EMPATİ
-öğretmen sanatçıdır-
Kırk yıllık meslek hayatımın son günlerini yaşıyordum.
Bir ay sonra okullar kapanıyordu. Önümüzdeki yıl çalışmayacaktım. Günler
geçtikçe, ayrılık günü yaklaştıkça içimdeki hüzün de büyüyordu. Aslında bu
duyguya alışkındım, ama her seferinde hiç yaşamamışçasına ayrılığın sancısını
hissederdim. İki yıl daha çalışmayı planlıyorduk, eşimle kararlaştırmıştık;
okuttuğu sınıfını dördüncü sınıftan mezun edene kadar Bodrum’da kalacaktık.
Koşullar izin vermedi, buraya kadarmış dedik. Biraz üzgün, biraz buruktuk…
Öğrencilerimle elimden geldiğince daha fazla vakit
geçirmeye çalışıyordum. Dersin bitiminde ağırdan alıp sınıftan hemen
çıkmıyordum. Çocuklarla sohbet ediyorduk. Dersteyken birkaç dakikalık
konuşmalar yapardım. “Sıra hayat dersinde!” derdim. Böyle anları öğrencilerim
çok seviyordu. Hayat dersi dinlemeye doyamazlardı, hep anlatmamı isterlerdi.
“Bugünlük bu kadar yeter, çocuklar!” deyip derse kaldığım yerden devam edecek
olsam, itiraz ederler, “Lütfen, anlatın öğretmenim,” derlerdi. Sanmayın ki
dersi kaynatmaya çalışıyorlardı. İçtenliklerine inanıyordum; çünkü dersin
bitiminde dinlenmeye çıkmayıp tüm teneffüsü benimle geçirirlerdi.
Son günlerde öğlen aralarında sınıfta buluşmaya
başlamıştık. Kürsünün etrafında en az beş altı öğrenci bulunuyordu. Akla
gelmeyecek sorular soruyorlardı: “Beni benzettiğiniz eski bir öğrenciniz var
mı?” “En çok sevdiğiniz ders hangisiydi?” “Çalışkan mıydınız?” Özellikle
öğrencilik ve öğretmenlik anılarımı dinlemek istiyorlardı. Eski bir öğrencimi
içlerinden birine benzetmem, benzetilen öğrenciyi mutlu ediyordu. O anda, geleceğiyle
ilgili hayaller kurmaya başladığını yüzündeki gülümseyişinden anlıyordum…
Yine bir öğlen yemeğinden sonra sınıfa geldim. Kürsüye
geçmemle öğrencilerim de etrafımı sardılar.
“Öğretmenim, sizce ben hangi mesleği seçmeliyim?” Soruyu
soran Leyla’ydı. İki yabancı dil biliyordu. Birçok etkinlikte Almanca sunum
yapmıştı. Sahneye yakışıyordu. Haliyle ona vereceğim yanıt belliydi.
“Sunucu…”
Sözümü bitirmemi beklemeden diğerleri araya girdi.
“Öğretmenim, ya ben?”
Hiçbirinin beklemeye niyeti yoktu. Ben de sırayla
hepsine uygun bir meslek bulmaya çalıştım. Meslek seçimlerinde özen
gösteriyordum. Hoşlanmadıkları, istemedikleri bir mesleğin adını duymak onları
mutsuz edebilirdi.
“Sen, Tanem, avukat olursun.” Annesi avukattı. Yaşça
ve boyca sınıfın en küçüğü idi. Gelip başını koltuğumun altına soktu.
“Sizi çok seviyorum öğretmenim,” dedi. Öyle çok
sokulgan bir kız değildir, uzak dururdu benden. Bazen böyle, aniden yanıma
gelip sevgisini ifade ederdi.
“Ben de seni çok seviyorum Tanem…”
Tanem’in en yakın arkadaşı Berra durur mu?
“Ya ben?”
“Sen en iyisi turizmci ol Berra…” Babasının Yahşi’de
oteli vardı.
“Hakan, sen de çok iyi mühendis olursun…” Okula bu yıl
gelmişti, matematiği çok iyiydi. Kürsüden uzaktaydı. Kızlardan fırsat
bulamıyordu ki yanıma gelsin. Mahcup bir sesle teşekkür ederken çok hoştu.
“Deniz satranççı…” Okulun satranç takımındaydı Deniz.
Satranç sayesinde onunla yakınlık kurmuştum. Satrancı sevdiğimi biliyordu.
Birkaç kez de oynamıştık. Onu hep özendirmeye çalışırdım.
“Mustafa ile Egehan çok iyi futbolcu olurlar.” İkisi
de sınıfın en yapılı öğrencisiydi. Egehan maçlarda kendinden geçerdi. Kan ter
içinde kalırdı. Takım kaptanlığını hep Mustafa üstlenirdi, takımı o kurardı.
Çok hırslıydı. Onlara futbolculuğu yakıştırmam ikisini de mutlu etti. Şakadan
böyle söylediğimi, futboldaki başarılarını takdir ettiğimi anlamışlardı.
Herkesten uzakta, sırasında, önündeki maketlerle
uğraşan Güneş’i atlayamazdım.
“Güneş, sen merak etmiyor musun?”
Her zamanki gibi omuz silkti, hayır dercesine.
Konuşmayı pek sevmezdi. Ağzından lafı cımbızla alırdım.
“Çocuklar, Güneş beni çok seviyor, değil mi?”
“Hayır, sevmiyorum!”
İki yıldır aramızda espri konusuydu. Dördüncü
sınıftayken de dersine girmiştim. Derse katılmaz, başka şeylerle uğraşırdı.
Dinlemiyormuş gibi görünürdü; ama kulağının bende olduğunu bilirdim. Sadece
sınıf öğretmenini sevdiğini söylerdi. Bir gün ona “Güneş, seni çok seviyorum,
sen de beni seviyor musun?” diye sormuştum. Tek kelimeyle yanıtlamıştı:
“Hayır!” O günden sonra sevme/sevmeme, aramızda espri konusuydu.
“Çocuklar, Güneş’e bilim adamlığı yakışır,” dediğimde
yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Çok zekiydi ve o da bunun farkındaydı.
Başından beri sınıfta dolanıp duran Ali Kerem kızları
kenara iteleyerek yanıma sokuldu. O da okula bu yıl gelenlerdendi. Her dersin
sonunda yanıma gelip “Bugün nasıldım?” diye sorardı. “Çok iyiydin,” yanıtını
aldığında sevinçten havalara uçardı. Çok zekiydi, ama derslerde pek yerinde
oturmazdı. Bu konuyu annesiyle konuştuktan sonra söz vermişti, derste
sırasından ayrılmayacaktı. Sözünü tutmaya çalışıyordu, epey ilerleme göstermişti.
O bilindik telaşıyla sorusunu yineliyordu:
“Ya ben? Ya ben? Ben!”
“Ya mimar ya da mühendis…”
“Teşekkür ederim öğretmenim.”
Yanıtını almıştı, duyması gerekenleri duymuştu,
kürsünün önünü kızlara bırakabilirdi artık; öyle de yaptı. Onun boşalttığı yere
Öykü geçti. O da pek konuşkan değildi.
Sınıfta iki Öykü vardı, o küçüğüydü. Onun merak ettiği benimle ilgiliydi:
“Öğretmenim, siz küçükken çalışkan mıydınız?”
“Yoo, çalışkan değildim, hatta tembeldim.” Bizim zamanımızda
başarısız öğrenciler tembellikle nitelenirdi.
Birden hepsi dikkat kesildi. Duyduklarına
inanamadıkları belliydi.
“İnanmayız öğretmenim!”
“Anlatayım öyleyse: İlkokul birinci sınıfta öğretmenim
Arslan Beydi. Okumayı zor sökmüştüm. Babamın hatırına ikinci sınıfa
geçirilmiştim sanırım. İkinci sınıfta, sınıfımız ikiye bölünmüştü, ben başka
bir öğretmene düşmüştüm. Zihni Öğretmen okulumuza o yıl atanmıştı, kalan dört
yılı onda okumuştum. Başarılı değildim, çarpım tablosunu bile zor
ezberlemiştim. Ancak beşinci sınıfa geldiğimde kendimi göstermeye, derslerde
söz almaya başlamıştım…”
“Öğretmenimin gözüne girmek için dersin dışında çok başka
yollar deniyordum. Okulumuz kasabanın epeyce dışındaydı. Kasabaya götürülecek
bir evrak ya da eşya olduğunda hemen öne atılırdım. Öğretmenim her seferinde
beni gönderirdi; çünkü en kısa sürede gidip geleceğimi bilirdi. Okuldan
çıktığımda uçardım adeta. Gidiş neyse de dönüşte yokuş yukarı çıkarken çok yorulurdum…”
“Öğretmeniniz sizi över miydi? Ne derdi size?”
“Överdi herhalde, anımsayamıyorum şimdi…”
Verdiğim yanıt onları pek tatmin etmemişti. Belleğimi
zorlayınca bir mendil kapmaca oyununda “Aferin, bravo!” dediğini anımsadım.
“Evet, arada bir aferin alıyordum öğretmenimden.”
“Ya derslerde?” Soruyu yanıtlayamadan araya Tanem girdi.
“En sevdiğiniz ders neydi öğretmenim?”
“Bu da sorulur mu Tanem, tabii ki matematiktir.”
“Hayır, matematiği sevmezdim…”
“Aaa…” Hep bir ağızdan çıkmıştı hayret sesleri.
“Tarih dersini severdim. Hiç unutmam, beşinci sınıfta
tarihten yazılı olmuştuk. Öğretmenimiz yazılı kağıtlarını sınıfta seslice
okuyordu. Biz de, şimdi sizin yaptığınız gibi öğretmenimizin başına
toplanmıştık. Sıra benim kağıdıma gelmişti. Okuduğu tüm yanıtlarım doğruydu.
Yazdıklarım kitapla birebirdi, ayrıntılı yanıtlamıştım soruları. Öğretmenim
puanlarımı topladı, sonuç dörttü. O zamanlar notlarımız beş üzerinden veriliyordu…”
“Yanlış mı toplamış öğretmeniniz?”
“Hayır, bilmediğim bir soruyu boş bırakmış, hiçbir şey
yazmamıştım.”
“Öğretmeniniz ne dedi size?”
Soruyu hemen yanıtlayamadım. O güne gittim, her şey olduğu
gibi gözümün önündeydi. Öğretmenimin sözleri, arkadaşlarımın bana bakışları,
capcanlı anılarımdaydı. Öğretmenimin söyledikleri beni çok üzmüştü. Zaten’le
başlayan bir cümle kurmuştu. Tümünü doğru bilemeyeceğimi, tam not alamayacağımı
ima etmişti.
“Hatırlamıyorum…” Öğretmenimin sözlerini öğrencilerime
söyleyemedim. Sesimden üzüntümü anladılar ama.
“Öğretmeninizi seviyor muydunuz?”
Duraksamadan yanıtladım.
“Tabii seviyordum. Şöyle anlatayım, bir babanın
çocukları var, içlerinden biri haylaz, başarısız, baba ona sert davranır, belki
sevgisini de belli etmez; ama onu sever yine de… Evlat da babasını sever…”
Susup çocukların yüzüne baktım, ikna olmamışlardı.
“Çok iyi bir öğretmendi, başarılıydı, müzik
derslerinde sınıfa kemanıyla girerdi, çok güzel geçerdi derslerimiz. Bir
piyeste bana da görev vermişti. Beni kazanmak için özen gösterdiğini sonradan
anladım. Anlayacağınız üzerimde emeği büyüktür.”
“İyi öğretmenmiş…” Ali Kerem’di. Diğer çocuklar da ona
katılınca sevindim. Öğretmenim hakkında güzel düşünmelerini istiyordum.
“Şimdi sıkı durun ve dinleyin; bugün yazıyorsam bunu
Zihni Öğretmen’ime borçluyum…”
“Nasıl yani?”
“Son derslerimizde, zil çalmadan önce on beş dakika
kadar bir romandan bölümler okurdu bize. Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe
romanını okumuştu. Okuma saatlerini iple çekerdim. O zamanlarda radyoda ‘arkası
yarın’ adlı bir program vardı, bir tiyatro oyunu radyoda canlandırılırdı. Çok
sevilirdi. Öğretmenimizin okumalarını da ona benzetirdim.”
“Televizyon yoktu tabii…”
“Evet, yoktu… Öğretmenimi minnetle, saygıyla anıyorum
hep…”
“Yaşamıyor mu?”
“Ne yazık ki yaşamıyor! Yıllar sonra onu Bursa’da bir
durakta otobüs beklerken gördüm. Çiçeği burnunda bir öğretmendim. Yanına
gidemedim, kendimi tanıtamadım… İçimden gelmemişti o an… O şekilde karşısına
çıkarsam, ona nispet yaptığımı sanabilirdi. Böyle düşünmüştüm. Yanlış yaptığımı
yıllar sonra anladım, öğretmenim benimle gurur duyardı, eminim…”
Sınıfta kısa bir sessizlik oldu. Çocukların bana
bakışları çok hoştu, sanırım üzülmüşlerdi.
“Bakın ortaokul yıllarımı duyunca sevineceksiniz. Ortaokulda,
sanki bana sihirli bir değnek değmişti, çok çalışkan bir öğrenci olmuştum. Hacı
Kaya adında bir matematik öğretmenimiz vardı. Ders anlatırken bana bakardı, göz
göze gelirdik, konuyu anlamak için gözlerimi ondan ayıramazdım. Yazılılarda,
hep 10 üzerinden 10 alırdım, birinde 8 almıştım, ders boyunca ağlamıştım.
Sınıfta çalışkan iki kız vardı, onlar 10 almışlardı…”
Az önceki üzüntülü hava gitmişti. Kızlarla erkekler
arasında tartışma başlamıştı: “Kızlar daha çalışkandır!” “Hayır erkekler!” Bu
anlamsız rekabette kızların benim yüzümden zor durumda kalmalarını
istemediğimden araya girdim.
“Sanmayın ki yaramazlığı bıraktım, aynen devam
ettiriyordum. Evde ders çalışmazdım, okulda teneffüs aralarında yapardım
ödevlerimi. Derslerde bambaşka bir çocuğa dönüşürdüm. Öğretmenime odaklanırdım,
sanırım başarımı buna borçluydum.”
“Matematik öğretmeninizi daha sonra gördünüz mü?”
“Hayır görmedim. Nereli olduğunu biliyordum, yıllar
sonra arayıp telefonunu buldum. Onunla konuştum, özerimdeki emekleri için çok
teşekkür ettim. Ne yazık ki beni hatırlamadı. Dersime sadece bir yıl girmişti.”
Kısa bir sessizlikten sonra başka sorulara geçtiler.
İlk davranan Leyla’ydı.
“Lisede nasıldınız öğretmenim?”
“Orta halli bir öğrenciydim. Derslerimle sorunum
yoktu, idare ediyordum. Sanata, spora daha çok zaman ayırıyordum. Çizdiğim
karikatürler ve yazdığım kısa öykülerle bir duvar gazetesi çıkarıyordum.”
“Gazetenizin adı neydi?”
“Özgün!” Gazetemin adını coşkuyla söylemiştim. Bir an
o günlere gitmiştim. Yüzümdeki gülücüğün çocukların gözünde yansıyışını fırsat
bilip araya öğütlerimi sıkıştırdım: “Bir öğrenci sadece dersleriyle yetinmemeli;
çok kitap okumalı, sanatla ilgilenmeli, tabii sporu da ihmal etmemeli.”
“Lisedeyken sevdiğiniz bir öğretmeniniz var mıydı?”
“Evet, matematik öğretmenim…” Gülerek sözümü kestiler.
“Şaşırmadık öğretmenim.”
“İnci Hanım iyi matematikçiydi, benim de matematiğim fena
sayılmazdı. Onu başka bir özelliğinden dolayı seviyordum. Öğretmen adayıydım,
okulu bitirince öğretmen olacaktım. Anadolu’nun uzak bir köyüne gidecek, köy
çocuklarını eğitecektim. Bizler kalpleri vatan sevgisiyle dolu idealist
öğretmen adaylarıydık.”
“Liseden sonra hemen öğretmen mi oldunuz?”
“Evet, on dokuz yaşında gencecik bir öğretmendim. O yaşlarda
insan çok başka şeylere değer veriyor, çocuklar. Vatan sevgisi, eşitlik,
adalet, doğruluk gibi kavramlar önceliğimizdi. Öğretmenler, öğrencilerine not
verirken adaletli davranmak zorundadır. İnci Hanım, öğrencileri arasında ayırım
yapmazdı. Ne yazık ki her öğretmen aynı duyarlılığı göstermezdi… Bir de İnci
Hanım’ın Atatürkçü, demokrat, aydın kişiliğinden etkilenmiştim...”
“Öğretmenim sizin zamanınızdaki sorunlar çok başkaymış…”
Berra haklıydı, aradan kırk yıl, elli yıl geçmiş, her
şey değişime uğramıştı… Aniden aklıma öğleden sonraki dersler geldi. Saatime baktım.
Dersin başlamasına az kalmıştı. Çocuklar birer ikişer sınıfa giriyorlardı.
“İlkokuldan girdik liseden çıktık çocuklar…”
Konuşma bitmiştir demeye getirmiştim lafı. Hepsi zeki
çocuklar tabii, hemen anladılar.
“Öğretmenim, öğrencilik hayatınızı roman özeti gibi
anlattınız…”
“Sizce romanın ana fikri nedir?”
“Siz söyleyin öğretmenim, ders başlayacak birazdan.”
“Öğretmenlik bir sanattır, öğretmen de bir sanatçıdır.
İyi bir öğretmen öğrencileriyle empati kurabilmelidir. Bir sorunla karşılaştığımda
çocukluğuma giderim; ben olsaydım ne hissederdim, diye düşünürüm… Çocukluğunuzu
hiç unutmayın. ”
Sınıf dolmak üzereydi. Geç gelenlerin tepkisi çok hoştu;
“Kaçırdım mı, neden benim haberim olmadı, hiç aklıma gelmedi sınıfa
geleceğiniz…” Yaman’la Ege’nin sınıfa girişleri ise tam onlara göreydi. Kapıyı
açıp ikisi birden “Biz geldik!” diye bağırarak içeri dalmışlardı. Beni görünce
öylece kala kaldılar.
“Dersimiz matematik mi?” İkisi aynı anda konuşmuştu. Sınıftan
kahkahalar yükselince onlar da rahatladılar. Benim de başka bir sınıfa dersim
vardı. Sınıftan çıkmadan önce tahtanın başına geçtim.
“Anlattıklarımın özetini tahtaya yazayım mı çocuklar?”
“Yazın öğretmenim!”
“Sabır ve Hoşgörü, Bilgi ve Deneyim, Empati ve Sevgi;
Öğretmeni Sanatçı Yapan Özelliklerdir…”
24.11.2019
/ Akbük
(Öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmeye devam ediyorum.
İçinde adlarının geçeceği öyküler yazacaktım. Adı geçenlerin karakterlerini
elimden geldiğince vermeye çalışıyorum. Kitaplaştırıp bastırdığımda ileride
onlar için hoş anı olacağına inanıyorum. Onlar benim meslek hayatımdaki tüm
öğrencilerimin özetidir, onları çok seviyorum… Bu öykü kitabın sonunda yer alacak, bu nedenle bu öyküde ben de varım...)