’yle konuşacağım, anlayışla karşılayacaktır…”

Hale Öğretmen aynı günün öğlen arasında Defne’yle yarım saate yakın konuştu. Görüşme Hale Öğretmenin beklediğinden daha olumlu geçmişti. Defne, olayı yetişkin bir insanın olgunluğuyla karşılamıştı.

“Öğretmenim ben o resimle katılmanın yanlış olduğunu hiç düşünmedim. Resmin konusu tamamen bana aitti, yapılmasına yardım etti arkadaşlarım.”

“Sanat özneldir Defne. Yani kişiye özeldir. Sanatsal eser, yaratıcısının özünü yansıtır. Yansıtmalıdır da. Sanatçının duyguları, düşünceleri resimde şekil bulur…”

“Tamam da öğretmenim bulduğum konuyu onlar gibi resimle canlandıramıyorum…” Sesi titreyince susup başını önüne eğdi Defne. Gözleri doldu, ağlamaklıydı. “Arkadaşlarımı çok seviyorum, onları üzmek istemem…”

“Her bireyin kendine özgü yeteneği vardır, onlar resimde daha yetenekli olabilirler. Belki senin de başka bir sanata yeteneğin vardır.”

“Onlar benim arkadaşım, onlardan ayrı kalamam. Onun için resim yapmak istiyorum. Çok çalışınca başarabileceğimi söylüyorlar.”

“Elbette onlardan ayrı kalma, ama…” Hale Öğretmen heyecanla koltuğundan kalkıp Defne’nin yanına geldi. “Resmin konusunu sen düşünmüşsün. Konu gerçekten özgün, böylesine güzel düşünce üretebilmek de yetenek ister. Aklıma ne geldi biliyor musun?”

Defne umutla gözlerini Hale Öğretmene çevirdi. Kısık sesle “Ne?” diye sordu.

“Bu resimde anlatmak istediklerini öyküleştirebilirsin örneğin. Yazmayı hiç denedin mi?”

“Arada sırada yazıyorum öğretmenim… Ama… Yazım çok çirkindir… Biliyorsunuz, hâlâ bazı harfleri ters yazıyorum…”

“Olsun, okunabiliyorsa sorun yok demektir. Akşama eve gidince oturup yaz, aklına ne geliyorsa, dilediğin şekilde yazabilirsin. Duygularını aktarmaya çalış… Yarına yetiştirebilirsen komisyonda değerlendirmeye alabiliriz. Yaptığın resme Irmak’la Öykü’nün adını da koyacağım, ama yarışma dışı kalacak.”

“Üç imzalı resim olur mu öğretmenim?”

“Olmaz mı? Hem üç imzalı resim giriş koridorunda herkesin ilgisini çekecektir.”

“Asacak mısınız? Gerçekten mi?” Defne sevinçle yerinden kalkıp Hale Öğretmene sarıldı.

“Sonuçlar açıklanana kadar kimseye söylemeyeceksin! Aramızda sır!”

“Tamam, öğretmenim…”

Defne aynı günün gecesinde arkadaşlarıyla ortaklaşa yaptıkları resmi ve resmin hikayesini yazdı…

 08.10.2019/ Kdz.Ereğli

 

     

 

5 Temmuz 2019 Cuma


AHMET ÜMİT – ELVEDA güzel VATANIM

 

Severek okuduğum bir yazardır Ahmet Ümit. Romanlarıyla biraz geç buluştum. Bunun nedeni polisiye romanlara ilgi duymamamdı. Bab-ı Esrar’ı okuduktan sonra diğer romanlarını da okumaya başladım. Elveda Güzel Vatanım yazarın en son okuduğum romanı oldu.

 

Öncelikle belirtmeliyim ki Ahmet Ümit güzel bir iş çıkarmış. Çok emek vermiş. Eminim ki uzun bir hazırlık sürecinden sonra romanı kaleme almış. Ancak yazma işini aceleye getirdiğini düşünüyorum. Yönelteceğim eleştirilere karşın romanı değerli bulduğumu, önemsediğimi belirtmek isterim. Tarihe meraklı herkesin severek okuyacağı bir roman; İttihat ve Terakki belgeseli niteliğinde bir yapıt... Özellikle lise ve üniversite öğrencilerine okumalarını öneririm.

 

Değerlendirmelerimi dört ana başlıkta yapacağım:

1)Romanın yazılışının aceleye getirildiğini düşünmemin nedenlerinden biri bazı sözcüklerin aynı sayfada -aynı paragrafta- çok sık tekrarlanmış olmasıdır. Aynı paragraf içinde bir sözcük arka arkaya kullanıldığında anlatımı bozduğu gibi okuyucunun da dikkatini çekiyor. Örneğin “olmak” sözcüğü 40. sayfada 15, 49. sayfada 17, 122. sayfada 12 kez geçiyor.

“...Lanetli biri gibi değil, suçlu biri gibi... Anında bıçak gibi kesiliyor fısıltılar... fark eden mazlumlar gibi sus pus oluyor herkes...” Aynı paragrafta 4 tane “gibi” fazla gibi!

 

2)Roman karakterlerinin neredeyse tamamı aynı şekilde konuşuyor. Bu özellik, romanın kurgusunu ve konusunu ikinci plana itecek kadar öne çıkıyor. Tarihin gerçekliğini de gölgeliyor.

 

“Mesela sen, daha çok gençsin, çok da tutkulu, elbette kadınlar ilgini çekecek... Elbette aşklar yaşayacaksın, elbette izdivaç yapacaksın... Bizim için bir tek sevda kalacak, sadece vatana duyduğumuz aşk, milletimize duyduğumuz muhabbet. Sadece o olmayacak, sadece bu ulvi his kalbimizdeki yerini kaybetmeyecek...” Aynı paragraf içinde “elbette” ve “sadece” sözcüklerinin tekrarlanması konuşanın tarzı olarak kabul edilebilir. Ama aynı tarzı diğer roman kahramanlarının konuşmalarında da görmek bende soru işaretlerine neden oldu. Sanki ayrı bireylerden değil de yazarın tornasından çıkmış kişilerden oluşuyor roman. Karakterlerin tarihi kişilikleri göz önüne alındığında yazarın böyle bir hakkının olmadığı ortadadır.

 

Romanda aynı şekilde arka arkaya kullanılan sözcüklerden bazıları da şunlar: “İcap ederse... icap ederse...”(S.132) “İsterse... isterse...”(S.133) “Ve biz alabildiğinde inançlı, alabildiğine cesur, alabildiğine kararlıydık ama aynı zamanda alabildiğine tecrübesiz...”(S.133) “...herkeste yok... Herkes isyana katılabilir... herkes yaramaz...”(S.142) “Ben de... ben de... Ben de... ben de...(S:193) “İlk kez... ilk kez... ilk kez... ilk kez...(S:193)

 

Örnekler kitabın tamamında var ve azımsanmayacak kadar çok. Eğer bu şekilde sadece baş kahraman Şehsuvar konuşsaydı göze batmazdı, hatta romanı zenginleştirici bir anlatım olurdu. Sürgüne giden padişah Abdülhamit bile böyle konuşuyor. “Nerden çıktı bu sürgün? Nerden çıktı bu Selanik?”(S.213)

Talat Bey (S. 131), Basri Bey (S.132) Cezmi Bey (S.196),  Paloma Nine (S.264)... ve diğerleri hep aynı tarzda konuşuyor. O devirdeki insanların hep böyle konuştuğu kuşkusuna kapılmadım değil!..

 

3) Eski Türkçe, Türkçe, Öz Türkçe gibi ayrımları kabul eden biri değilim. Yerine göre her sözcük kullanılmalı, bu dilin zenginliğidir. Ancak tercihim Türkçe kökenli ve Türkçeye yerleşmiş, halktan kabul görmüş kelimelerin kullanılmasıdır. Yazar ağırlıklı olarak “eski” sözcüklerle romanı yazmaya çalışmış. “Yazar, o devrin Türkçesiyle yazarak okuyucuyu tarihin içine çekmeyi amaçlamıştır belki de!” diye açıkladı bir arkadaşım. Eğer bu yaklaşım doğruysa, dört yüz yıl, bin yıl öncesi nasıl yazılacak? Yazarın tercihine saygı duymak gerekir tabii. Ancak kendi içinde tutarlı olması koşuluyla!

 

“Hasbıhal, havadis, husumet, münevver, külliyen, malumat, menfi, sarih, meşum, muamma, tasallut, tevdi...” eski kelimelerin yanı sıra “gerek, önem, özür, bakan, başbakan gibi yeni sözcükleri kullanmaması gerekirdi. Kaldı ki bakan ve başbakan sözcüklerinin kullanmasını garipsedim. Tarihe mal olmuş bazı eski sözcüklerin (terim ve kavramların) kullanılması ne kadar doğruysa o tarihe ait olmayanların da kullanılmaması gerekirdi. Örneğin nazır yerine bakan sözcüğünü kullanılması...

“ ‘Yahu bu nasıl başbakan?’ diye gürlemişti benim yanımda Talat Paşa’ya.” “Aksi takdirde, hükümetin başbakanıyla, harbiye bakanı birbirine girecekti. Nitekim iki hafta sonra toplanan Merkez-i Umumi’de...” (S:484) Nazır ve Sadrazam sözcükleri kullanılmalıydı.

 

4) Başbakan ve bakan sözcüklerinin kullanılmasının nedenini romanın aceleye getirildiğine bağlıyorum. Çünkü yazar bunu fark etseydi eski karşılıklarını yazardı. Daha önemli bir yanlış da fes konusunda yapılmış. Bilindiği gibi Şapka Kanunu 1925 tarihinde çıktı. Kanun çıkmadan önce 2 Eylül 1925’te memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmişti. Mustafa Kemal taraftarı ve hükümetin en has adamı Mehmet Esat’ın 1926 yılında fes giymesi düşünülemez. “ ‘Rakı iyi.’ diyerek fesini çıkarıp masanın üzerine koydu.” (S.381) “Fesini yeniden başına yerleştirdi.” (S. 382) Bu yanlışlığın da gözden kaçtığını düşünüyorum...

15 Haziran 2019 Cumartesi


 

KÜRTAJ

 

          Kırkından sonra anne olmak zormuş, bunu yaşayarak öğrendim. İnanın, ilk hamileliğimde bu kadar zorlanmamıştım. Aslında karar verirken de zorlanmıştık. İkinci çocuğu yapıp yapmamayı eşimle aramızda hep konuşurduk. İkimiz de kalabalık aileden geliyorduk. Çok sevdiğimiz kardeşlerimiz vardı. Neden oğlumuzun da bir kardeşi olmasındı? Son yıllarda bu soruyu çok sık sorar olmuştuk. Baktık zaman geçiyor, oğlumuz on yaşına gelmiş, ha deyip çocuk yapsak tam on bir yaş olacak aralarındaki yaş farkı. Kıyamadık oğlumuza, bir kardeşi olsun istedik, o da isteyince “Tamam” dedik. Yaş ilerleyince hâliyle hamileliğin riskleri de artıyor. Eşim devlette öğretmen, ben sigortalı bir çalışanım, gelirimiz belli; yine de hiçbir masraftan kaçınmadık, hamileliğimin ilk günlerinden itibaren kontrollerimi hiç aksatmadık. Ereğli’deki doktorumuzun yönlendirmesiyle Ankara’ya da gidiyorduk.

          Bebek karnımda on sekiz haftalık olunca hep ötelemeye çalıştığım kontrole gelmişti sıra. Tıp epeyce ilerlemişti, yapılan bir test bebeğin normal gelişip gelişmediğini ortaya çıkarıyordu. “Testi yaptırmak mı zor, yoksa testin sonucunu sabırsızlıkla beklemek mi?” diye sorarsanız, “Beklemek” derim. Değil bir gün, bir saat bile insanı serseme çeviriyor. Binlerce kötü düşünce beynimde fır dönerken “Kendine gel kızım, çocuk değilsin, böyle davranırsan karnındaki bebeğine de zarar verirsin,” diyordum kendime, ama laf anlayan kim! Olumlu düşünmenin gücüne inandığım gibi, hislerime de güvenirim. “Ben böyle kafaya taktığıma göre kesin bir şeyler olacak, içime doğuyor belli ki,” diye endişeleniyordum...

          Anlayacağınız testin sonucunu elimize almadan rahat yoktu bana. Doktorumuzun aracılığı ile Ankara’daki bir uzmanla bağlantı kurduk. İlk muayenede bana gösterdiği ilgi tüm kaygılarımdan kurtulmama yetti: “Her şeyin sağlıklı geliştiği belli, bana güven, binlerce hastam oldu, bazı küçük veriler bile yetiyor teşhis koymamıza, ama biliyorsun ki yüzde yüz emin olmak için bu test şart...” Muayeneden çıktıktan sonra oldukça sakinleşmiştim. Şimdi geriye rahimden sıvı almak kalıyordu. Diyorum ya “Doktorum çok iyi” diye, beni odaya alıp yatırdıklarında yaptığı yatıştırıcı konuşma onun insan psikolojisinden de anladığının kanıtıydı. Amniyosentez için karnıma bir karış uzunluğunda iğne sokulacaktı. İğnenin içime girişini, sıvıyı alışını, hatta bebeğimin hareketlerini hemen yanı başımdaki ekrandan ben de izleyebilecektim. “İğnenin büyüklüğü seni korkutmasın, kalçadan yapılan iğne daha çok acıtır, çocuğa da bir zararı olmaz, sen içini ferah tut. Birlikte başaracağız...”

          İğnenin karnıma yavaş yavaş girişini, rahmime ulaşmasını ve bebeğimin o anda kenara çekilip büzülmesini ben de izledim. Gördüklerimi kelimelerle anlatmak mümkün değil. O kısacık sürede neler düşünmedim ki! Heyecan mı? O an farkında bile değildim heyecanlanıp heyecanlanmadığımın, gördüklerimi algılamakla meşguldüm. Düşünebiliyor musunuz, yavrum, iğneyi fark ediyor ve kenara çekilip kendini korumaya alıyor... Anne olmanın, bebeğini bedeninin en korunaklı yerinde büyütmenin hazzı, mutluluğu, gururu hiçbir şeyle kıyaslanamaz... Bana sorsalar “Dünyadaki en mükemmel, en güzel şey nedir?” diye, ikiletmeden “Anne olmak” derim...

          İğnenin tüpü, rahmimden alınan sıvıyla dolunca doktorum iğneyi yavaş yavaş geri çekti. Bebeğimi görmeliydiniz, iğne dışarı çıktığında o da tekrar çekildiği köşeden çıktı, yeniden şöyle bir özgürce yayıldı yuvasına. Mutluydum, kuş gibi hafiflemiştim; çünkü bebeğim beklediğimiz, vermesi gereken tepkileri veriyordu, her şey yolundaydı, beş ay sonra kucağıma alacağım çocuğum sağlıklıydı. Yine de testin sonucunu merak ediyorduk. Bebeğimin gelişiminde bozukluk var mı yok mu, birkaç saat içinde öğrenecektik. Bu testi yaptırmak için en az üç bin lira para gerekiyordu. Devlet hastanelerinde testi yaptırmak için aylarca sıra bekleniyordu, bizim ne zamanımız ne de bekleyecek sabrımız vardı. En ölümcül vakalarda bile dört-beş ay sonraya gün verildiğini biliyorduk. Düşünebiliyor musunuz, siz, bebeğinizin gelişiminde bir bozukluk var mı yok mu diye öğrenmek istiyorsunuz; ama gerekli süre içinde testi yaptıramıyorsunuz. Diyelim testi yaptırdık, sonuç negatif çıktı ve bebeğin kürtaj yoluyla alınması gerekiyor; ama yasal kürtaj zamanı geçmiş... Şimdi ne olacak? İnanın bu soruları o zaman defalarca sordum? Yanıtını da çok acı verici bir örnekle Ankara’da aldım. Anlatacaklarımı duyunca, “Sakın böyle de tesadüf olmaz” demeyin. İnanın bana anlatacaklarımın eksiği vardır, fazlası yoktur. Hani derler ya “Geç gelen adalet, adalet değildir; geç gelen sağlık hizmeti de sağlık değil!”

          Elimde rahmimden alınan sıvının içinde bulunduğu tüple laboratuvara giderken karmaşık duygular içindeydim. Yüreğimin bir köşesinde o bildik endişeyi hissediyordum. Diyeceksiniz ki, “Hani rahatlamıştın?” İnsanın bir anı bir anını tutmuyor ki, hele anne iseniz, söz konusu olan da karnınızda taşıdığınız yavrunuzsa... Laboratuvarın önüne geldiğimizde hemen kapının yan tarafında otuzlu yaşlarda bir çifti birbirlerine sokulmuş ağlarken gördük. Hıçkırıklarını yutuyorlardı adeta. Belli ki çevrelerini rahatsız etmek istemiyorlardı. Onların bu hâlleri içime dokundu, anında moralim dibe vurdu, yüreğim sıkıştı. Sanki benim başıma bir iş gelmiş gibi endişelendim. Demek ki sonuçları kötü çıkmıştı. Ya benim bebeğimde de ters giden bir şeyler varsa?

          Elimizdeki tüpü içeri vermeyi unutmuş, onları teskin etmeye çalışıyorduk. Tahmin ettiğimiz gibi sonuçları olumsuzmuş, çaresiz kalmışlar, ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Öğlen paydosu olmadan elimizdeki tüpü laboratuvara vermemiz gerekiyordu. Tüpü içeri verip hemen yanlarına geldik. Ereğli’den geldiklerini öğrenince daha bir yakınlaştık. Memleketlerinden birilerini karşılarında görmek onlara da iyi geldi. Bize bakışlarını bir görseydiniz... Böyle anlarda insan nasıl davranacağını bilemiyor. Durup düşünecek zaman yok ki, birden karşılaştığımız bir durum. Neyse ki eşim akıl edebildi de öğlen yemeği için alt kattaki kantine indik birlikte.

          Ne onlar ne de biz bir şey yiyebildik, canımız istemiyordu. Hikâyelerini dinledik. Adam taşeronda çalışıyormuş, evleri köydeymiş. İşe köyden gidip geliyormuş. Kıt kanaat geçinebiliyorlarmış. Geçim sıkıntısı yetmezmiş gibi birde başlarına bu felaket gelmiş. Onları dinledikçe korkmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Sırayla konuşuyorlardı, biri susunca, daha doğrusu sesi düğümlenince diğeri araya giriyordu. Eşinin kaldığı yerden o anlatmaya devam ediyordu, ta ki onunda dudakları titremeye başlayana kadar.

          Onların da ikinci çocuklarıymış, dokuz yaşında bir oğulları varmış. Hamileliğin ilk gününden itibaren doktor kontrollerini hiç ihmal etmemişler. Altıncı aya kadar her şey yolunda gitmiş. Son kontrollerinde bebeğin enfeksiyon kaptığını öğrenmişler. Gün geçtikçe enfeksiyon azalacağına çoğalmış, tüm vücuda yayılmış. Doktor sebebini anlayamamış, birden ortaya çıkmış bir durummuş; “En iyisi siz Ankara’ya gidin, bir de orda baktırın,” demiş. Ereğli’de yaptırdıkları testleri, çektirdikleri filmleri alıp gelmişler. Buradaki uzman doktor muayene etmiş, filmlere bakmış, artık bir şey yapılamayacağını söylemiş. Kürtaj için de çok geç kalındığından normal süre beklenecek, bebek öyle alınacakmış.

          “Düşünebiliyor musunuz, bebeğim karnımda yavaş yavaş ölüme gidecek ve ben bunu bilerek yaşayacağım...” derken kadının hâlini görmeliydiniz, hıçkırarak ağlıyordu. Benim de gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. O an eşimle göz göze geldik, onun da gözleri sulanmıştı...

          “Öleyim daha iyi, bize yaşamak haram, bebeğim ölüyor ve ben çaresizim. Karnımdaki bebeğimi koruyamadıktan sonra...”

          “Karıma bir şey olursa, ben ne yaparım? Karnındayken ölürse anne zehirlenebilirmiş de. ‘Öyleyse alın’ diyorum, ‘Alamayız, kürtaj yasak!” diyor doktor...”

          “Hayır, ben de istemiyorum alınmasını, onun yaşaması gerekir, o ölürse ben nasıl yaşarım?..”

          Kendimi karşımdaki acılı kadının yerine koyuyorum, biliyorum ki eşim de benim gibi düşünüyor, o da kendini babanın yerine koyuyordu. Bir düşünün, içinizde büyüttüğünüz bebek ölmek üzere... Ama sizin elinizden bir şey gelmiyor... Dile kolay, yavrunuz karnınızda ve ölüme gidiyor... Kelimelerle anlatılabilir mi hissedilenler?

          Ağlaşmamız epeyce sürdü. Öğlen arası bitiyordu. Onlara bir de bizim doktorumuzla görüşmelerini önerdik. “Gerekirse muayene etsin, hem benim doktorum hâlden anlayan biri, eminim size en doğru yolu gösterecektir,” dedim. Ne yapalım dercesine birbirlerine baktılar. Bakışlardaki ifadeyi söylemeye dilim varmıyor... Sonra kısık bir sesle, “Ama bizim paramız yok” dedi adam. Bu kez eşimle biz bakıştık. İkimiz aynı anda, “Bir çaresine bakarız” deyip kalktık.

          Doktorumuzun sekreteriyle konuştuk, aslında muayene mümkün değilmiş, sıra doluymuş, ama bir hasta gelemeyeceğini bildirdiğinden onun yerine bizi kabul edebileceklermiş. Randevuyu alınca sıra asıl probleme yani muayene ücretine gelmişti. Eşimle cebimizdeki paraya baktık, yol parasını ayırdıktan sonra kalan paramız muayene ücretinin yarısını anca karşılıyordu. Doktorumuza durumu anlattık; paralarının olmadığını mümkünse yarısını verebileceğimizi söyledik. Doktorumuz önerimizi kabul etti.

          Sonuç yine olumsuzdu, “Yapılabilecek hiçbir şey yok” dedi doktor. Bekleyeceklerdi. Bu süreçte Ereğli’deki kontrolleri ihmal etmemeleri gerektiğini özellikle tembihledi. Annenin sağlığı için gerekliydi bu, bebekten umut yoktu. Doktorum güzel bir konuşma yaptı; genç olduklarını, isterlerse yine çocuk sahibi olabileceklerini, her şeyden önce dokuz yaşındaki oğullarını düşünmeleri gerektiğini söyledi. “Kendinizi bırakırsanız, size bir şey olursa, diğer yavrunuza kim bakacak, onu da düşünmelisiniz,” gibi sözler iyi geldi onlara. Ama benim aklımda hep, ya bebek annenin içinde ölürse, ya anneyi zehirlerse... Sorular, sorular...

          Ankara’da o gün yaşadıklarımız her aklıma geldiğinde kalbimin atışları değişir. Sesimin titremesinden siz de fark ediyorsunuzdur bunu... Hikâyenin sonunu dinleyenler mutlu son diyebilir, ama bence tartışmalı. Belki zamanın o bildik gücüdür bizi bu düşünceye iten. Oysa anne, dokuz ayı tamamlayana kadar her gün bebeğiyle birlikte öldü, acısı gün gün artarak devam etti, işkence gibi... Neymiş kürtaj yasakmış!

          Bebeğimi sağlıklı bir şekilde dünyaya getirdiğimin ikinci ayıydı, kapımızın zili çaldı. Eşim kapıyı açtı; onlar gelmişti, yanlarında oğulları da vardı. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Kucağımda çocukla öylece kalakalmıştım. O anki duygumu anlatamam, bebeğimle onların karşısına çıkmanın mahcubiyetini hissediyordum... Güzel bakışları, beni kendime getirdi, gülümsedim... Elleri doluydu, köyden fındık ve ıhlamur getirmişlerdi. Buyur ettik içeri. Sıkılarak eve girerlerken, adam “Borcumuzu getirdik,” dedi...

 

7 Haziran 2019 Cuma


MATEMATİK HAYATTIR

 

Okulun kapanmasının üzerinden daha bir hafta geçmeden sıkılmaya başlamıştı evde. Oysa “Okullar tatil olsun öğlene kadar uyuyacağım” diyordu. Ama ne mümkün, inadına sabah erkenden uyanıyordu. Annesi ve babasıyla kahvaltı yapıyor, onları işlerine uğurladıktan sonra günlük programını uyguluyordu.

Kitap okumak ve müzik dinlemek öncelikleri arasındaydı. Rap müziği seviyordu. Yerli, yabancı tüm Rapçileri dinliyordu. Sözlerini kendisinin yazdığı besteleri vardı. Birkaçını okul gösterilerinde söylemişti. Arkadaşları ve öğretmenleri çok beğenmişlerdi. Müziği gelip geçici bir heves olarak görmüyordu… Bir de futbol merakı vardı; oynamaktan da izlemekten de büyük zevk aldığı. Aslında basketbolu da seviyordu. Ama boyu bu spora göre biraz kısa kalıyordu. Kaan gibi uzun boylu olsaydı belki basketi de seçebilirdi.

Kaan okuldan arkadaşıydı. O da bu yıl altıncı sınıfa geçmişti. Farklı sınıflardaydılar, çok istemelerine karşın ilkokuldan sonra aynı sınıfa düşememişlerdi. Çok iyi arkadaştılar. Kankaydılar. Arkadaşlıkları beşinci sınıfta kankalığa dönüşmüştü. İkisini birbirine yakınlaştıran matematik dersiydi. Dördüncü sınıfta matematik derslerine girmeye başlayan öğretmenleriyle birlikte matematiğe ilgileri artmıştı. Matematik sevgileri beşinci sınıfta doruğa çıkmıştı. Öğretmenlerine göre ikisinin de matematiğe karşı özel yeteneği vardı.

Matematik öğretmenleri başarılı öğrencilerini ulusal düzeyde yapılacak matematik olimpiyatlarına hazırlarken iki arkadaş ilk defa birlikte ders almaya başlamışlardı. Akşamları dersler bittikten sonra bir sınıfta toplanıyorlardı. Öğretmenleri, onları yarışmada çıkabilecek sorular üzerinde çalıştırıyordu. Daha çok soru cevap şeklinde işlenen derste öğrenciler bazen zorlanıyorlardı. Soruyu yapamadıklarında her öğrenci kendine özgü tepki gösteriyordu. Örneğin Teoman küserek arkasını dönüyordu. Hatta bazen sandalyesini köşeye çekip başını iki duvarın arasına gömüyor, dakikalarca öylece kalıyordu.  Kaan ise hırsını alamayıp ağlıyordu. Onun en belirgin özelliğiydi ağlamak; daha çok haksızlıkla karşılaştığında ağlardı. Bir öğretmeninden ya da yöneticiden aldığı haksız/yersiz bir uyarı onun çileden çıkmasına yetiyordu.

Mehmet Eren’in Kaan’la kanka oluşu da böyle bir ağlamanın ardından gerçekleşmişti. Kaan soruyu yanıtlayamamış hırsından ağlamaya başlamıştı. Öğretmeni onu yatıştırmaya çalışmıştı. “Önemli değil Kaan, her soruyu yapacaksın diye bir kural yok, rahat ol,” demişti. Kaan “Biliyorum öğretmenim, ama kendimi tutamıyorum,” diyerek ağlamaya devam etmişti. İşte bu sırada Mehmet Eren’in “Kaan, benim de yapamadığım sorular oluyor…” diye başlayıp süren yatıştırıcı sözleri üzerine sakinleşmiş, Mehmet Eren’e sevgiyle bakmıştı… Aralarındaki rekabeti güzel yapan bu sevgiydi. Matematik öğretmenleri böyle diyordu. Oyunlarda en kıyasıya yarışa girip arkadaş kalabilmek ancak böyle mümkündü. Bunu en iyi başarabilecekler matematikçilerdi… Matematik öğretmenlerinin hayata dair bu tür konuşmalarını dinlemekten büyük keyif alıyorlardı.

Okul günlerini düşününce canı sıkıldı. Çok sevdiği matematik öğretmeni emekliye ayrılıyordu. Önümüzdeki sene okulda olmayacaktı. Her aklına geldiğinde üzülüyordu. Kabullenemiyordu. Birkaç arkadaşıyla okul yönetimine gidip konuşmuşlardı. “O gider yenisi gelir, öğretmeniniz emekli oluyor, onun kararına saygı duymalıyız çocuklar,” demişti yönetici. Üzülmekten başka bir şey gelmiyordu elinden... İçi daralınca annesine mesaj attı. Kaanlara gitmek istediğini söyledi. Annesinden izin alınca bisikletine binip Kaanlara gitti. Arkadaşının evi bir sokak aşağıdaydı.

Kaan’la buluşunca hem öğretmenlerini hem de okul günlerini andılar. Konuşulacak o kadar çok şey vardı ki… Matematik öğretmenlerine bağlılıklarının tek nedeni dersini öğrencilerine sevdirmesi değildi. İkisinin de içinde bulunduğu bir olaydan sonra öğretmenlerine hayranlıkları daha da artmıştı.

Okulda sınıflar arası voleybol maçları düzenlenmişti. Her takımda bir öğretmen yer alacaktı. Kaan ve Mehmet Eren, arkadaşlarına sosyal bilgiler öğretmenlerinin takıma alınmasını önerdiler. Sosyal bilgiler öğretmenleri de çok seviliyordu, öneri hemen kabul edildi. Maçların başlayacağı hafta beden eğitimi öğretmenine takım listeleri verildiğinde beklemedikleri bir durumla karşılaştılar. Sosyal bilgiler öğretmeninin yerine matematik öğretmeninin adı yazılmıştı. Bunun üzerine ikisi de biz oynamıyoruz deyip takımdan çıktı. Maçlar başladığında matematik öğretmenleri siz neden yoksunuz deyince soruyu geçiştirmişlerdi. Matematik öğretmenlerinin yapılan değişiklikten haberi yoktu. Üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra durumu tesadüfen öğrenecekti öğretmenleri.

Mayıs ayının ilk haftasında düzenlenecek futbol karşılaşmaları için takımlar kuruluyordu. Kaan ve Mehmet Eren takımlarını kendileri kuracaktı. Diğer arkadaşlarını ikna ederek takıma sosyal bilgiler öğretmenlerini aldılar. Bu konuyu iki arkadaş aralarında çok konuşmuştu. Sosyal bilgiler öğretmenine yapılan haksızlığı gidermek istiyorlardı. Önlerine güzel bir fırsat çıkmıştı. Tabii matematik öğretmenlerini kırmadan, üzmeden bu olayın altından kalkmaları gerekiyordu. Çok düşündüler. Sonunda öğretmenleriyle konuşmaya karar verdiler.

Gözlerinde büyüttükleri sorunun kolayca çözümlenmesine (üstelik beklemedikleri şekilde) ikisi de çok sevindi.

“Öğretmenim voleybol maçları sırasında Mansur Beye haksızlık ettik, önce ona söylemiştik, ama arkadaşlar sizi aldılar takıma. Bu sefer onun oynamasını istedik.” Mehmet Eren sözünü bitirdiğinde Kaan’la göz göze geldiler. İkisi de panik halindeydi. Matematik Öğretmenlerinin anlayışla karşılayacağından emindiler, ama yine de içlerinde bir tedirginlik vardı. Matematik öğretmenleri beklemedikleri bir davranışta bulundu, ikisini de kucaklayıp öptü.

“Sizi işte bunun için çok seviyorum. Matematikçiler gündelik hayatın içinde de farklılıklarını gösterirler. Adalet duyguları çok yüksektir, sadece kendilerine yapılan haksızlıklara değil başkalarına yapılan haksızlıklara da karşı çıkarlar. Bazıları ‘Matematik dersinde öğrendiklerimizin çoğunu unuttuk, bir işimize de yaramıyor,’ diyor. Bilmiyorlar ki amaç konuları ezberlemek ya da öğrenmek değildir, düşünebilme yeteneği, sorgulayabilme becerisi kazanmaktır asıl amaç. Yüzlerce roman okuruz, aradan zaman geçer çoğunu unuturuz; şimdi roman okumayacak mıyız?”

“Haklısınız öğretmenim,” diyebilmişlerdi mahcup bir sesle.

“Onca meyve sebze yeriz, besleniriz. Bir yararını göremiyoruz der miyiz? Oysa onlardan aldığımız vitaminleri de göremeyiz. Kanımıza, hücrelerimize karışır, sağlıklı yaşamamızı sağlarlar. Kitaplardan okuduklarımız ve matematik derslerinden aldıklarımız da beynimizi besler… Tamam mı? Anlaştık mı?”

“Anlaştık öğretmenim.”  

“Siz mükemmel çocuklarsınız, sizi çok seviyorum…”

O konuşmayı her anımsadıklarında aynı sevinci ve coşkuyu hissediyorlardı, şimdi olduğu gibi. “Büyüdüğünüzde bu olayı gururla anlatacağınızı biliyorum çocuklar. Böyle anlamlı anılar sizin en büyük zenginliğinizdir… Unutmayın matematik hayattır…” Sözlerini böyle bitirmişti öğretmenleri. Bugün de gelecekte heyecanla anlatacakları bir macera yaşayacaklarından ikisi de habersizdi… 

İçeride fazla duramadı iki arkadaş. Dışarı çıktılar, Kaanların evinin önündeki basket potasına sırayla atış yaptılar. Çabuk sıkıldılar ama. En iyisi bilgisayarda oyun oynamaktı. Bilgisayar oyunları deyince akıllarına hemen İlyas geldi. Onun oyun arşivi genişti. Hem üç kişinin kapışması daha heyecanlı oluyordu.

İlyas’ı arayıp geleceklerini söylediler. Yahşi’ye nasıl gidecekleri konusunda ikileme düştüler. İkisi de bisiklete çok iyi biniyordu, ama Yahşi’ye giden yol dar ve çok virajlıydı. Bazı dönemeçlerde yol iyice daralıyordu, aniden karşılarına araba çıkabilirdi, arkadan gelen araçlar da tehlike yaratabilirdi. En iyisi dolmuşla gitmekti. Tam karar vermişlerdi ki Yahşi’ye, İlyasların evine farklı bir yoldan da gidebileceklerini akıl ettiler.

Bodrum’dan gelen yol büyük alışveriş merkezlerinin bulunduğu yerde Turgutreis ve Yalıkavak’a ayrılıyordu. Aynı kavşaktan başka bir yol da sola gidiyordu. Bu yolu kullanacaklardı. Gidişi çözmüşlerdi, geriye dönüşleri kalıyordu. Geriye gelirken aynı yolu kullanmaları çok zordu; dik yokuşu bisikletleriyle çıkmaları mümkün değildi. İyi birer matematikçi olduklarına göre problem çözmek de onların işiydi. Biraz düşününce dönüş sorununu da çözdüler. İlyas’ın babası pikabıyla onları evlerine bırakabilirdi. Yeniden İlyas’ı aradılar, Yusuf Amcalarının arabasıyla onları götürebileceği sözünü alınca yola koyuldular.

Trafikten kurtulmanın keyfiyle pedallara basmaya başladılar. Yol tatlı bir eğimle tepeye doğru kıvrılıyordu. Yol boştu yan yana gidiyorlardı. Haziran güneşi altında bisiklet sürebiliyorlarsa bunu Bodrum’un o ünlü esintisine borçluydular. Yüz metrelik tırmanışın ardından önce dağa paralel gidecekler, sonra da inişe geçeceklerdi.

“Az kaldı kanka! Ha gayret!”

“Yokuş aşağı su gibi kayarız birazdan kanka…”

Tam o sırada bir taksi korna çalarak hızla yanlarından geçti. Taksiden biri kafasını çıkarıp el kol hareketi yaparak bağırdı.

“Ulan velet, yolu babanın malı mı sandın?”

Araba biraz daha yanaşsaydı Kaan’a çarpabilirdi. O panikle Mehmet Eren neredeyse yoldan çıkıp bayır aşağı yuvarlanacaktı. Durup nefes aldılar. Kalpleri hem yorgunluğun etkisiyle hem de korkuyla delicesine atıyordu. Yüzlerinin rengi gitmişti.

“Plakasını ezberime aldım, şikâyet edelim kanka.”

“Şikâyet de ederiz internette de paylaşırız.”

“Serseriydiler...”

Yeniden yola koyulmuşlardı. İlk baştaki gibi hızlı değillerdi. Dile getirmeseler de keyifleri kaçmıştı. Düzlüğe çıktıklarında, az önceki aracın ileride dağın içine doğru kıvrılan dönemeçte durduğunu gördüler. Yüz metre kadar vardı aralarındaki uzaklık. İyice yavaşladılar. Tedirgin olmuşlardı. Biraz daha yaklaştıklarında taksiden biri indi. Başını camdan çıkarıp Kaan’a bağıran adamdı. Onlara bakıyordu. Adam el kol hareketi yapmaya başlayınca durdular.

“Kanka duralım…”

“İstersen dönelim.”

“Dönersek korktuğumuzu sanırlar, dönüp bize yetişirler.”

“Yokuş aşağı zor yetişirler. Zaten hemen mahalleye ulaşırız.”

“Neden kaçacakmışız? Biz mi suçluyuz onlar mı?”

“Doğru diyorsun. Öyle hemen tırsmak yok!”

“Bak aklıma ne geldi…”

Mehmet Eren telefonunu çıkardı, adamın göreceği şekilde kulağına götürdü. Sanki birini arıyormuş gibi yaptı. Kaan arkadaşının niyetini anlayınca o da telefonunu çıkardı. Parmağıyla adama ‘bak telefon ediyoruz dercesine’ telefonu gösterdi. Olup biteni gören adam hızla arabaya döndü, taksinin kapısını açtı. Birini kolundan çekerek dışarı sürükledi. Diğer arka kapıdan bir başkası çıkıp dışarıdakilerin yanına geldi. Yerdeki adamı sürüyerek yolun altına doğru yuvarladılar. Sonra aceleyle arabaya bindiler. Taksi hızla oradan uzaklaştı. Her şey gözlerinin önünde, birden olup bitmişti.

“Birini öldürüp yoldan aşağı attılar.”

“Yok, ölü değildi, canlıydı.”

“Ne yapalım?”

Birkaç saniye sessiz kaldılar. Kararsızlardı. On bir, on iki yaşında çocuktular, ne yapabilirlerdi ki? Sanki filmlerde gördükleri sahnelerden biri gözlerinin önünde oynanmıştı. Hem de gerçeği. Bilgisayardaki savaş oyunlarına ise hiç benzemiyordu.

“Hadi gidip bakalım, nasılsa adamlar gitti…”

Bir dakikada olay yerine geldiler. Yolun hemen altında çalıların arasında biri debeleniyordu. Tıknaz yapılı irice biriydi. Zorlanarak doğrulup dikildi. Ayakta zor duruyordu, her an yamaçtan aşağı yuvarlanabilirdi. Anlamadıkları sesler çıkarıyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu. Yolun kenarında durmuş yukarı çıkmaya çalışan bu garip görünümlü genci seyrediyorlardı. Ne yapmaları gerektiği konusunda kararsızdılar.

“Abi, elini uzatır mısın? Yardım eder misiniz?”

“Abi!” Şaşkındılar, iri yarı bir genç onlara abi demişti. O an ikisi de gencin Down Sendromlu olduğunu anladı.

“Yardım edelim,” diyerek Kaan yolun altına indi. Elini uzattı, yüzü çizik içindeki genç çok ağırdı. Kaan’ın onu yukarı çekmeye gücü yetmeyince Mehmet Eren de onların yanına indi.

Yola çıktıklarında genç yere çöküp ağlamaya başladı. Dizleri kan içindeydi. Yüzündeki çizikler kanıyordu.

“Canın çok mu yanıyor?”

“Ailene telefon et, gelip seni alsınlar…”

Kaan daha sözünü bitirmeden genç bağırmaya başladı.

“Telefonumu, saatimi aldılar… Paramı da aldılar…”

“Onlar kimdi?”

“Tanımıyorum. Beni arabalarıyla gezdireceklerdi…” Ağlamaktan konuşamıyordu. İç çekerken bacağını ovalıyordu bir yandan da.

Kaan’la Mehmet Eren yerde oturan gençten uzaklaşıp aralarında değerlendirme yaptılar.

“Dowm Sendromlu, bize zararı dokunmaz, yardıma muhtaç.”

“Evet, doğru söylüyorsun. Ona nasıl yardım edebiliriz. Yoldan geçen de yok.”

“En iyisi biz arayalım ailesini.”

Yeniden gencin yanına geldiler.

“Adın ne senin?”

“Ege…”

“Kaç yaşındasın?”

“On altı…”

Soruları yanıtlarken konuşmasını yarıda kesiyordu. Ya korktuğundan ya da konuşmakta zorlandığından böyleydi.

“Annenin ya da babanın telefonunu biliyor musun?”

Yerden hızla doğrulup şortundaki tozları silkeledi.

“Annemim telefonunu ezbere biliyorum.” Az önce ağlayan o değildi sanki. Büyük bir iş başarmışçasına coşkuluydu. “Annem bana ezberletmişti. Hiç unutmadım.”

Mehmet Eren telefonunu çıkardı.

“Söyle hadi.”

“Olmaz, annem kızar.”

“Neden kızsın?”

“Ondan izin almadan yabancıların arabasına bindim…”

Kaan sözünü kesti kızgınlıkla.

“Sen bilirsin, seni burada bırakıp gideriz, tek başına kalırsın.”

“Lütfen beni de götürün… Lütfen!”

“Sen telefonu söyle, ben annene kızmamasını söylerim.”

“Söyler misin? Söylersen kızmaz değil mi?”

“Biz dersek kızmaz…”

Çocuk telefonu yazdırdı. Mehmet Eren uygun sözcüklerle anneye durumu açıkladı. Kadıncağız defalarca teşekkür etti. Hemen geleceğini söyledi. Yalnız bırakmamalarını özellikle vurguladı. Sonra telefonu oğluna vermesini istedi.

“Annen seninle konuşacak,” diyerek telefonu Ege’ye uzattı Mehmet Eren.

Çocuk telefonda annesiyle önce sakin konuşurken birden bağırmaya başladı. Elindeki telefonu kapatıp Mehmet Eren’e verdi.

“Kızdı işte bana… Söz vermiştiniz…”

Yere çömeldi. Başı iki bacağının arasında hıçkırarak ağlıyordu.

“Geciktik, İlyas bizi merak etmiştir.”

“Böyle bırakıp gidemeyiz…”

Tam o sırada bir araç aşağıdan çıkageldi. Onlara yaklaştığında yavaşlayıp durdu. Araçta iki kadın vardı.

“Ne oldu çocuklar, bir sorun mu var?”

*

İki arkadaş orada daha fazla kalmadan bisikletlerine binip Yahşi’ye doğru hızla indiler. Çocuk, nasılsa emin ellerdeydi. İki kadın, çocuğun annesi gelene kadar orada bekleyecekti. Zor durumdaki birine yardım etmenin gururuyla İlyaslara geldiler. Bilgisayarın başına geçtiklerinde yaşadıkları olayı çoktan unutulmuşlardı bile.

Haziran ayının yakıcı güneşi Yahşi’nin tepelerine doğru kayarken oyunlarını bitirdiler. İlyas’ın annesi ve babası kapıdan içeri girdiklerinde onların da evlerine dönme vakitleri gelmişti. Yokuş yukarı pedal çevirmenin zorluğunu yaşamayacaklardı. Bisikletlerini pikabın arkasına yerleştirirken çok mutluydular.  Yusuf Amcaları, onları evlerinin sokağına kadar götürdü.

Mehmet Eren eve girdiğinde henüz annesi babası gelmemişti. Duşunu alıp onları beklemeye başladı. Aniden aklına öğlen yaşananlar geldi. Annesine babasına söz edip etmeme konusunda kararsız kaldı. Gerçi İlyaslara gitmek için onlardan izin almıştı, ama atlattıkları tehlike özellikle annesini kaygılandıracaktı. En iyisi onlar sormadıkça konuyu açmamaktı. Dediğini de yaptı, ancak düşünmediği, aklından geçirmediği şekilde olay yeniden önüne geldi.

Akşamın alacakaranlığı çöktüğü bir vakit evlerinin kapısı çalındı. Kapıyı Mehmet Eren’in annesi açtı. Rana Hanım karşısında iki polisi ve ileride bekleyen ekip arabasını görünce şaşırdı.

“İsmail Bey evde mi?”

“Evet, evde, neden sordunuz?”

Sesleri duyan Mehmet Eren ve babası da kapıya gelmişti.

Mehmet Eren polisleri gördüğü anda onların neden geldiklerini tahmin etti...

*

Çocuk kaçırma ve gasp basit bir suç değildi. Polis, Ege’nin annesinin şikâyeti üzerine olayı soruşturmaya başlamış. Ege’nin ve diğer iki kadının ifadelerinden bir sonuç alınamayınca asıl görgü tanıkları araştırılmış. Mehmet Eren’i bulmaları zor olmamış. Ege’nin annesine edilen telefon işlerini kolaylaştırmış, adrese bu şekilde ulaşmışlar.

Mehmet Eren ve Kaan’ın yardımıyla suçluların kimlikleri kısa sürede tespit edildi. Arabadan başını çıkarıp onlara bağıran adamı teşhis etmek ve arabanın plakasını söylemek onlar için çocuk oyuncağıydı. Boşuna adları matematikçiye çıkmamıştı. Polisten övgü ve Ege’nin ailesinden duyulan minnet sözleri kahramanlarımızın göğsünü kabarttı. Elbette aileleri de onlarla gurur duydular, ama dikkatten kaçan, yanlış olan şeyler de vardı. Anneleri, İlyaslara bisikletle değil, dolmuşla gitme izni vermişti.  Gerçi böyle bir uyarıda bulunmamışlardı, ama onların bunu bilmeleri gerekiyordu. Bugüne değin trafiğin yoğun olduğu cadde ve yollarda bisiklete binmemeleri konusunda hep uyarılmışlardı…

*

Bu olay bana anlatıldığında şunu söyledim ailelere: “Tamam çok zekiler, matematikçiler, ama henüz çocuklar. Çocukça bir güdüyle hareket etmeleri onların sağlıklı geliştiklerinin bir göstergesidir. Genelde anne babalar çok zeki çocuklarından büyüklerin davranışlarını beklerler. Öğretmenlik yaşantımda çok zeki olup ailelerinin aşırı beklentilerinin baskısı altında ezilen öğrencilerim oldu. Üzülerek söylüyorum, birçoğu ileriki hayatlarında sorunlar yaşadılar, başarısız ve mutsuz bireyler oldular… Eğitimin ilk kuralı çocuğa çocukluğunu yaşatmaktır…”  

27.05.2019 / Kdz. Ereğli

(Sevgili öğrencilerim Kaan, Mehmet Eren, İlyas ve Teoman’a… Sizi çok seviyorum ve sizinle gurur duyuyorum benim matematikçi öğrencilerim…)