KÜRTAJ
Kırkından sonra anne olmak zormuş,
bunu yaşayarak öğrendim. İnanın, ilk hamileliğimde bu kadar zorlanmamıştım.
Aslında karar verirken de zorlanmıştık. İkinci çocuğu yapıp yapmamayı eşimle
aramızda hep konuşurduk. İkimiz de kalabalık aileden geliyorduk. Çok sevdiğimiz
kardeşlerimiz vardı. Neden oğlumuzun da bir kardeşi olmasındı? Son yıllarda bu
soruyu çok sık sorar olmuştuk. Baktık zaman geçiyor, oğlumuz on yaşına gelmiş,
ha deyip çocuk yapsak tam on bir yaş olacak aralarındaki yaş farkı. Kıyamadık
oğlumuza, bir kardeşi olsun istedik, o da isteyince “Tamam” dedik. Yaş
ilerleyince hâliyle hamileliğin riskleri de artıyor. Eşim devlette öğretmen,
ben sigortalı bir çalışanım, gelirimiz belli; yine de hiçbir masraftan
kaçınmadık, hamileliğimin ilk günlerinden itibaren kontrollerimi hiç
aksatmadık. Ereğli’deki doktorumuzun yönlendirmesiyle Ankara’ya da gidiyorduk.
Bebek karnımda on sekiz haftalık
olunca hep ötelemeye çalıştığım kontrole gelmişti sıra. Tıp epeyce ilerlemişti,
yapılan bir test bebeğin normal gelişip gelişmediğini ortaya çıkarıyordu. “Testi
yaptırmak mı zor, yoksa testin sonucunu sabırsızlıkla beklemek mi?” diye sorarsanız,
“Beklemek” derim. Değil bir gün, bir saat bile insanı serseme çeviriyor.
Binlerce kötü düşünce beynimde fır dönerken “Kendine gel kızım, çocuk değilsin,
böyle davranırsan karnındaki bebeğine de zarar verirsin,” diyordum kendime, ama
laf anlayan kim! Olumlu düşünmenin gücüne inandığım gibi, hislerime de
güvenirim. “Ben böyle kafaya taktığıma göre kesin bir şeyler olacak, içime
doğuyor belli ki,” diye endişeleniyordum...
Anlayacağınız testin sonucunu elimize
almadan rahat yoktu bana. Doktorumuzun aracılığı ile Ankara’daki bir uzmanla bağlantı
kurduk. İlk muayenede bana gösterdiği ilgi tüm kaygılarımdan kurtulmama yetti:
“Her şeyin sağlıklı geliştiği belli, bana güven, binlerce hastam oldu, bazı
küçük veriler bile yetiyor teşhis koymamıza, ama biliyorsun ki yüzde yüz emin
olmak için bu test şart...” Muayeneden çıktıktan sonra oldukça sakinleşmiştim.
Şimdi geriye rahimden sıvı almak kalıyordu. Diyorum ya “Doktorum çok iyi” diye,
beni odaya alıp yatırdıklarında yaptığı yatıştırıcı konuşma onun insan psikolojisinden
de anladığının kanıtıydı. Amniyosentez için karnıma bir karış uzunluğunda iğne
sokulacaktı. İğnenin içime girişini, sıvıyı alışını, hatta bebeğimin
hareketlerini hemen yanı başımdaki ekrandan ben de izleyebilecektim. “İğnenin
büyüklüğü seni korkutmasın, kalçadan yapılan iğne daha çok acıtır, çocuğa da
bir zararı olmaz, sen içini ferah tut. Birlikte başaracağız...”
İğnenin karnıma yavaş yavaş girişini,
rahmime ulaşmasını ve bebeğimin o anda kenara çekilip büzülmesini ben de
izledim. Gördüklerimi kelimelerle anlatmak mümkün değil. O kısacık sürede neler
düşünmedim ki! Heyecan mı? O an farkında bile değildim heyecanlanıp
heyecanlanmadığımın, gördüklerimi algılamakla meşguldüm. Düşünebiliyor musunuz,
yavrum, iğneyi fark ediyor ve kenara çekilip kendini korumaya alıyor... Anne
olmanın, bebeğini bedeninin en korunaklı yerinde büyütmenin hazzı, mutluluğu,
gururu hiçbir şeyle kıyaslanamaz... Bana sorsalar “Dünyadaki en mükemmel, en
güzel şey nedir?” diye, ikiletmeden “Anne olmak” derim...
İğnenin tüpü, rahmimden alınan
sıvıyla dolunca doktorum iğneyi yavaş yavaş geri çekti. Bebeğimi görmeliydiniz,
iğne dışarı çıktığında o da tekrar çekildiği köşeden çıktı, yeniden şöyle bir
özgürce yayıldı yuvasına. Mutluydum, kuş gibi hafiflemiştim; çünkü bebeğim
beklediğimiz, vermesi gereken tepkileri veriyordu, her şey yolundaydı, beş ay
sonra kucağıma alacağım çocuğum sağlıklıydı. Yine de testin sonucunu merak ediyorduk.
Bebeğimin gelişiminde bozukluk var mı yok mu, birkaç saat içinde öğrenecektik.
Bu testi yaptırmak için en az üç bin lira para gerekiyordu. Devlet
hastanelerinde testi yaptırmak için aylarca sıra bekleniyordu, bizim ne
zamanımız ne de bekleyecek sabrımız vardı. En ölümcül vakalarda bile dört-beş
ay sonraya gün verildiğini biliyorduk. Düşünebiliyor musunuz, siz, bebeğinizin
gelişiminde bir bozukluk var mı yok mu diye öğrenmek istiyorsunuz; ama gerekli
süre içinde testi yaptıramıyorsunuz. Diyelim testi yaptırdık, sonuç negatif
çıktı ve bebeğin kürtaj yoluyla alınması gerekiyor; ama yasal kürtaj zamanı geçmiş...
Şimdi ne olacak? İnanın bu soruları o zaman defalarca sordum? Yanıtını da çok
acı verici bir örnekle Ankara’da aldım. Anlatacaklarımı duyunca, “Sakın böyle
de tesadüf olmaz” demeyin. İnanın bana anlatacaklarımın eksiği vardır, fazlası
yoktur. Hani derler ya “Geç gelen adalet, adalet değildir; geç gelen sağlık hizmeti
de sağlık değil!”
Elimde rahmimden alınan sıvının
içinde bulunduğu tüple laboratuvara giderken karmaşık duygular içindeydim.
Yüreğimin bir köşesinde o bildik endişeyi hissediyordum. Diyeceksiniz ki, “Hani
rahatlamıştın?” İnsanın bir anı bir anını tutmuyor ki, hele anne iseniz, söz
konusu olan da karnınızda taşıdığınız yavrunuzsa... Laboratuvarın önüne
geldiğimizde hemen kapının yan tarafında otuzlu yaşlarda bir çifti birbirlerine
sokulmuş ağlarken gördük. Hıçkırıklarını yutuyorlardı adeta. Belli ki çevrelerini
rahatsız etmek istemiyorlardı. Onların bu hâlleri içime dokundu, anında moralim
dibe vurdu, yüreğim sıkıştı. Sanki benim başıma bir iş gelmiş gibi
endişelendim. Demek ki sonuçları kötü çıkmıştı. Ya benim bebeğimde de ters
giden bir şeyler varsa?
Elimizdeki tüpü içeri vermeyi
unutmuş, onları teskin etmeye çalışıyorduk. Tahmin ettiğimiz gibi sonuçları
olumsuzmuş, çaresiz kalmışlar, ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Öğlen paydosu
olmadan elimizdeki tüpü laboratuvara vermemiz gerekiyordu. Tüpü içeri verip
hemen yanlarına geldik. Ereğli’den geldiklerini öğrenince daha bir yakınlaştık.
Memleketlerinden birilerini karşılarında görmek onlara da iyi geldi. Bize
bakışlarını bir görseydiniz... Böyle anlarda insan nasıl davranacağını bilemiyor.
Durup düşünecek zaman yok ki, birden karşılaştığımız bir durum. Neyse ki eşim
akıl edebildi de öğlen yemeği için alt kattaki kantine indik birlikte.
Ne onlar ne de biz bir şey
yiyebildik, canımız istemiyordu. Hikâyelerini dinledik. Adam taşeronda
çalışıyormuş, evleri köydeymiş. İşe köyden gidip geliyormuş. Kıt kanaat
geçinebiliyorlarmış. Geçim sıkıntısı yetmezmiş gibi birde başlarına bu felaket
gelmiş. Onları dinledikçe korkmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha
anladım. Sırayla konuşuyorlardı, biri susunca, daha doğrusu sesi düğümlenince
diğeri araya giriyordu. Eşinin kaldığı yerden o anlatmaya devam ediyordu, ta ki
onunda dudakları titremeye başlayana kadar.
Onların da ikinci çocuklarıymış,
dokuz yaşında bir oğulları varmış. Hamileliğin ilk gününden itibaren doktor
kontrollerini hiç ihmal etmemişler. Altıncı aya kadar her şey yolunda gitmiş.
Son kontrollerinde bebeğin enfeksiyon kaptığını öğrenmişler. Gün geçtikçe
enfeksiyon azalacağına çoğalmış, tüm vücuda yayılmış. Doktor sebebini
anlayamamış, birden ortaya çıkmış bir durummuş; “En iyisi siz Ankara’ya gidin,
bir de orda baktırın,” demiş. Ereğli’de yaptırdıkları testleri, çektirdikleri
filmleri alıp gelmişler. Buradaki uzman doktor muayene etmiş, filmlere bakmış,
artık bir şey yapılamayacağını söylemiş. Kürtaj için de çok geç kalındığından
normal süre beklenecek, bebek öyle alınacakmış.
“Düşünebiliyor musunuz, bebeğim
karnımda yavaş yavaş ölüme gidecek ve ben bunu bilerek yaşayacağım...” derken kadının
hâlini görmeliydiniz, hıçkırarak ağlıyordu. Benim de gözlerimden yaşlar
süzülmeye başladı. O an eşimle göz göze geldik, onun da gözleri sulanmıştı...
“Öleyim daha iyi, bize yaşamak haram,
bebeğim ölüyor ve ben çaresizim. Karnımdaki bebeğimi koruyamadıktan sonra...”
“Karıma bir şey olursa, ben ne
yaparım? Karnındayken ölürse anne zehirlenebilirmiş de. ‘Öyleyse alın’ diyorum,
‘Alamayız, kürtaj yasak!” diyor doktor...”
“Hayır, ben de istemiyorum
alınmasını, onun yaşaması gerekir, o ölürse ben nasıl yaşarım?..”
Kendimi karşımdaki acılı kadının
yerine koyuyorum, biliyorum ki eşim de benim gibi düşünüyor, o da kendini
babanın yerine koyuyordu. Bir düşünün, içinizde büyüttüğünüz bebek ölmek
üzere... Ama sizin elinizden bir şey gelmiyor... Dile kolay, yavrunuz
karnınızda ve ölüme gidiyor... Kelimelerle anlatılabilir mi hissedilenler?
Ağlaşmamız epeyce sürdü. Öğlen arası
bitiyordu. Onlara bir de bizim doktorumuzla görüşmelerini önerdik. “Gerekirse
muayene etsin, hem benim doktorum hâlden anlayan biri, eminim size en doğru
yolu gösterecektir,” dedim. Ne yapalım dercesine birbirlerine baktılar.
Bakışlardaki ifadeyi söylemeye dilim varmıyor... Sonra kısık bir sesle, “Ama
bizim paramız yok” dedi adam. Bu kez eşimle biz bakıştık. İkimiz aynı anda, “Bir
çaresine bakarız” deyip kalktık.
Doktorumuzun sekreteriyle konuştuk,
aslında muayene mümkün değilmiş, sıra doluymuş, ama bir hasta gelemeyeceğini
bildirdiğinden onun yerine bizi kabul edebileceklermiş. Randevuyu alınca sıra
asıl probleme yani muayene ücretine gelmişti. Eşimle cebimizdeki paraya baktık,
yol parasını ayırdıktan sonra kalan paramız muayene ücretinin yarısını anca karşılıyordu.
Doktorumuza durumu anlattık; paralarının olmadığını mümkünse yarısını verebileceğimizi
söyledik. Doktorumuz önerimizi kabul etti.
Sonuç yine olumsuzdu, “Yapılabilecek
hiçbir şey yok” dedi doktor. Bekleyeceklerdi. Bu süreçte Ereğli’deki
kontrolleri ihmal etmemeleri gerektiğini özellikle tembihledi. Annenin sağlığı
için gerekliydi bu, bebekten umut yoktu. Doktorum güzel bir konuşma yaptı; genç
olduklarını, isterlerse yine çocuk sahibi olabileceklerini, her şeyden önce dokuz
yaşındaki oğullarını düşünmeleri gerektiğini söyledi. “Kendinizi bırakırsanız,
size bir şey olursa, diğer yavrunuza kim bakacak, onu da düşünmelisiniz,” gibi
sözler iyi geldi onlara. Ama benim aklımda hep, ya bebek annenin içinde ölürse,
ya anneyi zehirlerse... Sorular, sorular...
Ankara’da o gün yaşadıklarımız her
aklıma geldiğinde kalbimin atışları değişir. Sesimin titremesinden siz de fark
ediyorsunuzdur bunu... Hikâyenin sonunu dinleyenler mutlu son diyebilir, ama
bence tartışmalı. Belki zamanın o bildik gücüdür bizi bu düşünceye iten. Oysa
anne, dokuz ayı tamamlayana kadar her gün bebeğiyle birlikte öldü, acısı gün
gün artarak devam etti, işkence gibi... Neymiş kürtaj yasakmış!
Bebeğimi sağlıklı bir şekilde dünyaya
getirdiğimin ikinci ayıydı, kapımızın zili çaldı. Eşim kapıyı açtı; onlar
gelmişti, yanlarında oğulları da vardı. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu.
Kucağımda çocukla öylece kalakalmıştım. O anki duygumu anlatamam, bebeğimle
onların karşısına çıkmanın mahcubiyetini hissediyordum... Güzel bakışları, beni
kendime getirdi, gülümsedim... Elleri doluydu, köyden fındık ve ıhlamur
getirmişlerdi. Buyur ettik içeri. Sıkılarak eve girerlerken, “Adam borcumuzu getirdik,”
dedi...
(4 Eylül 2017/AKBÜK)