24 Eylül 2017 Pazar

DİSTOPYA

         Faşizmin ortak özelliklerinden biridir kitap yakmak... Artık kitaplar yakılmıyor. Bu tespitten sonra şöyle bir sonuca varılabilir: Özgür bir dünyada yaşıyoruz! FAHRENHEIT 451 romanının yazarı Ray Bradbury böyle düşünmüyor ama: “Eğer dünya kitap okumayanlarla, bilgisizlerle dolmaya başlarsa, kitapları yakmak zorunda kalmazsınız, değil mi?”

 
         Kurgu Kültür Merkezi Yayınlarında çıkan Tülay Akkoyun’un ÜTOPYA/DİSTOPYA adlı kitabından sonra Ray Bradbury’ın FAHRENHEİT 451 romanını okudum. Tülay Akkoy’unun incelemesi okuyucuya distopya hakkında doyurucu bilgiler veriyor. Yazar kitabında ütopya ile distopyayı karşılaştırarak anlatmış. Ayrıca ünlü distopik romanlardan bazılarını da incelemiş. Tülay Akkoyun çok değerli bir çalışma yapmış.

         Tülay Akkoyun kitabında yerli yazarlarımızdan örnekler de var: Gökdelen / Tahsin Yücel, Çöplüğün Genarali / Oya Baydar, Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı / Erendüz Atasü. Ben bunlara Ayşe Kulin’in son romanı TUTSAK GÜNEŞ’i de eklemek istiyorum. Ayşe Kulin’in bu romanı son yıllarda okuduğum en güzel yapıtlardan biri...


       

         Tülay Akkoyun ütopya ile distopyayı şu şekilde ayırıyor: “Ütopya aslında gelecekle ilgili değil, üretildiği dönemle ilgili bir sorun ve o soruna dair bir çözüm içerir. Distopya da ütopya gibi üretildiği dönemden yola çıkar, farkı geleceğe dair kötü gidişat hakkında okuru uyarmasıdır. (...) Bu açıdan bakıldığında, distopyalar ütopyaların yoldan çıkmış hali gibidir. Distopik yapıtların temel özelliklerinden biri ise var olan toplumsal sistemlerin gelecekte totaliter diktatörlüğe dönüşme endişelerini gözler önüne sermeleridir. (...) Bu nedenle ütopya-distopyayı cennet-cehennem karşılaştırması olarak da ele alabiliriz.”(s.12 Ütopya/Distopya)

          Tülay Akkoyun distopya ile bilimkurgu arasındaki farkı da saptamış: “Distopyanın bilimkurgudan farkı, kasıtlı olarak toplumsal ve siyasal eleştiriye odaklanmasıdır.”(s.12-Ütopya/Distopya)

         Tülay Akkoyun kitabında incelediği ünlü distopik yapıtlardan biri de Ray Bradbury’ın “Fahrenheit 451” romanını. Tülay Akkoyun’un nitelemesinin aksine edebiyat çevreleri Fahrenheit 451 romanını bilimkurgunun başyapıtlarından biri olarak kabul etmektedir. Tülay Akkoyun “Distopya bir anlamda neyin bilimkurgu olup olmadığını gösteren çizginin karmaşıklaştığı bir bölgedir.” diyerek bu karışıklığı açıklamaya çalışmış.

        Fahrenheit 451’de “İnsanların televizyonda salt beyin yıkayan, gereksiz programlar izlediği ve kitap bulunduranların izlenip yok edildiği, kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı bir dünya anlatılır. Öyle bir dünyadır ki yangın söndürmek üzere kurulmuş bir kurum olan itfaiye artık bulduğu kitapları yakmakla yükümlüdür.” (s.79-Ütopya/Distopya) “Barışın korunmasının kitapların yakılmasıyla sağlanacağı düşünülmektedir. Dünyadaki tüm kitaplar yakıldığında insanları isyana sürükleyecek en büyük risk ortadan kaldırılmış olacaktır.” (s.81-Ütopya/Distopya)

         İtfaiyeci olan Montag “Bir gün yaktığı kitapları merak eder ve onları yakmak yerine, kitapları çalıp evine getirerek okumaya başlar. Okudukça fikirleri değişir, aydınlanır. Yaktığı her yaprakla kendinden bir parçayı da yaktığını hissederek düzenin işleten, düşünmeyen kıldığı bir koyunu olmaktan çıkar ve düzene karşı bir suçlu konumuna gelir.” (s.82-Ütopya/Distopya)

         Romanın konusu ister istemez insanın merakını çekiyor. Aşağıda romandan aldığım alıntıların bu merakı daha da artıracağını düşünüyorum:


         KİTAPLAR KİBRİT VE ATEŞ OLMADAN DA YAKILABİLİR Mİ?
        “Eğer dünya kitap okumayanlarla, bilgisizlerle dolmaya başlarsa, kitapları yakmak zorunda kalmazsınız, değil mi?”

         “Sizin ışığınızı size yansıtan kaç kişi tanırsınız?”

         “O bir şeyin nasıl yapıldığını değil, niçin yapıldığını bilmek istiyordu. Bu sıkıntı verici olabilir. Birçok şeye niçin diye sorarsın, eğer sürdürürsen gerçekten çok mutsuz olursun.”

         “İki insan arasında makine olmadan yapılan yüz yüze konuşmalar yasaklanacak.”
             
          “Nüfusun büyük kısmı Magna Carta ve Anayasa’dan alıntılar yaparak dolaşmadıkça, sorun yok.”

          “Dr. Johnson’un sözüyle ‘Bilgi güçten daha kuvvetlidir,’ dedin ve ben de, ‘Evet sevgili çocuğum, Dr. Johnson aynı zamanda , ‘Kesinliği belirsizlik için terk eden bir insan akıllı değildir,’ der...”

          “Alexander Pope da ‘Sözcükler yapraklar gibidir; onların çok bulunduğu yerde, anlam meyvesi pek fazla bulunmaz.’...”

          “Kitap yakan şehir bağnazı, bunları duyunca bütün şehrin, kitapları hafızalarına kaydederek sakladığını anlar. Kitap her yerdedir. İnsanların kafalarında saklıdır! Adam çıldırır ve öykü biter.”


        “Kitapları yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri onları okumamaktır.”
                                           (03.09.2016 – BODRUM)

       

17 Eylül 2017 Pazar

SERHAT GÜVEN’İN “PEPUK” ROMANI

         Bir okurumun önerisiyle Serhat Güven’in PEPUK adlı romanını okudum. Romanımın konusunu bilen okurum bu romanı özellikle okumamı ve okuduktan sonra da romanla ilgili görüşlerimi yazmamı istedi. Romanı severek okudum. Sevgili Derya’ya teşekkür ediyorum beni tanımadığım bir yazarla buluşturduğu için.

        PEPUK okunması gereken bir roman. Yazarı kutluyorum, ülkemizin en önemli sorununu, romanında gerçekçi bir bakış açısıyla ele almış. Böylesi hassas bir sorunda tarafsızlığını korumasını, hayatı olduğu gibi aktarmasını kutluyorum. Neden Kürt Sorunu dendiğinin yanıtını veriyor roman bize. Üniversiteye okumaya gelen Kürt kökenli bir öğrenci, ailesindeki bir yakınının örgüt elemanı olduğu ortaya çıkınca diğer öğrenciler tarafından baskıya uğruyor. Onunla birlikte onun arkadaşları da –üstelik barıştan yana oldukları halde- aynı tepkiyle karşılaşıyorlar... Anlaşılacağı gibi romanın ana karakterlerinin tamamı genç. Romanda zamane gençlerin kendi aralarındaki ilişkileri ve konuşmaları başarıyla yansıtılmış.

         Romanın ana karakterlerinden Yelda okumak için Kuyucak’a geliyor. Babasını Güneydoğu’da terör saldırısında kaybeden Yelda’nın hayatta tek bir amacı var: intikam. Asker olan babasını öldüren teröristin oğlu Kuyucak’ta okuduğu için -üniversite sınavında aldığı puanla daha iyi bir okul kazanacakken- daha düşük puanlı bu okulu tercih ediyor. Okuldaki gençler arasındaki Türk Kürt gruplaşması ve çatışmasıyla roman tempo kazanıyor. Romanın sonuna kadar da tempo düşmüyor. Sanırım konusu bile okumak için insanı kışkırtıyor...

          Romanın kurgusu okuyucuyu sürüklüyor. Merak duygusu romanın sonuna kadar artarak devam ediyor. Kurguya yönelik tek eleştirim romanın son bölümüne olacak. Son bölümü okurken yeniden başa dönmek zorunda kaldım. Bazı gizleri çözmek için epeyce düşündüm. Romanın ortasındaki “Nihal”le ilgili bölümü okurken bu da nereden çıktı, diye sordum kendime. Romanın sonuna gelinceye kadar bu soruyu sormaya devam ettim. Bu bölümün romana öylesine sokulmuş olduğu hissini aldım. Hatta, yazar Nihal’in hayatını anlatacağı yeni bir romanın haberini vermiş diye düşündüm. Neden olmasın ki?..

         Yazarın uzun cümle kurmak için kendini zorladığını düşünüyorum. Daha romanın ilk bölümünde bu durum dikkati çekiyor. İlk paragrafın ilk cümlesi beş satır sürüyor. Sanırım bu nedenle “gibi, sanki, için, de, da, ki...” benzeri sözcükler sık kullanılıyor. Örneğin 209. sayfanın üçüncü paragrafında altı tane “de” bağlacı kullanılmış. “...dediysem de inanmadı tabii ki ama yine de içimi ısıtacak bir içtenlikle gülmeyi de ihmal etmedi. Biliyorum ki o da en az benim onu sevdiğim kadar seviyordu beni...”

          Yazarın anlatımında dikkatime çeken bir özellik de romandaki benzetmeler oldu. Anlatımını benzetmelerle süslemesi, zenginleştirmesi belki çoğu okuyucunun hoşuna gidecektir. Ben de severim; ama aşırıya kaçmaması koşuluyla. (Tabii ki aşırılık görecelidir.) Yazar romanın bazı bölümlerinde çok sık yapmış bunu:
        “Hiç yeşermeden don yemiş bahar dalları gibiydim...”
        “Misafirlikte şımaran çocuklara verilen cıss cezası gibiydi tıpkı...”
        “Isırmaya hazırlanan bir köpek gibi davransa da...”
        “Bir kedi eniği gibi...”
        “Nicedir ensemin içine çimento dökülmüş hissi veren migrenin...”
        “Gözlerini cila gibi parlatan gözyaşlarıyla...”
        “En az dedemin zamanından kalma koltuklarımız kadar sıkıcıydı sohbetin detayları.”
        “Aşk, sırtı kambur bir çakalın hırıltısıyla seslendi yüreğime.”

        Bu tür cümlelerin sıklığı elbette yazarın tercihidir. Okuyucu sever ya da sevmez... Benim eleştirdiğim asıl nokta şu: Roman, kahramanların ağzından anlatılıyor. Yelda, Emre, Hacer ve diğerleri; hepsi aynı tarzda benzetmeler yapıyor. Her kişinin konuşması, konuyu-olayları anlatması farklıdır. Gençlerin çoğunun argo konuşması normalken (ki Yelda sevmiyor) anlatım biçimlerinin aynılığı göze batıyor.

         Yazara yönelteceğim diğer bir eleştiri de sözcük seçimine olacak. Eski kökenli, dilimize dışarıdan girmiş, kullanımı azalmış sözcükleri özellikle kullandığı anlaşılıyor yazarın. Tabii ki bu da kendi tercihidir. (Bu konuda benim tutucu olmadığımı, eski yeni diye ayırım yapmadığım bilinir.) Ben Türkçe kökenli sözcükleri kullanmaya özen gösteren bir yazarım, ancak katı tutum içinde de değilim. İtirazım şunun için: Yirmili yaşların başındaki gençlerin o sözcükleri bilmeleri ve kullanmaları gerçekçiliğe aykırı. “Mütecessis, izar, lahza, makul, zaruriyet, heyula, gaip, teskin, muhteviyat, kani, itimat, çerağ, ati, izahat...” Zamane gençlerinin büyük kısmının bu sözcükleri kullandığını düşünmüyorum. Eğer yazarın kendisi anlatıcı olsaydı bu eleştiriyi yapmazdım, bilirdim ki bu onun tercihidir...

        Yazarın, romanın başına koyduğu uyarıyı gereksiz bulduğumu söyleyerek değerlendirmemi sonlandıracağım. “Bu hikâyede geçen kurum, kuruluş, isim, olay ve karakterler tamamen hayal ürünüdür.” Oldum olası, gerçekçi bir romanda böylesi açıklamaları anlamsız ve gereksiz bulurum. PKK, KADEK, Kuyucak, Derecik Jandarma Karakolu... bunlar gerçek değil mi? Özellikle 29 Eylül 1992 gecesi Derecik Karakolu’na yapılan baskın sonucu 28 askerin şehit olmasına değinilmişken bu uyarıya gerek yoktu, diye düşünüyorum...

       PEPUK okunulması gereken bir roman. Serhat Güven’in yeni romanlarını merakla bekliyorum...
18 MAYIS 2016
          

13 Eylül 2017 Çarşamba

AHMET ÜMİT – ELVEDA güzel VATANIM

AHMET ÜMİT – ELVEDA güzel VATANIM

Severek okuduğum bir yazardır Ahmet Ümit. Romanlarıyla biraz geç buluştum. Bunun nedeni polisiye romanlara ilgi duymamamdı. Bab-ı Esrar’ı okuduktan sonra diğer romanlarını da okumaya başladım. Elveda Güzel Vatanım yazarın en son okuduğum romanı oldu.

Öncelikle belirtmeliyim ki Ahmet Ümit güzel bir iş çıkarmış. Çok emek vermiş. Eminim ki uzun bir hazırlık sürecinden sonra romanı kaleme almış. Ancak yazma işini aceleye getirdiğini düşünüyorum. Yönelteceğim eleştirilere karşın romanı değerli bulduğumu, önemsediğimi belirtmek isterim. Tarihe meraklı herkesin severek okuyacağı bir roman; İttihat ve Terakki belgeseli niteliğinde bir yapıt... Özellikle lise ve üniversite öğrencilerine okumalarını öneririm.

Değerlendirmelerimi dört ana başlıkta yapacağım:
1)Romanın yazılışının aceleye getirildiğini düşünmemin nedenlerinden biri bazı sözcüklerin aynı sayfada -aynı paragrafta- çok sık tekrarlanmış olmasıdır. Aynı paragraf içinde bir sözcük arka arkaya kullanıldığında anlatımı bozduğu gibi okuyucunun da dikkatini çekiyor. Örneğin “olmak” sözcüğü 40. sayfada 15, 49. sayfada 17, 122. sayfada 12 kez geçiyor.
“...Lanetli biri gibi değil, suçlu biri gibi... Anında bıçak gibi kesiliyor fısıltılar... fark eden mazlumlar gibi sus pus oluyor herkes...” Aynı paragrafta 4 tane “gibi” fazla gibi!

2)Roman karakterlerinin neredeyse tamamı aynı şekilde konuşuyor. Bu özellik, romanın kurgusunu ve konusunu ikinci plana itecek kadar öne çıkıyor. Tarihin gerçekliğini de gölgeliyor.

“Mesela sen, daha çok gençsin, çok da tutkulu, elbette kadınlar ilgini çekecek... Elbette aşklar yaşayacaksın, elbette izdivaç yapacaksın... Bizim için bir tek sevda kalacak, sadece vatana duyduğumuz aşk, milletimize duyduğumuz muhabbet. Sadece o olmayacak, sadece bu ulvi his kalbimizdeki yerini kaybetmeyecek...” Aynı paragraf içinde “elbette” ve “sadece” sözcüklerinin tekrarlanması konuşanın tarzı olarak kabul edilebilir. Ama aynı tarzı diğer roman kahramanlarının konuşmalarında da görmek bende soru işaretlerine neden oldu. Sanki ayrı bireylerden değil de yazarın tornasından çıkmış kişilerden oluşuyor roman. Karakterlerin tarihi kişilikleri göz önüne alındığında yazarın böyle bir hakkının olmadığı ortadadır.

Romanda aynı şekilde arka arkaya kullanılan sözcüklerden bazıları da şunlar: “İcap ederse... icap ederse...”(S.132) “İsterse... isterse...”(S.133) “Ve biz alabildiğinde inançlı, alabildiğine cesur, alabildiğine kararlıydık ama aynı zamanda alabildiğine tecrübesiz...”(S.133) “...herkeste yok... Herkes isyana katılabilir... herkes yaramaz...”(S.142) “Ben de... ben de... Ben de... ben de...(S:193) “İlk kez... ilk kez... ilk kez... ilk kez...(S:193)

Örnekler kitabın tamamında var ve azımsanmayacak kadar çok. Eğer bu şekilde sadece baş kahraman Şehsuvar konuşsaydı göze batmazdı, hatta romanı zenginleştirici bir anlatım olurdu. Sürgüne giden padişah Abdülhamit bile böyle konuşuyor. “Nerden çıktı bu sürgün? Nerden çıktı bu Selanik?”(S.213)
Talat Bey (S. 131), Basri Bey (S.132) Cezmi Bey (S.196),  Paloma Nine (S.264)... ve diğerleri hep aynı tarzda konuşuyor. O devirdeki insanların hep böyle konuştuğu kuşkusuna kapılmadım değil!..

3) Eski Türkçe, Türkçe, Öz Türkçe gibi ayrımları kabul eden biri değilim. Yerine göre her sözcük kullanılmalı, bu dilin zenginliğidir. Ancak tercihim Türkçe kökenli ve Türkçeye yerleşmiş, halktan kabul görmüş kelimelerin kullanılmasıdır. Yazar ağırlıklı olarak “eski” sözcüklerle romanı yazmaya çalışmış. “Yazar, o devrin Türkçesiyle yazarak okuyucuyu tarihin içine çekmeyi amaçlamıştır belki de!” diye açıkladı bir arkadaşım. Eğer bu yaklaşım doğruysa, dört yüz yıl, bin yıl öncesi nasıl yazılacak? Yazarın tercihine saygı duymak gerekir tabii. Ancak kendi içinde tutarlı olması koşuluyla!

“Hasbıhal, havadis, husumet, münevver, külliyen, malumat, menfi, sarih, meşum, muamma, tasallut, tevdi...” eski kelimelerin yanı sıra “gerek, önem, özür, bakan, başbakan gibi yeni sözcükleri kullanmaması gerekirdi. Kaldı ki bakan ve başbakan sözcüklerinin kullanmasını garipsedim. Tarihe mal olmuş bazı eski sözcüklerin (terim ve kavramların) kullanılması ne kadar doğruysa o tarihe ait olmayanların da kullanılmaması gerekirdi. Örneğin nazır yerine bakan sözcüğünü kullanılması...
“ ‘Yahu bu nasıl başbakan?’ diye gürlemişti benim yanımda Talat Paşa’ya.” “Aksi takdirde, hükümetin başbakanıyla, harbiye bakanı birbirine girecekti. Nitekim iki hafta sonra toplanan Merkez-i Umumi’de...” (S:484) Nazır ve Sadrazam sözcükleri kullanılmalıydı.

4) Başbakan ve bakan sözcüklerinin kullanılmasının nedenini romanın aceleye getirildiğine bağlıyorum. Çünkü yazar bunu fark etseydi eski karşılıklarını yazardı. Daha önemli bir yanlış da fes konusunda yapılmış. Bilindiği gibi Şapka Kanunu 1925 tarihinde çıktı. Kanun çıkmadan önce 2 Eylül 1925’te memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmişti. Mustafa Kemal taraftarı ve hükümetin en has adamı Mehmet Esat’ın 1926 yılında fes giymesi düşünülemez. “ ‘Rakı iyi.’ diyerek fesini çıkarıp masanın üzerine koydu.” (S.381) “Fesini yeniden başına yerleştirdi.” (S. 382) Bu yanlışlığın da gözden kaçtığını düşünüyorum...




10 Eylül 2017 Pazar




KÜRTAJ

 

          Kırkından sonra anne olmak zormuş, bunu yaşayarak öğrendim. İnanın, ilk hamileliğimde bu kadar zorlanmamıştım. Aslında karar verirken de zorlanmıştık. İkinci çocuğu yapıp yapmamayı eşimle aramızda hep konuşurduk. İkimiz de kalabalık aileden geliyorduk. Çok sevdiğimiz kardeşlerimiz vardı. Neden oğlumuzun da bir kardeşi olmasındı? Son yıllarda bu soruyu çok sık sorar olmuştuk. Baktık zaman geçiyor, oğlumuz on yaşına gelmiş, ha deyip çocuk yapsak tam on bir yaş olacak aralarındaki yaş farkı. Kıyamadık oğlumuza, bir kardeşi olsun istedik, o da isteyince “Tamam” dedik. Yaş ilerleyince hâliyle hamileliğin riskleri de artıyor. Eşim devlette öğretmen, ben sigortalı bir çalışanım, gelirimiz belli; yine de hiçbir masraftan kaçınmadık, hamileliğimin ilk günlerinden itibaren kontrollerimi hiç aksatmadık. Ereğli’deki doktorumuzun yönlendirmesiyle Ankara’ya da gidiyorduk.

          Bebek karnımda on sekiz haftalık olunca hep ötelemeye çalıştığım kontrole gelmişti sıra. Tıp epeyce ilerlemişti, yapılan bir test bebeğin normal gelişip gelişmediğini ortaya çıkarıyordu. “Testi yaptırmak mı zor, yoksa testin sonucunu sabırsızlıkla beklemek mi?” diye sorarsanız, “Beklemek” derim. Değil bir gün, bir saat bile insanı serseme çeviriyor. Binlerce kötü düşünce beynimde fır dönerken “Kendine gel kızım, çocuk değilsin, böyle davranırsan karnındaki bebeğine de zarar verirsin,” diyordum kendime, ama laf anlayan kim! Olumlu düşünmenin gücüne inandığım gibi, hislerime de güvenirim. “Ben böyle kafaya taktığıma göre kesin bir şeyler olacak, içime doğuyor belli ki,” diye endişeleniyordum...

          Anlayacağınız testin sonucunu elimize almadan rahat yoktu bana. Doktorumuzun aracılığı ile Ankara’daki bir uzmanla bağlantı kurduk. İlk muayenede bana gösterdiği ilgi tüm kaygılarımdan kurtulmama yetti: “Her şeyin sağlıklı geliştiği belli, bana güven, binlerce hastam oldu, bazı küçük veriler bile yetiyor teşhis koymamıza, ama biliyorsun ki yüzde yüz emin olmak için bu test şart...” Muayeneden çıktıktan sonra oldukça sakinleşmiştim. Şimdi geriye rahimden sıvı almak kalıyordu. Diyorum ya “Doktorum çok iyi” diye, beni odaya alıp yatırdıklarında yaptığı yatıştırıcı konuşma onun insan psikolojisinden de anladığının kanıtıydı. Amniyosentez için karnıma bir karış uzunluğunda iğne sokulacaktı. İğnenin içime girişini, sıvıyı alışını, hatta bebeğimin hareketlerini hemen yanı başımdaki ekrandan ben de izleyebilecektim. “İğnenin büyüklüğü seni korkutmasın, kalçadan yapılan iğne daha çok acıtır, çocuğa da bir zararı olmaz, sen içini ferah tut. Birlikte başaracağız...”

          İğnenin karnıma yavaş yavaş girişini, rahmime ulaşmasını ve bebeğimin o anda kenara çekilip büzülmesini ben de izledim. Gördüklerimi kelimelerle anlatmak mümkün değil. O kısacık sürede neler düşünmedim ki! Heyecan mı? O an farkında bile değildim heyecanlanıp heyecanlanmadığımın, gördüklerimi algılamakla meşguldüm. Düşünebiliyor musunuz, yavrum, iğneyi fark ediyor ve kenara çekilip kendini korumaya alıyor... Anne olmanın, bebeğini bedeninin en korunaklı yerinde büyütmenin hazzı, mutluluğu, gururu hiçbir şeyle kıyaslanamaz... Bana sorsalar “Dünyadaki en mükemmel, en güzel şey nedir?” diye, ikiletmeden “Anne olmak” derim...

          İğnenin tüpü, rahmimden alınan sıvıyla dolunca doktorum iğneyi yavaş yavaş geri çekti. Bebeğimi görmeliydiniz, iğne dışarı çıktığında o da tekrar çekildiği köşeden çıktı, yeniden şöyle bir özgürce yayıldı yuvasına. Mutluydum, kuş gibi hafiflemiştim; çünkü bebeğim beklediğimiz, vermesi gereken tepkileri veriyordu, her şey yolundaydı, beş ay sonra kucağıma alacağım çocuğum sağlıklıydı. Yine de testin sonucunu merak ediyorduk. Bebeğimin gelişiminde bozukluk var mı yok mu, birkaç saat içinde öğrenecektik. Bu testi yaptırmak için en az üç bin lira para gerekiyordu. Devlet hastanelerinde testi yaptırmak için aylarca sıra bekleniyordu, bizim ne zamanımız ne de bekleyecek sabrımız vardı. En ölümcül vakalarda bile dört-beş ay sonraya gün verildiğini biliyorduk. Düşünebiliyor musunuz, siz, bebeğinizin gelişiminde bir bozukluk var mı yok mu diye öğrenmek istiyorsunuz; ama gerekli süre içinde testi yaptıramıyorsunuz. Diyelim testi yaptırdık, sonuç negatif çıktı ve bebeğin kürtaj yoluyla alınması gerekiyor; ama yasal kürtaj zamanı geçmiş... Şimdi ne olacak? İnanın bu soruları o zaman defalarca sordum? Yanıtını da çok acı verici bir örnekle Ankara’da aldım. Anlatacaklarımı duyunca, “Sakın böyle de tesadüf olmaz” demeyin. İnanın bana anlatacaklarımın eksiği vardır, fazlası yoktur. Hani derler ya “Geç gelen adalet, adalet değildir; geç gelen sağlık hizmeti de sağlık değil!”

          Elimde rahmimden alınan sıvının içinde bulunduğu tüple laboratuvara giderken karmaşık duygular içindeydim. Yüreğimin bir köşesinde o bildik endişeyi hissediyordum. Diyeceksiniz ki, “Hani rahatlamıştın?” İnsanın bir anı bir anını tutmuyor ki, hele anne iseniz, söz konusu olan da karnınızda taşıdığınız yavrunuzsa... Laboratuvarın önüne geldiğimizde hemen kapının yan tarafında otuzlu yaşlarda bir çifti birbirlerine sokulmuş ağlarken gördük. Hıçkırıklarını yutuyorlardı adeta. Belli ki çevrelerini rahatsız etmek istemiyorlardı. Onların bu hâlleri içime dokundu, anında moralim dibe vurdu, yüreğim sıkıştı. Sanki benim başıma bir iş gelmiş gibi endişelendim. Demek ki sonuçları kötü çıkmıştı. Ya benim bebeğimde de ters giden bir şeyler varsa?

          Elimizdeki tüpü içeri vermeyi unutmuş, onları teskin etmeye çalışıyorduk. Tahmin ettiğimiz gibi sonuçları olumsuzmuş, çaresiz kalmışlar, ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Öğlen paydosu olmadan elimizdeki tüpü laboratuvara vermemiz gerekiyordu. Tüpü içeri verip hemen yanlarına geldik. Ereğli’den geldiklerini öğrenince daha bir yakınlaştık. Memleketlerinden birilerini karşılarında görmek onlara da iyi geldi. Bize bakışlarını bir görseydiniz... Böyle anlarda insan nasıl davranacağını bilemiyor. Durup düşünecek zaman yok ki, birden karşılaştığımız bir durum. Neyse ki eşim akıl edebildi de öğlen yemeği için alt kattaki kantine indik birlikte.

          Ne onlar ne de biz bir şey yiyebildik, canımız istemiyordu. Hikâyelerini dinledik. Adam taşeronda çalışıyormuş, evleri köydeymiş. İşe köyden gidip geliyormuş. Kıt kanaat geçinebiliyorlarmış. Geçim sıkıntısı yetmezmiş gibi birde başlarına bu felaket gelmiş. Onları dinledikçe korkmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Sırayla konuşuyorlardı, biri susunca, daha doğrusu sesi düğümlenince diğeri araya giriyordu. Eşinin kaldığı yerden o anlatmaya devam ediyordu, ta ki onunda dudakları titremeye başlayana kadar.

          Onların da ikinci çocuklarıymış, dokuz yaşında bir oğulları varmış. Hamileliğin ilk gününden itibaren doktor kontrollerini hiç ihmal etmemişler. Altıncı aya kadar her şey yolunda gitmiş. Son kontrollerinde bebeğin enfeksiyon kaptığını öğrenmişler. Gün geçtikçe enfeksiyon azalacağına çoğalmış, tüm vücuda yayılmış. Doktor sebebini anlayamamış, birden ortaya çıkmış bir durummuş; “En iyisi siz Ankara’ya gidin, bir de orda baktırın,” demiş. Ereğli’de yaptırdıkları testleri, çektirdikleri filmleri alıp gelmişler. Buradaki uzman doktor muayene etmiş, filmlere bakmış, artık bir şey yapılamayacağını söylemiş. Kürtaj için de çok geç kalındığından normal süre beklenecek, bebek öyle alınacakmış.

          “Düşünebiliyor musunuz, bebeğim karnımda yavaş yavaş ölüme gidecek ve ben bunu bilerek yaşayacağım...” derken kadının hâlini görmeliydiniz, hıçkırarak ağlıyordu. Benim de gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. O an eşimle göz göze geldik, onun da gözleri sulanmıştı...

          “Öleyim daha iyi, bize yaşamak haram, bebeğim ölüyor ve ben çaresizim. Karnımdaki bebeğimi koruyamadıktan sonra...”

          “Karıma bir şey olursa, ben ne yaparım? Karnındayken ölürse anne zehirlenebilirmiş de. ‘Öyleyse alın’ diyorum, ‘Alamayız, kürtaj yasak!” diyor doktor...”

          “Hayır, ben de istemiyorum alınmasını, onun yaşaması gerekir, o ölürse ben nasıl yaşarım?..”

          Kendimi karşımdaki acılı kadının yerine koyuyorum, biliyorum ki eşim de benim gibi düşünüyor, o da kendini babanın yerine koyuyordu. Bir düşünün, içinizde büyüttüğünüz bebek ölmek üzere... Ama sizin elinizden bir şey gelmiyor... Dile kolay, yavrunuz karnınızda ve ölüme gidiyor... Kelimelerle anlatılabilir mi hissedilenler?

          Ağlaşmamız epeyce sürdü. Öğlen arası bitiyordu. Onlara bir de bizim doktorumuzla görüşmelerini önerdik. “Gerekirse muayene etsin, hem benim doktorum hâlden anlayan biri, eminim size en doğru yolu gösterecektir,” dedim. Ne yapalım dercesine birbirlerine baktılar. Bakışlardaki ifadeyi söylemeye dilim varmıyor... Sonra kısık bir sesle, “Ama bizim paramız yok” dedi adam. Bu kez eşimle biz bakıştık. İkimiz aynı anda, “Bir çaresine bakarız” deyip kalktık.

          Doktorumuzun sekreteriyle konuştuk, aslında muayene mümkün değilmiş, sıra doluymuş, ama bir hasta gelemeyeceğini bildirdiğinden onun yerine bizi kabul edebileceklermiş. Randevuyu alınca sıra asıl probleme yani muayene ücretine gelmişti. Eşimle cebimizdeki paraya baktık, yol parasını ayırdıktan sonra kalan paramız muayene ücretinin yarısını anca karşılıyordu. Doktorumuza durumu anlattık; paralarının olmadığını mümkünse yarısını verebileceğimizi söyledik. Doktorumuz önerimizi kabul etti.

          Sonuç yine olumsuzdu, “Yapılabilecek hiçbir şey yok” dedi doktor. Bekleyeceklerdi. Bu süreçte Ereğli’deki kontrolleri ihmal etmemeleri gerektiğini özellikle tembihledi. Annenin sağlığı için gerekliydi bu, bebekten umut yoktu. Doktorum güzel bir konuşma yaptı; genç olduklarını, isterlerse yine çocuk sahibi olabileceklerini, her şeyden önce dokuz yaşındaki oğullarını düşünmeleri gerektiğini söyledi. “Kendinizi bırakırsanız, size bir şey olursa, diğer yavrunuza kim bakacak, onu da düşünmelisiniz,” gibi sözler iyi geldi onlara. Ama benim aklımda hep, ya bebek annenin içinde ölürse, ya anneyi zehirlerse... Sorular, sorular...

          Ankara’da o gün yaşadıklarımız her aklıma geldiğinde kalbimin atışları değişir. Sesimin titremesinden siz de fark ediyorsunuzdur bunu... Hikâyenin sonunu dinleyenler mutlu son diyebilir, ama bence tartışmalı. Belki zamanın o bildik gücüdür bizi bu düşünceye iten. Oysa anne, dokuz ayı tamamlayana kadar her gün bebeğiyle birlikte öldü, acısı gün gün artarak devam etti, işkence gibi... Neymiş kürtaj yasakmış!

          Bebeğimi sağlıklı bir şekilde dünyaya getirdiğimin ikinci ayıydı, kapımızın zili çaldı. Eşim kapıyı açtı; onlar gelmişti, yanlarında oğulları da vardı. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Kucağımda çocukla öylece kalakalmıştım. O anki duygumu anlatamam, bebeğimle onların karşısına çıkmanın mahcubiyetini hissediyordum... Güzel bakışları, beni kendime getirdi, gülümsedim... Elleri doluydu, köyden fındık ve ıhlamur getirmişlerdi. Buyur ettik içeri. Sıkılarak eve girerlerken, “Adam borcumuzu getirdik,” dedi...

 (4 Eylül 2017/AKBÜK)  
 
 


 
 


7 Eylül 2017 Perşembe


HAKKIMDA...
1957’de Artvin-Şavşat’ta doğdum. İlkokulu Ardanuç’ta (Artvin), ortaokulu Bursa’da bitirdim. Edirne Erkek Öğretmen Okulu’nda okudum, Çanakkale Erkek Öğretmen Okulu’ndan mezun oldum. 1976 yılında Kdz. Ereğli’de öğretmenliğe başladım. Altı yıl Kdz. Ereğli’de, bir yıl da Kahta’da (Adıyaman) sınıf öğretmenliği yaptıktan sonra görevinden istifa ettim. 2007 yılına kadar Kdz. Ereğli’de dershanecilik yaptım. 1997 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 2008’de Zonguldak Barosu’na kayıtlı avukat oldum. 2016 ve 2017 yıllarında Bodrum'da özel bir okulda iki yıl çalıştım. 

Eserlerim:
Şifre Giz’li 17 (Roman, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Temmuz 2011)
Aşk Olsun (Roman, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Şubat 2013)
Aşk Engelli (Roman, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Ekim 2014)
Ağrı Eşiği (Roman, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Nisan 2016)