AHMET
ÜMİT – ELVEDA güzel VATANIM
Severek
okuduğum bir yazardır Ahmet Ümit. Romanlarıyla biraz geç buluştum. Bunun nedeni
polisiye romanlara ilgi duymamamdı. Bab-ı Esrar’ı okuduktan sonra diğer
romanlarını da okumaya başladım. Elveda Güzel Vatanım yazarın en son okuduğum
romanı oldu.
Öncelikle
belirtmeliyim ki Ahmet Ümit güzel bir iş çıkarmış. Çok emek vermiş. Eminim ki
uzun bir hazırlık sürecinden sonra romanı kaleme almış. Ancak yazma işini
aceleye getirdiğini düşünüyorum. Yönelteceğim eleştirilere karşın romanı
değerli bulduğumu, önemsediğimi belirtmek isterim. Tarihe meraklı herkesin
severek okuyacağı bir roman; İttihat ve Terakki belgeseli niteliğinde bir
yapıt... Özellikle lise ve üniversite öğrencilerine okumalarını öneririm.
Değerlendirmelerimi
dört ana başlıkta yapacağım:
1)Romanın
yazılışının aceleye getirildiğini düşünmemin nedenlerinden biri bazı sözcüklerin
aynı sayfada -aynı paragrafta- çok sık tekrarlanmış olmasıdır. Aynı paragraf
içinde bir sözcük arka arkaya kullanıldığında anlatımı bozduğu gibi okuyucunun
da dikkatini çekiyor. Örneğin “olmak” sözcüğü 40. sayfada 15, 49. sayfada 17,
122. sayfada 12 kez geçiyor.
“...Lanetli
biri gibi değil, suçlu biri gibi... Anında bıçak gibi kesiliyor fısıltılar...
fark eden mazlumlar gibi sus pus oluyor herkes...” Aynı paragrafta 4 tane
“gibi” fazla gibi!
2)Roman
karakterlerinin neredeyse tamamı aynı şekilde konuşuyor. Bu özellik, romanın kurgusunu
ve konusunu ikinci plana itecek kadar öne çıkıyor. Tarihin gerçekliğini de
gölgeliyor.
“Mesela sen,
daha çok gençsin, çok da tutkulu, elbette kadınlar ilgini çekecek... Elbette
aşklar yaşayacaksın, elbette izdivaç yapacaksın... Bizim için bir tek sevda kalacak,
sadece vatana duyduğumuz aşk, milletimize duyduğumuz muhabbet. Sadece o
olmayacak, sadece bu ulvi his kalbimizdeki yerini kaybetmeyecek...” Aynı
paragraf içinde “elbette” ve “sadece” sözcüklerinin tekrarlanması konuşanın
tarzı olarak kabul edilebilir. Ama aynı tarzı diğer roman kahramanlarının
konuşmalarında da görmek bende soru işaretlerine neden oldu. Sanki ayrı
bireylerden değil de yazarın tornasından çıkmış kişilerden oluşuyor roman.
Karakterlerin tarihi kişilikleri göz önüne alındığında yazarın böyle bir
hakkının olmadığı ortadadır.
Romanda aynı
şekilde arka arkaya kullanılan sözcüklerden bazıları da şunlar: “İcap ederse...
icap ederse...”(S.132) “İsterse... isterse...”(S.133) “Ve biz alabildiğinde
inançlı, alabildiğine cesur, alabildiğine kararlıydık ama aynı zamanda
alabildiğine tecrübesiz...”(S.133) “...herkeste yok... Herkes isyana
katılabilir... herkes yaramaz...”(S.142) “Ben de... ben de... Ben de... ben
de...(S:193) “İlk kez... ilk kez... ilk kez... ilk kez...(S:193)
Örnekler
kitabın tamamında var ve azımsanmayacak kadar çok. Eğer bu şekilde sadece baş
kahraman Şehsuvar konuşsaydı göze batmazdı, hatta romanı zenginleştirici bir
anlatım olurdu. Sürgüne giden padişah Abdülhamit bile böyle konuşuyor. “Nerden
çıktı bu sürgün? Nerden çıktı bu Selanik?”(S.213)
Talat Bey (S.
131), Basri Bey (S.132) Cezmi Bey (S.196),
Paloma Nine (S.264)... ve diğerleri hep aynı tarzda konuşuyor. O devirdeki
insanların hep böyle konuştuğu kuşkusuna kapılmadım değil!..
3) Eski
Türkçe, Türkçe, Öz Türkçe gibi ayrımları kabul eden biri değilim. Yerine göre
her sözcük kullanılmalı, bu dilin zenginliğidir. Ancak tercihim Türkçe kökenli
ve Türkçeye yerleşmiş, halktan kabul görmüş kelimelerin kullanılmasıdır. Yazar
ağırlıklı olarak “eski” sözcüklerle romanı yazmaya çalışmış. “Yazar, o devrin
Türkçesiyle yazarak okuyucuyu tarihin içine çekmeyi amaçlamıştır belki de!”
diye açıkladı bir arkadaşım. Eğer bu yaklaşım doğruysa, dört yüz yıl, bin yıl
öncesi nasıl yazılacak? Yazarın tercihine saygı duymak gerekir tabii. Ancak
kendi içinde tutarlı olması koşuluyla!
“Hasbıhal,
havadis, husumet, münevver, külliyen, malumat, menfi, sarih, meşum, muamma,
tasallut, tevdi...” eski kelimelerin yanı sıra “gerek, önem, özür, bakan, başbakan
gibi yeni sözcükleri kullanmaması gerekirdi. Kaldı ki bakan ve başbakan sözcüklerinin
kullanmasını garipsedim. Tarihe mal olmuş bazı eski sözcüklerin (terim ve kavramların)
kullanılması ne kadar doğruysa o tarihe ait olmayanların da kullanılmaması
gerekirdi. Örneğin nazır yerine bakan sözcüğünü kullanılması...
“ ‘Yahu bu
nasıl başbakan?’ diye gürlemişti benim yanımda Talat Paşa’ya.” “Aksi takdirde,
hükümetin başbakanıyla, harbiye bakanı birbirine girecekti. Nitekim iki hafta
sonra toplanan Merkez-i Umumi’de...” (S:484) Nazır ve Sadrazam sözcükleri
kullanılmalıydı.
4) Başbakan
ve bakan sözcüklerinin kullanılmasının nedenini romanın aceleye getirildiğine
bağlıyorum. Çünkü yazar bunu fark etseydi eski karşılıklarını yazardı. Daha
önemli bir yanlış da fes konusunda yapılmış. Bilindiği gibi Şapka Kanunu 1925
tarihinde çıktı. Kanun çıkmadan önce 2 Eylül 1925’te memurlara şapka giyme
zorunluluğu getirilmişti. Mustafa Kemal taraftarı ve hükümetin en has adamı
Mehmet Esat’ın 1926 yılında fes giymesi düşünülemez. “ ‘Rakı iyi.’ diyerek
fesini çıkarıp masanın üzerine koydu.” (S.381) “Fesini yeniden başına
yerleştirdi.” (S. 382) Bu yanlışlığın da gözden kaçtığını düşünüyorum...