YAMAN KORAY VE BÜYÜK
ORFOZ
Yazının başlığına “Yitik Yazar Yaman
Koray” ya da “Unutulan Yazar” diyecektim elim varmadı. Daha yeni okuyup
bitirdiğime göre ne unutulmuş ne de kayıp bir yazar Yaman Koray. Ama şurası
kesin ki günümüzde hak ettiği değeri bulamayan bir yazar. Romanı okuyunca nasıl
böyle bir şey olur, nasıl günümüzün okuyucusuna ulaştırılmaz, diye sormadan
edemedim. Sanırım tepkimin asıl nedeni sahip olduğum roman anlayışının
unutturulmaya çalışılmasına... Romanı kısa sürede okuyup bitirdim. Son
zamanlarda sıkılmadan zevk alarak okuduğum ender romanlardan Büyük Orfoz.
Yaman Koray’ı yıllar önce gazetelerdeki
ölüm haberiyle tanımıştım. Yazar olduğunu, çok sayıda evlilik yaptığını,
teknesindeki suyu boşaltırken elektrik çarpması sonucu öldüğünü öğrenmiştim.
Hayat hikâyesi de ilginçti. Zengin bir aileden geliyormuş. Ailenin tek varisi
olmasına karşın, o, büyük şehirden kaçıp küçük balıkçı kasabalarında yaşamayı
seçiyor. Balıkçılık, balıkadamlık onun en iyi bildiği işmiş. Hava koşulları
elverdiği sürece günlerini evinden çok teknesinde geçiriyormuş. Altmış dört
yaşına kadar yedi evlilik yapmış ve bu evliliklerinden yedi çocuğu olmuş. En
son evlendiği sekizinci eşi ondan tam kırk iki yaş küçükmüş. Yetmiş bir yaşında
öldüğünde son eşinden de geride üç çocuk bırakmış.
2006 yılında okuduğum gazete
haberinden aklımda kalan yukarıdaki son cümleydi. İşte bu cümleden yola çıkarak
son romanımın kahramanına Yaman Koray’ın Büyük Orfoz romanını okuttum. Söylediğim
tuhaf gelebilir ama doğru; benden önce romanı kahramanım okudu. Ben ondan
etkilenerek romanı arayıp buldum. Yaman Koray’ın kitapları şu anda piyasada
yok, internetten araştırdım izine bile rastlayamadım. Bursa’da kitap fuarında
sahaflarda iki romanını bulabildim. En çok satan ve bilinen iki romanından
Büyük Orfoz’a böyle kavuştum. (Diğeri Deniz Ağacı’ymış)
Deniz ve balıkçılık denince akla
Halikarnas Balıkçı’sı gelir. Cevat Şakir’in romanlarıyla öğretmen okulu yıllarında
tanışmıştım. Anımsıyorum, bir ay boyunca Balıkçı’nın romanlarını elimden
düşürmemiştim. Geçen yıl Bodrum’dayken Deniz Gurbetçileri’ni yeniden okudum.
Denizi anlatan romanları çok seven ben Büyük Orfoz’u nasıl kaçırmışım diye hayıflandım.
Balıkçılık ve özellikle de balıkadamlık bu kadar güzel anlatılamazdı. Bu romanı
her baba yiğit yazamaz, yazabilmesi için ömrünü balıkçılığa vermesi gerekir Yaman
Koray gibi. Yazar, balıkçılığın ve balıkadamlığın tüm inceliklerini anlatmış.
Çok da başarılı olmuş. Bunun en güzel örneği de vurgunun anlatıldığı üç dört sayfalık
bölüm; olaysız, teknik bilgilerle geçen bu sayfalar sıkılmadan okunuyor.
Roman denizde başlıyor ve denizde
bitiyor. Romanın baş kahramanı Metin, tıpkı yazar gibi şehirden kaçmış, yıllardır
balıkçılık yapan biri. Gökova Körfezi, özellikle de Sedir Adası Limanı romanın
geçtiği yerler. Metin, Sedir Adası açıklarında deniz içinde bir mağarayı mesken
tutmuş Büyük Orfoz’u avlamak için günlerce uğraşıyor. Günlerce her bulduğu fırsatta
mağaraya dalıp dalıp çıkıyor. Yenildikçe hırslanıyor, Büyük Orfoz’u avlamak
Metin’de tutkuya dönüşüyor. Dalışlarının birinde vurgun yeme pahasına başka bir
orfozu zıpkınla vuruyor. Yazar, otuz kırk kiloluk bu orfozun avlanışını anlatarak,
asıl avlanmak istenen orfozun büyüklüğünü ve avlanırken yaşanacak tehlikenin
boyutlarını okuyucuya gösteriyor. Böylece geri kalan sayfalar bir film izlercesine
okunuyor. Metin, küçük orfozu vurup denizden çıktığında yardımcısı İsmet’le arasında
geçen konuşmadan bir bölüm:
“Abi... Uyuma. Bak ne diyecem... Bu
var ya bu... -Yerde yatan balığı gösteriyordu, adam gibi kocaman, iri balığı-
Abi bana bak, buna bak... Bu nasıl, senin öbür tarafta beklediğin, o çok büyük
dediğin balığa göre nasıl?.... Uyuma abi, gözünü seveyim, uyuma.” (Metin’de vurgun belirtileri var, İsmet onun
uyumasını istemiyor. F.T) “Fırladı Metin ayağa... ‘O büyük orfoz, bunun dördü
beşi gibi var...’”
Yazarın doğa betimlemeleri de
etkileyici, çok güzel: “Yolun iki yanında, iki sıra, boydan boya, okaliptüs
ağaçları, gövdeleri, kabukları salkım saçak, kolları, dalları, yaprakları, başları
göğe ermiş, ulu, gri-yeşil bir gümüşü, güneş sızdırmayan bir tavan, bir tünel
gölgeli, serin, upuzun uzayan...” Gökova’dan Marmaris’e giderken yıllar önce bu
ağaç tünelinden geçmiştim. Anlatılan bu ağaç tüneli şimdiki yolun yanında
uzanıyor. Eski yol daracık kalınca ağaçlara dokunulmadan çift yol yapılmış...
Metin sevgilisiyle kıyıya çıktıklarında ağaçların altında konaklıyorlar: “Ağaçların
altı serin, mis gibi. Göklerden gölge yağıyor, gövdelerin az ötesi parlak
ışıkta sapsarı yanıyor.” İki cümlecik betimleme yetiyor da artıyor...
Metin’in başından evlilikler geçmiş.
Birçok sevgilisi olmuş, hiçbiriyle gerçek sevgiyi yaşayamamış, yaşayacağını da
ummuyor. Ta ki Ayla’yla karşılaşana kadar... Ayla yirmi beş yaşlarında güzel
bir kadın. Ailesi İzmir’in zenginlerinden. Metin, Ayla’nın zenginliğini ancak
evlenecekleri zaman anlıyor. Ayla onu, o da Ayla’yı seviyor. Hayata bakışları
farklı bu iki insanı birbirine bağlayan yaşadıkları cinsellik, bıkmadan
usanmadan sevişiyorlar. Yazar bu sevişmeleri yine kendine özgü üslubuyla
anlatmış. Bazen ayrıntılı bazen kısa cümlelerle: “Uzun, upuzun boğulur gibi nefessiz,
dilleri iç içe, uflayarak, öpüştüler, öpüştüler.”
Metin daha önceki sevgililerinden
neden ayrıldığını şu sözlerle açıklıyor: “Anlaşamadım. Bir yerden sonra anlaşamadım,
evet. Daha doğrusu paylaşamadım veya onlar benimle paylaşamadılar benden
alabileceklerini. Benim verebileceklerimi. Mesele bu. Yoksa hepsi iyi
insanlardı.” Yine romanın başka bir yerinde paylaşıma vurgu yapıyor:
“Özgürlüğüm, sensiz tam özgürlük olmaktan çıktı. Seninle paylaşmayınca,
özgürlüğüm eksildi sanki, bir çeşit bağlarla bağlandı. Çok aradım Ayla. Büyük
orfoza bile bakamadım, sensiz. Anlıyor musun? O bile küçüldü gözümde.” Denize
tutkun bir balıkçı aşkını elbette böyle anlatacaktı. “Metin’in gözlerinde,
pırıl pırıl bir sevinç vardı, katıksız, hilesiz, hurdasız. Deniz! Denizi,
balığı anlatıyordu sanki.” Sadece Metin değil, yardımcısı İsmet de benzer
sözler ediyor. “Nasıl bu uğursuz orfoz büyülediyse seni, bu kadın da büyüledi...”
Yazarın aşka yüklediği en önemli
özelliğin “paylaşmak” olduğunu anlıyoruz yukarıdaki satırlardan. Aradığı,
bulmak istediği sevgili için şunları diyor Metin: “Ama, bir yerde biri
olmalı... Onunla anlaşabilmeliyim... Konuşabilmeliyim... Tüm evreni
paylaşabilmeliyim... Onu bulmalıyım. Vaktim azalıyor...” Yazmakta olduğum
romanımın kahramanı da Metin gibi düşünüyor ve hissediyor. Belki de
benzeştikleri en önemli ortak noktaları bu duygular...
Metin balıkçı, sıradan bir adam
görünümünde, Ayla zengin bir ailenin kız, burjuva. Birbirlerini tutkuyla, delicesine
seviyorlar. Ama sorun yaşayacakları belli... Bu cümleleri okuyan biri ister
istemez erkeğin yetersizliğini düşünecektir. Oysa Metin birçok yabancı dil
bilen, Avrupa gezmiş, klasik müzik tutkunu ve resimden anlayan biri. O parayı
pulu reddetmiş, sade yaşamı seçmiş, mutluluğun kaynağını tabiatta bulmuş. Yazar,
ikili arasındaki aşk üzerinden ince eleştiriler yapmış:
“Hatırlıyor musun ne derdi? ‘Ben
sinemayı sevmem. Tiyatroyu severim.’ Neden? Tiyatroda, aydınlıkta, perde
aralarında, herkes hayranlıkla onu seyredecek... Ne tuhaf, bir insanın içini
derinleştirmeyi boşverip, dışını sergilemesi ne yazık!..” Ayla, Metin’i
İzmir’de yaşamaya ikna etmeye çalışırken Metin ona şöyle der: “Ben... o dediğin
şekilde yaşayamam. Ben o işlerde çalışamam. Paraya tapamam Ayla. Şehirde
yaşayamam... Buraları bırakamam. Bunu isteme benden, isteyemezsin. Senin için
yapmaya çalışsam bile, sen pişman olursun, beni tanıyamazsın...” “Milyon ya da
milyar! Bana ne. Benim hayatım, bana yeter. Milyarım da olsa, yaşayacağım, gene
deniz üzerinde, aynı hayat değil mi? Ve hiçbir milyarderin, hele bizim
ülkemizde yaşamadığı, yaşayamayacağı bir hayat... Özgür ve de dümdüz açık!”
Metin, İzmir’de Aylaların evini görünce
çok şaşırıyor. Çok lüks döşenmiş evi sevmiyor, ısınamıyor. “Ve onca şey var da,
ne tuhaf! Bir tek kitap, koca L salon-salamanje... Bir tek kitap yok
görünürde!” Oysa Metin’in yardımcısı İsmet teknede boş zamanlarında sürekli
kitap okuyor. Yazarın bu ayrıntıyı özellikle vurguladığını anlıyoruz.
Metin evlenmekten korkuyor. Daha önceki
evliliklerinden edindiği tecrübeyle korkusunun nedenini şu cümlelerle
açıklıyor: “Sanki her şey o gün (Evlendiklerinde F.T) birden değişecek,
sevgiler sorumluluk, özlenen beraberlik bir zorunluluk olup başkalaşacak,
yitecekmişçesine.”
“Böyle bir şeyi altetmeye, uğraşmaya, didinmeye,
sonunda, kazansa da, kaybetse de ‘yaşadım’ demeye değerdi. Anladı.” Yazara
katılmamak mümkün mü?
Elimdeki kitap birinci baskı: Ağustos
1978. Milliyet Yayınları’ndan çıkmış. 459 sayfa. Türk edebiyatının klasikleri
arasında yer almayı hak eden bir roman. Romanın ana karakterleri her yönleriyle
işlenmiş, capcanlılar. Romanda yer alan yan karakterler bile aynı başarıyla
okuyucuya sunulmuş. Romanın kurgusu mükemmel; sürükleyici... Üslubu, kullanılan
dil de özgün... Öyleyse sormak gerekmez mi, romana neden hak ettiği değer
verilmiyor?
13.04.2018 / Kdz.
Ereğli