13 Nisan 2018 Cuma


YAMAN KORAY VE BÜYÜK ORFOZ

         Yazının başlığına “Yitik Yazar Yaman Koray” ya da “Unutulan Yazar” diyecektim elim varmadı. Daha yeni okuyup bitirdiğime göre ne unutulmuş ne de kayıp bir yazar Yaman Koray. Ama şurası kesin ki günümüzde hak ettiği değeri bulamayan bir yazar. Romanı okuyunca nasıl böyle bir şey olur, nasıl günümüzün okuyucusuna ulaştırılmaz, diye sormadan edemedim. Sanırım tepkimin asıl nedeni sahip olduğum roman anlayışının unutturulmaya çalışılmasına... Romanı kısa sürede okuyup bitirdim. Son zamanlarda sıkılmadan zevk alarak okuduğum ender romanlardan Büyük Orfoz.
        Yaman Koray’ı yıllar önce gazetelerdeki ölüm haberiyle tanımıştım. Yazar olduğunu, çok sayıda evlilik yaptığını, teknesindeki suyu boşaltırken elektrik çarpması sonucu öldüğünü öğrenmiştim. Hayat hikâyesi de ilginçti. Zengin bir aileden geliyormuş. Ailenin tek varisi olmasına karşın, o, büyük şehirden kaçıp küçük balıkçı kasabalarında yaşamayı seçiyor. Balıkçılık, balıkadamlık onun en iyi bildiği işmiş. Hava koşulları elverdiği sürece günlerini evinden çok teknesinde geçiriyormuş. Altmış dört yaşına kadar yedi evlilik yapmış ve bu evliliklerinden yedi çocuğu olmuş. En son evlendiği sekizinci eşi ondan tam kırk iki yaş küçükmüş. Yetmiş bir yaşında öldüğünde son eşinden de geride üç çocuk bırakmış.
         2006 yılında okuduğum gazete haberinden aklımda kalan yukarıdaki son cümleydi. İşte bu cümleden yola çıkarak son romanımın kahramanına Yaman Koray’ın Büyük Orfoz romanını okuttum. Söylediğim tuhaf gelebilir ama doğru; benden önce romanı kahramanım okudu. Ben ondan etkilenerek romanı arayıp buldum. Yaman Koray’ın kitapları şu anda piyasada yok, internetten araştırdım izine bile rastlayamadım. Bursa’da kitap fuarında sahaflarda iki romanını bulabildim. En çok satan ve bilinen iki romanından Büyük Orfoz’a böyle kavuştum. (Diğeri Deniz Ağacı’ymış)
         Deniz ve balıkçılık denince akla Halikarnas Balıkçı’sı gelir. Cevat Şakir’in romanlarıyla öğretmen okulu yıllarında tanışmıştım. Anımsıyorum, bir ay boyunca Balıkçı’nın romanlarını elimden düşürmemiştim. Geçen yıl Bodrum’dayken Deniz Gurbetçileri’ni yeniden okudum. Denizi anlatan romanları çok seven ben Büyük Orfoz’u nasıl kaçırmışım diye hayıflandım. Balıkçılık ve özellikle de balıkadamlık bu kadar güzel anlatılamazdı. Bu romanı her baba yiğit yazamaz, yazabilmesi için ömrünü balıkçılığa vermesi gerekir Yaman Koray gibi. Yazar, balıkçılığın ve balıkadamlığın tüm inceliklerini anlatmış. Çok da başarılı olmuş. Bunun en güzel örneği de vurgunun anlatıldığı üç dört sayfalık bölüm; olaysız, teknik bilgilerle geçen bu sayfalar sıkılmadan okunuyor.
         Roman denizde başlıyor ve denizde bitiyor. Romanın baş kahramanı Metin, tıpkı yazar gibi şehirden kaçmış, yıllardır balıkçılık yapan biri. Gökova Körfezi, özellikle de Sedir Adası Limanı romanın geçtiği yerler. Metin, Sedir Adası açıklarında deniz içinde bir mağarayı mesken tutmuş Büyük Orfoz’u avlamak için günlerce uğraşıyor. Günlerce her bulduğu fırsatta mağaraya dalıp dalıp çıkıyor. Yenildikçe hırslanıyor, Büyük Orfoz’u avlamak Metin’de tutkuya dönüşüyor. Dalışlarının birinde vurgun yeme pahasına başka bir orfozu zıpkınla vuruyor. Yazar, otuz kırk kiloluk bu orfozun avlanışını anlatarak, asıl avlanmak istenen orfozun büyüklüğünü ve avlanırken yaşanacak tehlikenin boyutlarını okuyucuya gösteriyor. Böylece geri kalan sayfalar bir film izlercesine okunuyor. Metin, küçük orfozu vurup denizden çıktığında yardımcısı İsmet’le arasında geçen konuşmadan bir bölüm:
          “Abi... Uyuma. Bak ne diyecem... Bu var ya bu... -Yerde yatan balığı gösteriyordu, adam gibi kocaman, iri balığı- Abi bana bak, buna bak... Bu nasıl, senin öbür tarafta beklediğin, o çok büyük dediğin balığa göre nasıl?.... Uyuma abi, gözünü seveyim, uyuma.” (Metin’de vurgun belirtileri var, İsmet onun uyumasını istemiyor. F.T) “Fırladı Metin ayağa... ‘O büyük orfoz, bunun dördü beşi gibi var...’”
        Yazarın doğa betimlemeleri de etkileyici, çok güzel: “Yolun iki yanında, iki sıra, boydan boya, okaliptüs ağaçları, gövdeleri, kabukları salkım saçak, kolları, dalları, yaprakları, başları göğe ermiş, ulu, gri-yeşil bir gümüşü, güneş sızdırmayan bir tavan, bir tünel gölgeli, serin, upuzun uzayan...” Gökova’dan Marmaris’e giderken yıllar önce bu ağaç tünelinden geçmiştim. Anlatılan bu ağaç tüneli şimdiki yolun yanında uzanıyor. Eski yol daracık kalınca ağaçlara dokunulmadan çift yol yapılmış... Metin sevgilisiyle kıyıya çıktıklarında ağaçların altında konaklıyorlar: “Ağaçların altı serin, mis gibi. Göklerden gölge yağıyor, gövdelerin az ötesi parlak ışıkta sapsarı yanıyor.” İki cümlecik betimleme yetiyor da artıyor...
          Metin’in başından evlilikler geçmiş. Birçok sevgilisi olmuş, hiçbiriyle gerçek sevgiyi yaşayamamış, yaşayacağını da ummuyor. Ta ki Ayla’yla karşılaşana kadar... Ayla yirmi beş yaşlarında güzel bir kadın. Ailesi İzmir’in zenginlerinden. Metin, Ayla’nın zenginliğini ancak evlenecekleri zaman anlıyor. Ayla onu, o da Ayla’yı seviyor. Hayata bakışları farklı bu iki insanı birbirine bağlayan yaşadıkları cinsellik, bıkmadan usanmadan sevişiyorlar. Yazar bu sevişmeleri yine kendine özgü üslubuyla anlatmış. Bazen ayrıntılı bazen kısa cümlelerle: “Uzun, upuzun boğulur gibi nefessiz, dilleri iç içe, uflayarak, öpüştüler, öpüştüler.”
          Metin daha önceki sevgililerinden neden ayrıldığını şu sözlerle açıklıyor: “Anlaşamadım. Bir yerden sonra anlaşamadım, evet. Daha doğrusu paylaşamadım veya onlar benimle paylaşamadılar benden alabileceklerini. Benim verebileceklerimi. Mesele bu. Yoksa hepsi iyi insanlardı.” Yine romanın başka bir yerinde paylaşıma vurgu yapıyor: “Özgürlüğüm, sensiz tam özgürlük olmaktan çıktı. Seninle paylaşmayınca, özgürlüğüm eksildi sanki, bir çeşit bağlarla bağlandı. Çok aradım Ayla. Büyük orfoza bile bakamadım, sensiz. Anlıyor musun? O bile küçüldü gözümde.” Denize tutkun bir balıkçı aşkını elbette böyle anlatacaktı. “Metin’in gözlerinde, pırıl pırıl bir sevinç vardı, katıksız, hilesiz, hurdasız. Deniz! Denizi, balığı anlatıyordu sanki.” Sadece Metin değil, yardımcısı İsmet de benzer sözler ediyor. “Nasıl bu uğursuz orfoz büyülediyse seni, bu kadın da büyüledi...”
         Yazarın aşka yüklediği en önemli özelliğin “paylaşmak” olduğunu anlıyoruz yukarıdaki satırlardan. Aradığı, bulmak istediği sevgili için şunları diyor Metin: “Ama, bir yerde biri olmalı... Onunla anlaşabilmeliyim... Konuşabilmeliyim... Tüm evreni paylaşabilmeliyim... Onu bulmalıyım. Vaktim azalıyor...” Yazmakta olduğum romanımın kahramanı da Metin gibi düşünüyor ve hissediyor. Belki de benzeştikleri en önemli ortak noktaları bu duygular...
         Metin balıkçı, sıradan bir adam görünümünde, Ayla zengin bir ailenin kız, burjuva. Birbirlerini tutkuyla, delicesine seviyorlar. Ama sorun yaşayacakları belli... Bu cümleleri okuyan biri ister istemez erkeğin yetersizliğini düşünecektir. Oysa Metin birçok yabancı dil bilen, Avrupa gezmiş, klasik müzik tutkunu ve resimden anlayan biri. O parayı pulu reddetmiş, sade yaşamı seçmiş, mutluluğun kaynağını tabiatta bulmuş. Yazar, ikili arasındaki aşk üzerinden ince eleştiriler yapmış:
         “Hatırlıyor musun ne derdi? ‘Ben sinemayı sevmem. Tiyatroyu severim.’ Neden? Tiyatroda, aydınlıkta, perde aralarında, herkes hayranlıkla onu seyredecek... Ne tuhaf, bir insanın içini derinleştirmeyi boşverip, dışını sergilemesi ne yazık!..” Ayla, Metin’i İzmir’de yaşamaya ikna etmeye çalışırken Metin ona şöyle der: “Ben... o dediğin şekilde yaşayamam. Ben o işlerde çalışamam. Paraya tapamam Ayla. Şehirde yaşayamam... Buraları bırakamam. Bunu isteme benden, isteyemezsin. Senin için yapmaya çalışsam bile, sen pişman olursun, beni tanıyamazsın...” “Milyon ya da milyar! Bana ne. Benim hayatım, bana yeter. Milyarım da olsa, yaşayacağım, gene deniz üzerinde, aynı hayat değil mi? Ve hiçbir milyarderin, hele bizim ülkemizde yaşamadığı, yaşayamayacağı bir hayat... Özgür ve de dümdüz açık!”
       Metin, İzmir’de Aylaların evini görünce çok şaşırıyor. Çok lüks döşenmiş evi sevmiyor, ısınamıyor. “Ve onca şey var da, ne tuhaf! Bir tek kitap, koca L salon-salamanje... Bir tek kitap yok görünürde!” Oysa Metin’in yardımcısı İsmet teknede boş zamanlarında sürekli kitap okuyor. Yazarın bu ayrıntıyı özellikle vurguladığını anlıyoruz.
       Metin evlenmekten korkuyor. Daha önceki evliliklerinden edindiği tecrübeyle korkusunun nedenini şu cümlelerle açıklıyor: “Sanki her şey o gün (Evlendiklerinde F.T) birden değişecek, sevgiler sorumluluk, özlenen beraberlik bir zorunluluk olup başkalaşacak, yitecekmişçesine.”
        “Böyle bir şeyi altetmeye, uğraşmaya, didinmeye, sonunda, kazansa da, kaybetse de ‘yaşadım’ demeye değerdi. Anladı.” Yazara katılmamak mümkün mü?
        Elimdeki kitap birinci baskı: Ağustos 1978. Milliyet Yayınları’ndan çıkmış. 459 sayfa. Türk edebiyatının klasikleri arasında yer almayı hak eden bir roman. Romanın ana karakterleri her yönleriyle işlenmiş, capcanlılar. Romanda yer alan yan karakterler bile aynı başarıyla okuyucuya sunulmuş. Romanın kurgusu mükemmel; sürükleyici... Üslubu, kullanılan dil de özgün... Öyleyse sormak gerekmez mi, romana neden hak ettiği değer verilmiyor?  
                             13.04.2018 / Kdz. Ereğli