5 Temmuz 2019 Cuma


AHMET ÜMİT – ELVEDA güzel VATANIM

 

Severek okuduğum bir yazardır Ahmet Ümit. Romanlarıyla biraz geç buluştum. Bunun nedeni polisiye romanlara ilgi duymamamdı. Bab-ı Esrar’ı okuduktan sonra diğer romanlarını da okumaya başladım. Elveda Güzel Vatanım yazarın en son okuduğum romanı oldu.

 

Öncelikle belirtmeliyim ki Ahmet Ümit güzel bir iş çıkarmış. Çok emek vermiş. Eminim ki uzun bir hazırlık sürecinden sonra romanı kaleme almış. Ancak yazma işini aceleye getirdiğini düşünüyorum. Yönelteceğim eleştirilere karşın romanı değerli bulduğumu, önemsediğimi belirtmek isterim. Tarihe meraklı herkesin severek okuyacağı bir roman; İttihat ve Terakki belgeseli niteliğinde bir yapıt... Özellikle lise ve üniversite öğrencilerine okumalarını öneririm.

 

Değerlendirmelerimi dört ana başlıkta yapacağım:

1)Romanın yazılışının aceleye getirildiğini düşünmemin nedenlerinden biri bazı sözcüklerin aynı sayfada -aynı paragrafta- çok sık tekrarlanmış olmasıdır. Aynı paragraf içinde bir sözcük arka arkaya kullanıldığında anlatımı bozduğu gibi okuyucunun da dikkatini çekiyor. Örneğin “olmak” sözcüğü 40. sayfada 15, 49. sayfada 17, 122. sayfada 12 kez geçiyor.

“...Lanetli biri gibi değil, suçlu biri gibi... Anında bıçak gibi kesiliyor fısıltılar... fark eden mazlumlar gibi sus pus oluyor herkes...” Aynı paragrafta 4 tane “gibi” fazla gibi!

 

2)Roman karakterlerinin neredeyse tamamı aynı şekilde konuşuyor. Bu özellik, romanın kurgusunu ve konusunu ikinci plana itecek kadar öne çıkıyor. Tarihin gerçekliğini de gölgeliyor.

 

“Mesela sen, daha çok gençsin, çok da tutkulu, elbette kadınlar ilgini çekecek... Elbette aşklar yaşayacaksın, elbette izdivaç yapacaksın... Bizim için bir tek sevda kalacak, sadece vatana duyduğumuz aşk, milletimize duyduğumuz muhabbet. Sadece o olmayacak, sadece bu ulvi his kalbimizdeki yerini kaybetmeyecek...” Aynı paragraf içinde “elbette” ve “sadece” sözcüklerinin tekrarlanması konuşanın tarzı olarak kabul edilebilir. Ama aynı tarzı diğer roman kahramanlarının konuşmalarında da görmek bende soru işaretlerine neden oldu. Sanki ayrı bireylerden değil de yazarın tornasından çıkmış kişilerden oluşuyor roman. Karakterlerin tarihi kişilikleri göz önüne alındığında yazarın böyle bir hakkının olmadığı ortadadır.

 

Romanda aynı şekilde arka arkaya kullanılan sözcüklerden bazıları da şunlar: “İcap ederse... icap ederse...”(S.132) “İsterse... isterse...”(S.133) “Ve biz alabildiğinde inançlı, alabildiğine cesur, alabildiğine kararlıydık ama aynı zamanda alabildiğine tecrübesiz...”(S.133) “...herkeste yok... Herkes isyana katılabilir... herkes yaramaz...”(S.142) “Ben de... ben de... Ben de... ben de...(S:193) “İlk kez... ilk kez... ilk kez... ilk kez...(S:193)

 

Örnekler kitabın tamamında var ve azımsanmayacak kadar çok. Eğer bu şekilde sadece baş kahraman Şehsuvar konuşsaydı göze batmazdı, hatta romanı zenginleştirici bir anlatım olurdu. Sürgüne giden padişah Abdülhamit bile böyle konuşuyor. “Nerden çıktı bu sürgün? Nerden çıktı bu Selanik?”(S.213)

Talat Bey (S. 131), Basri Bey (S.132) Cezmi Bey (S.196),  Paloma Nine (S.264)... ve diğerleri hep aynı tarzda konuşuyor. O devirdeki insanların hep böyle konuştuğu kuşkusuna kapılmadım değil!..

 

3) Eski Türkçe, Türkçe, Öz Türkçe gibi ayrımları kabul eden biri değilim. Yerine göre her sözcük kullanılmalı, bu dilin zenginliğidir. Ancak tercihim Türkçe kökenli ve Türkçeye yerleşmiş, halktan kabul görmüş kelimelerin kullanılmasıdır. Yazar ağırlıklı olarak “eski” sözcüklerle romanı yazmaya çalışmış. “Yazar, o devrin Türkçesiyle yazarak okuyucuyu tarihin içine çekmeyi amaçlamıştır belki de!” diye açıkladı bir arkadaşım. Eğer bu yaklaşım doğruysa, dört yüz yıl, bin yıl öncesi nasıl yazılacak? Yazarın tercihine saygı duymak gerekir tabii. Ancak kendi içinde tutarlı olması koşuluyla!

 

“Hasbıhal, havadis, husumet, münevver, külliyen, malumat, menfi, sarih, meşum, muamma, tasallut, tevdi...” eski kelimelerin yanı sıra “gerek, önem, özür, bakan, başbakan gibi yeni sözcükleri kullanmaması gerekirdi. Kaldı ki bakan ve başbakan sözcüklerinin kullanmasını garipsedim. Tarihe mal olmuş bazı eski sözcüklerin (terim ve kavramların) kullanılması ne kadar doğruysa o tarihe ait olmayanların da kullanılmaması gerekirdi. Örneğin nazır yerine bakan sözcüğünü kullanılması...

“ ‘Yahu bu nasıl başbakan?’ diye gürlemişti benim yanımda Talat Paşa’ya.” “Aksi takdirde, hükümetin başbakanıyla, harbiye bakanı birbirine girecekti. Nitekim iki hafta sonra toplanan Merkez-i Umumi’de...” (S:484) Nazır ve Sadrazam sözcükleri kullanılmalıydı.

 

4) Başbakan ve bakan sözcüklerinin kullanılmasının nedenini romanın aceleye getirildiğine bağlıyorum. Çünkü yazar bunu fark etseydi eski karşılıklarını yazardı. Daha önemli bir yanlış da fes konusunda yapılmış. Bilindiği gibi Şapka Kanunu 1925 tarihinde çıktı. Kanun çıkmadan önce 2 Eylül 1925’te memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmişti. Mustafa Kemal taraftarı ve hükümetin en has adamı Mehmet Esat’ın 1926 yılında fes giymesi düşünülemez. “ ‘Rakı iyi.’ diyerek fesini çıkarıp masanın üzerine koydu.” (S.381) “Fesini yeniden başına yerleştirdi.” (S. 382) Bu yanlışlığın da gözden kaçtığını düşünüyorum...