11 Mayıs 2020 Pazartesi



Melissa, İlayda, Nuray,
Kaan ve Mert;





GÜZEL SON


Bahçe nöbetimin olduğu gündü. Havalar gittikçe soğuyordu. Öğrenciler teneffüslerde bahçeye çıkmak yerine içeride kalmayı yeğliyorlardı. Öğlen arasıydı, bahçede birkaç öğrenci vardı. Bayrak törenlerinin yapıldığı Atatürk heykelinin bulunduğu alanda bir grup öğrenci aralarında hararetli hararetli konuşuyorlardı. Yanlarına gittim. Beni görünce sustular.
“Neden sustunuz çocuklar?”
Yanıt vermediler, gülümsemekle yetindiler.
“Anlaşıldı, özel!”
“Çocukça şeyler, öğretmenim…” İlayda’ydı, o susunca diğerleri bu kez kıkırdayarak güldüler.
“Bak, iyice merak ettim, şimdi.”
Yine ses yoktu.
“Sizi yalnız bırakayım öyleyse,” deyip yürümeye başladım.
Yanlarından ayrılırken yerde bir kağıt parçası gördüm. Eğilip kağıdı aldığımda tören alanın çöple dolu olduğunu fark ettim. En iyisi çocuklardan yardım istemekti; öyle de yaptım.
“Çocuklar, yardım edin de alanı temizleyelim. Bugün tören var.”
Çocuklar, çöp toplamak bizim işimiz değil ki, dercesine şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı. Yanıma gelmelerini istedim. Beş kişiydiler. Hepsi benim öğrencimdi, derslerine giriyordum, aynı zamanda sınıf öğretmenleriydim. Bu iyi diye düşündüm. Beni kıramazlardı nasılsa. Karşımda durmuş, öylece bana bakıyorlardı.
“Neden susuyorsunuz çocuklar?”
“Öğretmenim, görevliler var, onlar yapsınlar, onların işi,” dedi İlayda.
“Evet, öğretmenim, İlayda doğru söylüyor.”
Nuray, sessiz sakin bir kızdı. O da itiraz ettiğine göre, onlara bu işi yaptırmam zor demekti. Kolayca vazgeçmeyecektim ama.
“Şimdi, size bir şey anlatacağım, dinleyin öyle karar verin,” dedim ve anlatmaya başladım. “Haftanın bazı günlerinde, öğretmenlerimiz bize çevre temizliği yaptırırdı. Çocukluğumda buna mıntıka temizliği derlerdi. O zamanlar ben de sizin gibi düşünürdüm, öğretmenlere kızardım. Aradan yıllar geçtikten sonra yaptığımız işin önemini kavradım…” Susup anladınız mı dercesine yüzlerine baktım.
“Ama öğretmenim görevliler para alıyorlar, onların yapması doğru değil mi?” Melissa da böyle düşünüyorsa çabam boşunaydı. İsteğimi geri çevireceğini hiç ummuyordum. Öğrencilerime inanmadıkları bir şeyi yaptıramazsınız, onların bu özelliğini bilmeme rağmen bozuldum. Hayır, pes etmeyecektim, ben de kararlıydım.
“Siz benim öğrencilik anılarımı dinlemeyi seviyorsunuz, değil mi?”
“Tabii seviyoruz, öğretmenim.” Kaan okulumuza bu yıl gelmişti. Çekik gözlü, minyon yapılı bir çocuktu. Ağzından lafı kerpetenle almak deyimi tam ona göreydi. Sınıfta sesi pek çıkmazdı. Ama iyi bir dinleyiciydi. Şimdi de dinlemeye hazırdı.
“Ortaokul ikinci sınıfta fen bilgisi öğretmenimiz vardı. Aynı zamanda müdür yardımcısıydı. Mavi gözlü, güzel bir adamdı. Onu Atatürk’e benzetirdik…”
Melissa heyecanla sözümü kesti:
“Aa, gerçekten benziyor muydu öğretmenim?”
“Evet, çok benziyordu. Bir gün sınıfta bize bir anısını anlattı: Bir törende temizliğin önemi hakkında konuşuyormuş. Yerlere kağıt atmayın, çevre temizliği önemlidir, aslan yattığı yerden belli olur, tarzında şeyler anlatıyormuş. Konuşurken bir yandan da elinde renkli bir şeker kağıdını kıvırıyormuş. O, bunun farkında değilmiş. Kağıt iyice küçülünce…” Susup sizce ne yapmıştır dercesine yüzlerine baktım.
“Yere mi atmış, öğretmenim?”
“Hayır, öğrencileri de öyle sanmış. Buruşturduğu kağıdı cebine koymuş. Bunları, sonradan öğrencileri söyleyince öğrenmiş. Çocuklar, ‘Hocam, sizi dinlerken gözümüz hep kağıttaydı, yere atacağınızı bekliyorduk, ama yanıldık.’ demişler.”
“Biz de yanıldık öğretmenim, güzel bir anıymış, etkilendim…” Melissa’nın gözlerinin içi gülüyordu. İçimden ona sarılmak, aferin benim kızıma demek geldi, kendimi tuttum. Olumlu düşünce anında diğerlerini de etkileyecekti; öğrencilerden birini ikna ederseniz arkası kendiliğinden gelirdi. Öyle de oldu, diğerleri de onu onayladı.
“Öğretmenimin anlattıklarından iki önemli ders çıkarabiliriz çocuklar: Birincisi davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. İkincisi de böylesi güzel davranışları içselleştirmek gerekir. Yani zorunluluktan değil de içimizden geldiği için çevremize özen göstermeliyiz.”
“Öğretmeniniz yaşıyor mu?”
Soru karşısında bir an durakladım. Adını bile unutmuştum o değerli öğretmenimin. Üzüldüm.
“Bilmiyorum Mert, ben ortaokuldan sonra yatılı okula gittim. Öğretmenim Bursa Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde uzun yıllar çalıştı sanırım. Bir daha görmedim.” Üzüntüm sesime yansıyınca konuyu değiştirdim. “Bana yardım edecek misiniz?”
“Ben varım öğretmenim,” diyerek hemen işe koyuldu Kaan.
On dakika içinde tören alanı tertemiz olmuştu. Eğer ders zamanı gelmeseydi diğer bölümlere de geçeceklerdi. Hızlarını alamamışlardı.
“Çok teşekkür ediyorum çocuklar, beni kırmadınız.”
“Öğretmenim, siz dediniz diye değil…” İlayda’nın sözünü Melissa tamamladı: Biz de içselleştirdik…”
“Sizinle gurur duyuyorum çocuklar!”
“Biz de sizinle, öğretmenim!” Nuray’dan ilk kez böyle bir söz duyuyordum. Demek ki çocuklarla yakınlaştıkça onlar da duygu ve düşüncelerini rahatça ifade edebiliyorlardı.
“Oyalanmayın, önce gidip ellerinizi yıkayın, geç kalmayın!” Arkalarından “Sizi çok seviyorum!” diye bağırırken onlar çoktan okula girmişlerdi.
*
‘Öykü tadında yaşanmışlık’ derler ya, aynen öyle geçmişti öğlen arası. Düşünmeden edemedim, öyküleştirmek istesem nasıl yazabilirdim bu ânı? Çöp toplamanın, çevre temizliği yapmanın ilginç bir yanı yoktu ki. Yazarlık konusunda kendime Sabahattin Ali’yi usta bellemiştim. Onun olay örgüsüne kattığı psikolojik derinlik ve öykülerinin şaşırtıcı sonla bitişi beni hep etkilemiştir. Seçtiği konular ne denli sıradan, gündelik şeyler olsa da yukarıda belirttiğim iki özellik, öykülerinde mutlaka bulunurdu… Yine de yazmak isterdim. İlayda, Melissa, Nuray, Mert ve Kaan’ın da içinde yer alacağı bir öykü, onlara verilebilecek çok güzel bir ödül olurdu.
Aynı günün akşamında, önemsiz bir olayın bile bazen sürprizle bitebileceğini öğrendim. Bayrak töreni için alana toplanmış, okul yöneticilerinin gelmesini bekliyorduk. Sınıf öğretmenleri öğrencilerini sıraya sokmuş, sınıflarının başındaydılar. Düzeni korumaya çalışıyorlardı. Öğrenciler uzun süre toplu halde hareket etmeden duramazlar; önce aralarında konuşmaya başlarlar, sonra düzeni bozarlardı. Baktım, benim sınıf da karışmaya başlıyor, hemen müdahale ettim. Bana kulak verirlerse kendi aralarında konuşmaz sırayı da bozmazlardı.
“Mellissa, İlayda; çöpleri toplamakla iyi yapmışız değil mi, bakın alan tertemiz?”
Kızları beklemeden sorumu Mert yanıtladı:
“Evet, öğretmenim!”
“Ne? Siz çöp mü topladınız?”
Kimin konuştuğunu anlayamadım. Alay edermişçesine sorulmuş bir soruydu. Mert’in de kızların da yüzü asılmıştı. Üzüldüm, kendime kızdım, ne diye bu konuyu şimdi açmıştım. Diğer öğrencilere kısacık sürede neyi, nasıl açıklayacaktım? Neyse ki yöneticiler geldi de bu can sıkıcı durumdan kurtuldum.
Kulaklarıma inanamadım. Böyle bir sürprizi hiç beklemiyordum. Bir hikayenin sonu ancak bu denli güzel bitebilirdi. Yöneticimiz elinde mikrofon öğrencilere konuşuyordu:
“Sevgili öğrenciler, şimdi sizin karşınıza beş arkadaşınızı çağıracağım. Onlar bugün bu alanı temizlediler, görevleri olmadığı halde yerlerdeki çöpleri topladılar. Onların sayesinde tertemiz bir alana toplanmış bulunmaktayız... Mellissa, İlayda, Nuray, Mert, Kaan; gelir misiniz yanıma çocuklar?”
Beşinin de yüzü al aldı, şaşkındılar. Bir bana bir yöneticiye bakıyorlardı. Kararsızdılar.
“Hadi, çekinmeyin, gelin…”
Okulun tüm öğrenci ve öğretmenlerinin karşısında coşkuyla alkışlanırken öğrencilerimin gözlerindeki gurur ve mutluluk görülmeye değerdi. Gözleri ışıl ışıldı… Benim de…
                                                        Mayıs 2020 / Kdz.Ereğli

  
 


10 Mayıs 2020 Pazar


Mert Eray, Adil Can, Ali Kerem,
Mustafa, Deniz, Egehan, Kaan,
Mehmet Eren ve Serkan;





ARKADAŞ CANLISI


Doğadaki canlanma, Bodrum’da baharın gelmesini beklemez; daha şubat bitmeden uyanış başlar. Aslına bakarsanız bahar Bodrum’dan hiç gitmez; başta, yöreye özgü meyveler olmak üzere her mevsim yeşil kalan ağaçlarla bezelidir Bodrum Yarımadası... Soğuklar derseniz bir ay ya hissedilir ya hissedilmez. En soğuk günlerde bile, güneş göründüğünde marina, kafeler, deniz kenarları güzel havanın tadını çıkaranlarla dolar…
Nisanın ortaları, her taraf ışıl ışıl, renkler daha bir berrak, hava hafiften esintili, güneş tam tepede, öğlen arası… Küçük bir futbol sahasında maç yapan çocukların cıvıltıları doğanın şenliğine eşlik ediyordu. Beşinci ve altıncı sınıf öğrencileri arasında kıran kırana geçen maçın seyircileri de en az, futbolcular kadar kendilerini oyuna kaptırmışlardı.
Futbol sahasının dört bir yanı yedi sekiz metre yüksekliğinde demir tel örgülerle çevriliydi. Seyircilerin maçı izleyecekleri alanlar yok denecek kadar azdı. Taç çizgilerinden biri demir tellere bitişikti, sahanın diğer kenarı ise bir metre genişliğinde ya vardı ya yoktu. Kale arkaları da aynıydı, sadece birinin arkasında durulabiliyordu. Futbolcularla saha kenarındaki çocukların çarpışması an meselesiydi, bazen oyunculardan biri hızını alamayıp kenardaki arkadaşlarının arasına dalıyordu. En komiği ise seyirci çocuklardan birinin, üzerine gelen topla sahaya dalıp karşı kaleye şut atmasıydı. Oyuncular bu tür hareketlere aldırmadan maça devam ediyorlardı.
Kalenin hemen yanında iki erkek öğretmen hem maçı izliyor hem de maç yorumcuları gibi futbolcular hakkında sohbet ediyorlardı. Sadece yorum yapmıyor, bazen kendilerini tutamayıp bir teknik direktör tavrıyla çocuklara taktikler veriyorlardı:
“Top nerede hepsi orada, biri boşa kaçsa, topu ona atsalar…”
“Ali Kerem topu ayağında çok tutma! Tek başına oynama! Deniz boşta, ona at!”
“Bizi duymuyorlar ki! Defansta kimse yok.” 
“Serkan! Geri gel, savunmayı bırakma!”
“Ali Kerem’in ayağına top yakışıyor, baksana kaç kişiyi çalımladı.”
“Kesin, ileride büyük bir futbolcu olur bu çocuk. Dersleri de iyi.”
“Bodrum’da bir kulübün altyapısında oynuyormuş.”
 “Adil Can da çok iyi, boyuna posuna bakmadan kendinin iki katı büyüklüğündeki rakibine nasıl da daldı…”
“Bunlar sahada böyleler, sınıfta sakinler…”
“Serkan’a baksana terden su içinde kalmış, bir ileri bir geri koşuyor.”
“Beşinci sınıflarda daha iyi oyuncular vardı, neden takımı böyle kurmuşlar?”
“Yemekhaneden erken gelenler takıma giriyormuş. Öğlen arası kısa, zaman kaybetmek istemiyorlar, maça hemen başlıyorlar.”
“Anladım; diğer zamanlarda oynama fırsatı bulamayan öğrenciler yemeklerini çabucak yiyip sahaya koşuyorlar…”
Beşinci sınıfların as futbolcularından Ali Kerem ve Adil Can “Biz onlara yeteriz!” deyip orada hazır bulunan arkadaşlarıyla takımı kurmuşlardı. Kaleye Mert Eray’ı almışlardı. Mert Eray “Ben kalecilikten anlamam, başka birini bulun,” dese de ısrarlar üzerine kaleye geçmişti. Kalede yerini alırken “Baştan söylüyorum, gol yersem bana kızmayın ama!” demişti.
Mert Eray, maç başlar başlamaz arka arkaya iki gol yedi. Hırsından ağlamaklıydı. Gözü saha içinde, kulakları kalenin yanında maçı izleyen öğretmenlerindeydi. Yediği son golden sonra, üzgün bir sesle “Öğretmenim ben basketçiyim, kaleci değilim, onları kıramadığım için kaledeyim…” dedi. Sesindeki mahcubiyetten yediği golleri kabullenemediği anlaşılıyordu.
Takımlar yedişer kişiden oluşuyordu. Kalecilerin dışındaki on iki çocuk bir o kalenin, bir bu kalenin önündeydiler. Topu çocukların arasından geçirip gol atmak imkansız gibi bir şeydi. Karşılıklı üçer gol atılmıştı. Maçın sonu yaklaşıyordu. Beşinci sınıflar altıncı sınıflara göre daha hırslıydılar. Galibiyet şansını yakalamanın coşkusuyla bastırıyorlardı. Karşı kaleye doğru topla giden Ali Kerem’e arkadaşları yalvarıyordu: “Pas ver! Pas ver!” Uyarılar üzerine Ali Kerem birden topa basıp çevresine bakındı. Sahanın sağ tarafında Adil Can’ı gördü. Topu sektirip Adil Can’a attı. Adil Can o küçücük gövdesiyle yaylanıp topa gelişine öyle bir vurdu ki top tel örgüleri aşıp dışarı kaçtı.
“Ne yaptın?”
“Koş, git getir!”
“Topu kaçıran alır…”
 Bağıran bağıranaydı. Öfkeden çok hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Şurada oynayabilecekleri üç dört dakikaları kalmıştı. Topu bulup getirene kadar ders başlayabilirdi. Adil Can koşarak sahadan çıkarken Mert Eray’a “Sen de gel,” dedi. Mert Eray arkadaşının isteğini ikiletmeden ağır adımlarla onun ardından yürüdü. Sahadaki çocuklar kendilerini yere atmış dinleniyorlardı. Seyirciler ise sahaya doluşmuşlardı. Koşanlar, hoplayanlar, alt alta üst üste yuvarlananlar halı sahayı panayır alanına çevirmişti...
Adil Can sahanın kenarından dolanıp bahçeye açılan kapıdan içeri girdi. Mert Eray daha bahçe kapısına gelemeden bir nöbetçi öğretmen onu durdurdu:
“Nereye gidiyorsun? Hadi içeri, ders başlıyor!”
“Öğretmenim…” Nöbetçi Öğretmen, Mert Eray’ın sözünü keserek daha gür bir sesle bağırdı. Lisede öğretmenlik yapan kadın öğretmenin sert mizacını tüm öğrenciler biliyordu. Hepsi ondan çekinirdi. İstemeyerek geri döndü, ama aklı da Adil Can’da kalmıştı.
Okul bahçesinde nöbet tutan öğretmenler arkada, öğrenciler önde okul binasına girerken Adil Can hâlâ bahçeden dönmemişti…
Mert Eray, sınıfa girer girmez pencerenin önüne koştu. Kaygılıydı. İçinden söylenip duruyordu. Aklına kötü şeyler geliyordu. Arkadaşını yalnız bırakmayacaktı. Başıboş köpeklerin bahçede gezindiklerini birkaç kez görmüştü. Ya Adil Can’a saldırmışlarsa… Kendini öylesine kaptırmıştı ki öğretmenin sınıfa girdiğini bile fark etmemişti. Adeta cama yapışmıştı. Onun bu hali öğretmenin dikkatini çekti:
“Mert, yerine otursana, ders başlayacak.”
“Öğretmenim, Adil Can dönmedi ona bakıyorum.”
“Anlamadım!”
“Top bahçeye kaçmıştı…” Boğazı düğümlendi. Sesi ağlamaklıydı.
“Ee?”
“Topu almaya bahçeye girdi, dönmeyince…”
Öğretmen “Git, bak bakalım” der demez, Mert Eray yerinden fırladı. Bu hareket hiç ona göre değildi. Onun salınarak ağırdan yürüdüğünü bilen arkadaşları Mert Eray’ın arkasından bakakaldılar. 
*
Adil Can bahçede topu ararken ayağı kaymış, yere düşmüş. Neyse ki kendini çabuk toparlamış, ama başı döndüğünden yerinden kalkamamış. Nefes almakta güçlük çekiyormuş. Bir ara boğulacağını sanmış. Bağırıp yardım da isteyememiş. Sesi çıkmıyormuş. Zaten bahçede ondan başka kimse de yokmuş; ağaçların altında, dışarıdan fark edilmesi de mümkün değilmiş. Çaresiz oturup beklemiş. Onun ifadesine göre korkmamış, korkacak bir şey yokmuş ki! Yorgunluk, halsizlik derken uykuya dalmış. Mert Eray’ın sesiyle uyanmış… Yine Adil Can’ın demesine göre bu olay iyi ki olmuş; bu yaşına değin bilmedikleri hastalığını öğrenmişler. Astımı varmış. Erken teşhis hastalığının ilerlemesini engelleyeceği gibi tamamen iyileşmesini de sağlayabilirmiş. Tüm bunları üç gün sonra okula dönen Adil Can’dan öğrendi arkadaşları. Tek kişilik sırasında bir ayağı yerde diğeri sandalyede, elleri çenesinin altındaki dizinde sakin bir şekilde anlatmıştı. Onun sırada oturuşu hep böyleydi. Bu haliyle büyümüşte küçülmüş bir adam edasındaydı. 
Asıl sıkıntıyı çeken, olayın etkisinden kurtulamayan Mert Eray’dı. Aradan onca zaman geçmesine karşın kendine gelememişti. Yüzü hiç gülmüyordu. Sakin, sessiz çocuk iyice içine kapanmıştı. Annesi, babası, öğretmenleri “Artık kendini üzme!” dedikçe, o aynı sözleri yineliyordu:
“Adil Can’ı yalnız bırakmamalıydım. Ya Adil Can’ın başına bir şey gelseydi! Baygınken bahçeye köpek falan girseydi,  ona saldırsaydı…”
“Bayılmamış, sen öyle sanmışsın…”
“Hayır, baygındı…”
“Tamam da senin bir kusurun yok, nerden bilebilirdin…”
“Bilmem gerekmez ki, orası ıssız yer, nöbetçi öğretmenden korkup okula döndüm…”
“Olaya iyi tarafından bak bir de; çocuğun rahatsızlığı varmış, bu olay sayesinde öğrendiler…”
“Daha kötü de olabilirdi…”
“Olmadı ama!”
Benzer konuşmalar hafta boyu sürdü gitti. Ta ki rehberlik öğretmeniyle yaptığı son konuşmaya değin:
“Mert, duyarlılığını anlıyorum, hepimiz seninle gurur duyuyoruz. Kötü bir olay yaşadığımızda elbette üzüleceğiz. Ama zamanı gelince de normal hayatımıza döneceğiz…”
“Öğretmenim, haklısınız, elimde değil…”
“Biz senin gibi düşünmüyoruz; annesi babası, hepimiz, iyi ki hastalığı bu şekilde açığa çıktı diyoruz…”
“Haklısınız, ama ya arkadaşlarım, onlar ne düşünüyor?”
“Adil Can’la konuştun mu? Asıl onun ne düşündüğü önemli.”
“Konuştum, üzülme, geçti dedi…”
“İyi işte!”
“Öğretmenim, benim davranışım arkadaşlığa sığar mı? Zor anında arkadaşımın yanında değildim.”
“Böyle şeyler herkesin başına gelebilir; kimileri senin gibi, olayı daha yoğun duygularla yaşar. Ancak zamanla etkisi geçer. Bu olayı yıllar sonra güzel bir anı olarak anımsayacaksın. Belki de unutacaksın.”
“Hayır, unutmam!”
“Böyle davranarak anneni, babanı, bizleri üzdüğünü hiç düşündün mü? En çok da Adil Can’ı üzdüğünü biliyor musun? O, bu olayı unutmaya çalışırken sen hep ona hatırlatıyorsun. Senin üzülmen onu da üzüyor. Onunla konuştum, sana üzüldüğünü söyledi…”
Bu sözler üzerine Mert Eray dolan gözlerini yere eğdi. Bir şeyler söylemek istedi, yutkundu, sesi çıkmadı.
“Sen arkadaş canlısı çok iyi bir çocuksun Mert; duyarlı ve iyi kalplisin, Adil Can da öyle… Şimdi git, arkadaşınla konuş, duygularını onunla paylaş.”
Mert Eray tam odadan çıkacakken, öğretmenine dönüp minnet dolu bir sesle “Çok teşekkür ederim,” dedi. 
*
Mayısın ilk günleriydi. Havalar iyice ısınmıştı. Çocukların sıcağa aldırdığı yoktu. Öğlen arasında beşinci ve altıncı sınıf öğrencileri halı sahada maç yapıyorlardı. Bu kez beşinci sınıfların takımı en iyi oyunculardan kuruluydu. Kalede Mustafa vardı. Elinde koca eldivenlerle arkadaşlarına güven veriyordu. Kaan ve Egehan geride, Deniz ve Mehmet Eren ortada, Adil Can ve Ali Kerem ileride oynuyordu.  Seyirciler saha kenarında ve kale arkalarında yerlerini almışlardı. Mert Eray, Mustafa’nın koruduğu kalenin yanında Serkan’la birlikte maçı izliyorlardı.  Arkadaşları, kaleye onun geçmesini istemişlerdi, ama o kabul etmemişti.
          “Mustafa çok iyi kaleci, o oynasın. Ben basketçiyim,” demişti…                                            
                                                       Mayıs 2020 / Kdz.Ereğli




 








11 Şubat 2020 Salı


HER ŞEYİN BAŞI SEVGİ

Altı yıl aradan sonra Bodrum’da özel bir okulda yeniden öğretmenliğe dönmüştüm. Okulun ilk günlerinde biraz tedirgindim. Okulun başındaki özel nitelemesinin etkisi fazlaydı bu tedirginliğimde. Yanıldığımı anlamam için bir aylık bir süre yetmişti. Çocuk her yerde çocuktu, yeter ki siz anlayışlı, hoşgörülü olun. Haa, bir de sabır gerekiyor, güler yüz gerekiyor... Kısacası sevgi gerekliydi. Hani derler ya “Her şeyin başı sağlık!” diye, ben buna sevgiyi de ekliyorum: Her şeyin başı sevgidir…  Yukarıda saydıklarıma mesleki tecrübeyi de eklerseniz gerisi kendiliğinden geliyor.
Öğrencilerimi hep sevdim, onlar da beni sevdiler, biliyorum. Çalışma hayatımdan emekliliğime kalan bundan daha büyük ödül olabilir mi? Bununla hep gurur duydum. Her zaman, övünçle “İyi ki öğretmen olmuşum,” dedim ve diyorum…
Bodrum’daki mesleki yaşamım iki yıl sürdü. Okuldan ayrılmadan önce beşinci sınıf öğrencilerime söz verdim, onlardan esinlendiğim öyküler yazacaktım. Sözümü tutmaktan büyük keyif alıyorum, çünkü yazarken ben de onlarla birlikte yaşıyorum öyküleri. Karakterleri yaratırken öyküde adı geçen öğrencilerimin özelliklerini, davranış ve tutumlarını yansıtmaya özen gösteriyorum. Onlardan beklentilerimi satır aralarına sıkıştırmayı da unutmadan…
*
Dördüncü sınıfların matematik öğretmenleri bendim. Ders programları on yıl önceye göre çok farklıydı. Konular azaltılmış ve basitleştirilmişti. Daha ilk günden karar vermiştim, eski ve yeni programı harmanlayıp birlikte uygulayacaktım. Öyle de yaptım, çocuklar kısa sürede bana uyum sağladılar. Yeni bir sınıfa girdiğimde ilk işim öğrencilerimi tanımak ve onların adlarını ezberlemektir. Dördüncü sınıflarda iki Zeynep vardı. Belki bu nedenle belki de ikisinin de matematiğe özel yetenekli olmaları nedeniyle adlarını çabucak ezberledim. Bu öykünün kahramanı Zeynep, adaşı okula bir yıl erken başladığından yaşça daha büyüktü.
Zeynep’i ilk fark edişim sorduğu bir soruyla oldu. Kırk yıllık bir matematik öğretmeni, kırkıncı yılında o güne değin duymadığı bir soruyla karşılaşınca elbette şaşıracaktı. Zeynep, bir problemin çözümünde takılmıştı. Daha doğrusu çözüm yoluna itiraz ediyordu. Tam tersinden sorular soruyordu. Sınıftaki diğer arkadaşları da ona yardım etmeye çalışıyorlardı. O hepsinden farklı düşünüyordu. Haklıydı da. Gerekçesini yinelerken “Ne yapayım, ben böyle düşünüyorum,” dercesine bakması çok hoştu. Alabildiğine sakindi. Yerinden kalkmadan sesini yükseltmeden “Ama öğretmenim…” diyerek savlarını sıralıyordu. Zeynep’i böyle keşfettim…
Üçüncü ayımızda Zeynep’in, diş doktoru olan annesi okul çıkışında yanıma geldi. “Hocam, Zeynep’e ne yaptınız? Kendini aştı, tutamıyoruz onu…” Fatma Hanım, konuşurken heyecanlıydı. Mutluluğu yüzüne vuruyordu. Ben bir şey yapmamıştım ki! Normal dersimi işlemiştim. Kırk yıldır bildiğim, izlediğim yöntemlerimi kullanmıştım. Deneyimlerimden çıkardığım bir sonuç vardı: Ergenlikten önce kız çocukları matematik dersinde erkeklerin gerisinde kalıyordu. Sayısal ortalamaya vurduğumuzda bu hep böyleydi. Tabii ki bu genellemenin dışında kalan çok zeki kız öğrencilerim hep olmuştur. Zeynep de bunlardan biriydi. Ben onun gelişimine ivme kazandırmış, var olan potansiyelini erkenden ortaya çıkarmıştım.
Çocukların eğitiminde en kritik aşama ergenliğe geçiş yıllarıdır. Bu evredeki çocuklara özen gösterilmelidir. Bireylerin yetenekleri yavaş yavaş netleşmeye başlar. Eğitimcinin en önemli görevlerinden biri de çocuğun sahip olduğu en baskın yeteneği bulup ortaya çıkarmaktır. Çoklu zeka mutlaka dikkate alınmalıdır…
Güzel geçirilen bir yılın ardından öğrencilerimizi mezun etmiştik. Beşinci sınıfta da Zeyneplerin matematik dersine ben girecektim. Öğrencilerimi çok sevmiştim. Birbirimize sevgiyle bağlanmıştık. Bir yıl daha onlarla olacağım için seviniyordum. Ne yazık ki bazı öğrencilerimiz başka okullara geçtiler. Zeynep de ayrılanlar arasındaydı. Özel nedenlerden dolayı iki arkadaşıyla birlikte Bodrum’daki başka bir özel okulu tercih etmişlerdi.
Onca yılın öğretmeni olsam da okullar açıldığında giden öğrencilerimin eksikliğine üzüldüm. Gözlerim hep onları aradı… Ne yalan söyleyeyim insan beklentiye giriyor, ben olsam gelip öğretmenimi ziyaret ederdim. Sanki yakınmalarımı Zeynep duymuştu, bir öğlen arası annesiyle birlikte beni ziyarete geldiler. Onu gördüğümde arkadaşlarıyla yumak halindeydiler. Özlem gideriyorlardı. Beni görünce onları bırakıp bana koştu. Daha ben kendimi toparlayamadan boynuma sarıldı. O an dünyanın en mutlu, en gururlu insanı bendim.
Ayaküstü konuştuk. Yeni okulunu anlattı. Ben de merak ediyordum, okula uyum sorunu çekmiş miydi? Diğer iki arkadaşının durumu nasıldı? Aynı sınıfta mıydılar?
“Öğretmenim, üçümüz de farklı sınıflara düştük. Sıkıntı yaşamadık. Ege, okulun satranç takımına girdi, kızlarda okulu o temsil ediyor. Bartu da basket antrenmanlarına başladı. Hemen kendilerini sevdirdiler.”
“E, ben hep söylerdim size, mutlaka bir hobi edinin diye. İnsanlarla kaynaşmanın en kolay yoludur…” Ege’yi satranca devam etmesi için özellikle teşvik etmiştim. Bartu ise sporun her dalına meraklıydı. Annesi, boyunun uzamasına faydası olur diyerek dördüncü sınıfta baskete yazdırmıştı onu. Maçlardaki hırsı görülmeye değerdi.
Kendisinden de söz etmesini söyleyince gülümseyerek anlattı.
“Sizden aldığım temel bana fazlasıyla yetti, öğretmenim. Matematikte kendimi gösterdim…”
Öğlen arası bitmek üzereydi, onun da okuluna dönmesi gerekiyordu. Bir kez daha sarmaş dolaş olup ayrıldık.
Uzun bir süre Zeynep’i göremedim. Beş ay sonraydı, annesi diş kliniğini Konacık’a taşımıştı. Fatma Hanım, kliniğin açılışına beni de davet etmişti. Açılışta bulunamadım. Üzüldüm tabii. Gitseydim mutlaka Zeynep’i de görürdüm. Kliniğe açılıştan iki hafta sonra gidebildim ancak. Şansıma Zeynep de oradaydı. Yine aynı coşkuyla kucaklaştık. Boyu uzamış tam bir genç kız olmuştu; ama gözlerindeki o masumca ışıltı aynen duruyordu. Hal hatır sormama kalmadan o, başından geçen bir olayı heyecanla anlatmaya başladı. Zeynep, çok konuşkan bir kız değildi. İlk kez onu böyle konuşurken görüyordum:
Bir hafta önce annesiyle akşamüzeri arabalarıyla evlerine gidiyorlarmış. Trafik sıkışıkmış. Bir kırmızı ışıkta durmuşlar. Önlerinde iki araba varmış, biri sarı yanarken devam etmiş diğeri durmuş. Işıktan kurtulmak isteyen aracın önüne bir köpek fırlamış. Sürücü köpeği kurtarmaya çalışmış, ama tamponun sağından köpeğe çarpmış. Çarpmasıyla köpek kaldırıma doğru savrulmuş. Tüm bunlar onların gözü önünde olmuş. Köpeğe çarpan araç hızla uzaklaşmış oradan. Köpeğin yolda kanlar içinde yatışı ve inlemeleri dayanılacak gibi değilmiş. Yeşil ışık yanınca Zeynep annesinden durmasını istemiş. Önlerindeki araç köpeğin yanından yavaşlayarak geçince annesi kararsız kalmış. Zeynep “Lütfen anne!” diye ısrar edince dörtlüleri yakıp arabayı kenara çekmiş Fatma Hanım. Tanıdık bir veterinere telefon etmişler. Veteriner gelene değin köpeğin başında beklemişler. On dakika sonra veteriner gelip yaralı köpeği götürmüş…
Zeynep anlatırken o anı yaşıyordu adeta. Gözleri sulanmıştı. Sesi ağlamaklı olunca sustu.
“Köpek kurtuldu mu?” diye sordum kaygıyla. Zeynep’in davranışlarından köpeğin öldüğünü düşündüm.
“Evet kurtuldu, öğretmenim. Bülent Amca’nın kliniği oraya yakındı, hemen geldi. Zaten çok iyi veterinerdir Bülent Amca. Köpeğin bakımını en iyi şekilde yaptı.”
“Aferin, benim kızıma!” dedim gururla. “Senden de böyle bir davranış beklerdim.”
“Hocam, kurtarmakla yetinse neyse, köpeği eve getirdi. Bahçede bakıyor.”
“Bülent Amca her akşam gelip kontrol ediyor.”
Klinikte bizden başka yaşlıca iki kişi daha vardı. Onlar da Zeynep’i överek kutladılar:
“Çok iyi etmişsiniz kızım, yapılan iyilikler karşılıksız kalmaz.”
Yaşlı adamın bu sözü üzerine olayın devamını da Fatma Hanım anlattı:
“Bülent Bey köpeği alıp götürdükten sonra biz de evin yolunu tuttuk. Ortakent’e doğru inerken birden trafik durdu. İleride bir kaza olmuş, dört beş araç birbirine girmişti. Trafik polisleri kontrollü bir şekilde trafiğin akışını sağlıyorlardı. Kaza yapan araçların yanından geçerken Zeynep fark etti. ‘Anne bak, kırmızı ışıkta önümüzde duran araç!’ diyerek yan yatmış aracı gösterdi. O anki duygumu ifade edemem. Elim ayağım boşaldı, ellerimle direksiyonu zor tutuyordum. Eğer durmayıp yolumuza devam etseydik biz de kazanın ortasında kalacaktık. Dedikleri gibi, verilmiş sadakamız varmış…”
“Ben demedim mi iyiliğinizin karşılığını görürsünüz, diye…” Adamın kendinden emin bu sözlerine Zeynep’in verdiği yanıt çok güzeldi.
“Ben karşılık beklediğim için iyilik yapmadım, içimden geldi!”
Başta yaşlı karı koca olmak üzere hepimiz susmuş Zeynep’e bakıyorduk. Tam Zeynep’e göre sözlerdi. Ben ondan böyle çıkışları çok duymuştum.
“Olsun, iyi etmişsiniz. Ne derler, iyilik et denize at…”
“Ben o anda bunları düşünmedim!”
Zeynep’i tanıyordum, aklı yatmamışsa doğru bildiğinden asla vazgeçmezdi. Onun üzülmesine izin veremezdim. Konuyu değiştirdim. Benim tecrübelerimle tespit ettiğim, ergenlikten önce kızlarla erkeklerin matematik yeteneklerindeki eşitsizliğin nedenlerini Louann Brizendine’nin Kadın Beyni adlı kitabından öğrenmiştim. Zeynep’in matematikteki başarısını anlatırken sözü bu kitaba getirdim: “Ünlü bir profesörün Kadın Beyni adlı kitabında okudum, ergenlikten önce kızların matematik ve bilime karşı yetenekleri erkeklere göre daha azmış. Kızlar ve erkekler ergenlik yaşlarına bastıklarında matematik ve bilim alanlarındaki kapasitelerindeki farklılıklar da ortadan kalkıyormuş...”
Konunun değişmesiyle klinikteki gergin hava da dağıldı. Öteden beriden konuşurken söz döndü dolaştı laik eğitime geldi…

       08.02.2020 / Kdz.Ereğli

 


23 Kasım 2019 Cumartesi


EMPATİ
-öğretmen sanatçıdır-





Kırk yıllık meslek hayatımın son günlerini yaşıyordum. Bir ay sonra okullar kapanıyordu. Önümüzdeki yıl çalışmayacaktım. Günler geçtikçe, ayrılık günü yaklaştıkça içimdeki hüzün de büyüyordu. Aslında bu duyguya alışkındım, ama her seferinde hiç yaşamamışçasına ayrılığın sancısını hissederdim. İki yıl daha çalışmayı planlıyorduk, eşimle kararlaştırmıştık; okuttuğu sınıfını dördüncü sınıftan mezun edene kadar Bodrum’da kalacaktık. Koşullar izin vermedi, buraya kadarmış dedik. Biraz üzgün, biraz buruktuk…
Öğrencilerimle elimden geldiğince daha fazla vakit geçirmeye çalışıyordum. Dersin bitiminde ağırdan alıp sınıftan hemen çıkmıyordum. Çocuklarla sohbet ediyorduk. Dersteyken birkaç dakikalık konuşmalar yapardım. “Sıra hayat dersinde!” derdim. Böyle anları öğrencilerim çok seviyordu. Hayat dersi dinlemeye doyamazlardı, hep anlatmamı isterlerdi. “Bugünlük bu kadar yeter, çocuklar!” deyip derse kaldığım yerden devam edecek olsam, itiraz ederler, “Lütfen, anlatın öğretmenim,” derlerdi. Sanmayın ki dersi kaynatmaya çalışıyorlardı. İçtenliklerine inanıyordum; çünkü dersin bitiminde dinlenmeye çıkmayıp tüm teneffüsü benimle geçirirlerdi.
Son günlerde öğlen aralarında sınıfta buluşmaya başlamıştık. Kürsünün etrafında en az beş altı öğrenci bulunuyordu. Akla gelmeyecek sorular soruyorlardı: “Beni benzettiğiniz eski bir öğrenciniz var mı?” “En çok sevdiğiniz ders hangisiydi?” “Çalışkan mıydınız?” Özellikle öğrencilik ve öğretmenlik anılarımı dinlemek istiyorlardı. Eski bir öğrencimi içlerinden birine benzetmem, benzetilen öğrenciyi mutlu ediyordu. O anda, geleceğiyle ilgili hayaller kurmaya başladığını yüzündeki gülümseyişinden anlıyordum…
Yine bir öğlen yemeğinden sonra sınıfa geldim. Kürsüye geçmemle öğrencilerim de etrafımı sardılar.
“Öğretmenim, sizce ben hangi mesleği seçmeliyim?” Soruyu soran Leyla’ydı. İki yabancı dil biliyordu. Birçok etkinlikte Almanca sunum yapmıştı. Sahneye yakışıyordu. Haliyle ona vereceğim yanıt belliydi.
“Sunucu…”
Sözümü bitirmemi beklemeden diğerleri araya girdi.
“Öğretmenim, ya ben?”
Hiçbirinin beklemeye niyeti yoktu. Ben de sırayla hepsine uygun bir meslek bulmaya çalıştım. Meslek seçimlerinde özen gösteriyordum. Hoşlanmadıkları, istemedikleri bir mesleğin adını duymak onları mutsuz edebilirdi.
“Sen, Tanem, avukat olursun.” Annesi avukattı. Yaşça ve boyca sınıfın en küçüğü idi. Gelip başını koltuğumun altına soktu.
“Sizi çok seviyorum öğretmenim,” dedi. Öyle çok sokulgan bir kız değildir, uzak dururdu benden. Bazen böyle, aniden yanıma gelip sevgisini ifade ederdi.
“Ben de seni çok seviyorum Tanem…”
Tanem’in en yakın arkadaşı Berra durur mu?
“Ya ben?”
“Sen en iyisi turizmci ol Berra…” Babasının Yahşi’de oteli vardı.
“Hakan, sen de çok iyi mühendis olursun…” Okula bu yıl gelmişti, matematiği çok iyiydi. Kürsüden uzaktaydı. Kızlardan fırsat bulamıyordu ki yanıma gelsin. Mahcup bir sesle teşekkür ederken çok hoştu.
“Deniz satranççı…” Okulun satranç takımındaydı Deniz. Satranç sayesinde onunla yakınlık kurmuştum. Satrancı sevdiğimi biliyordu. Birkaç kez de oynamıştık. Onu hep özendirmeye çalışırdım.
“Mustafa ile Egehan çok iyi futbolcu olurlar.” İkisi de sınıfın en yapılı öğrencisiydi. Egehan maçlarda kendinden geçerdi. Kan ter içinde kalırdı. Takım kaptanlığını hep Mustafa üstlenirdi, takımı o kurardı. Çok hırslıydı. Onlara futbolculuğu yakıştırmam ikisini de mutlu etti. Şakadan böyle söylediğimi, futboldaki başarılarını takdir ettiğimi anlamışlardı.  
Herkesten uzakta, sırasında, önündeki maketlerle uğraşan Güneş’i atlayamazdım.
“Güneş, sen merak etmiyor musun?”
Her zamanki gibi omuz silkti, hayır dercesine. Konuşmayı pek sevmezdi. Ağzından lafı cımbızla alırdım.
“Çocuklar, Güneş beni çok seviyor, değil mi?”
“Hayır, sevmiyorum!”
İki yıldır aramızda espri konusuydu. Dördüncü sınıftayken de dersine girmiştim. Derse katılmaz, başka şeylerle uğraşırdı. Dinlemiyormuş gibi görünürdü; ama kulağının bende olduğunu bilirdim. Sadece sınıf öğretmenini sevdiğini söylerdi. Bir gün ona “Güneş, seni çok seviyorum, sen de beni seviyor musun?” diye sormuştum. Tek kelimeyle yanıtlamıştı: “Hayır!” O günden sonra sevme/sevmeme, aramızda espri konusuydu.
“Çocuklar, Güneş’e bilim adamlığı yakışır,” dediğimde yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Çok zekiydi ve o da bunun farkındaydı.
Başından beri sınıfta dolanıp duran Ali Kerem kızları kenara iteleyerek yanıma sokuldu. O da okula bu yıl gelenlerdendi. Her dersin sonunda yanıma gelip “Bugün nasıldım?” diye sorardı. “Çok iyiydin,” yanıtını aldığında sevinçten havalara uçardı. Çok zekiydi, ama derslerde pek yerinde oturmazdı. Bu konuyu annesiyle konuştuktan sonra söz vermişti, derste sırasından ayrılmayacaktı. Sözünü tutmaya çalışıyordu, epey ilerleme göstermişti. O bilindik telaşıyla sorusunu yineliyordu:
“Ya ben? Ya ben? Ben!”
“Ya mimar ya da mühendis…”
“Teşekkür ederim öğretmenim.”
Yanıtını almıştı, duyması gerekenleri duymuştu, kürsünün önünü kızlara bırakabilirdi artık; öyle de yaptı. Onun boşalttığı yere Öykü geçti.  O da pek konuşkan değildi. Sınıfta iki Öykü vardı, o küçüğüydü. Onun merak ettiği benimle ilgiliydi:
“Öğretmenim, siz küçükken çalışkan mıydınız?”
“Yoo, çalışkan değildim, hatta tembeldim.” Bizim zamanımızda başarısız öğrenciler tembellikle nitelenirdi.
Birden hepsi dikkat kesildi. Duyduklarına inanamadıkları belliydi.
“İnanmayız öğretmenim!”
“Anlatayım öyleyse: İlkokul birinci sınıfta öğretmenim Arslan Beydi. Okumayı zor sökmüştüm. Babamın hatırına ikinci sınıfa geçirilmiştim sanırım. İkinci sınıfta, sınıfımız ikiye bölünmüştü, ben başka bir öğretmene düşmüştüm. Zihni Öğretmen okulumuza o yıl atanmıştı, kalan dört yılı onda okumuştum. Başarılı değildim, çarpım tablosunu bile zor ezberlemiştim. Ancak beşinci sınıfa geldiğimde kendimi göstermeye, derslerde söz almaya başlamıştım…”
“Öğretmenimin gözüne girmek için dersin dışında çok başka yollar deniyordum. Okulumuz kasabanın epeyce dışındaydı. Kasabaya götürülecek bir evrak ya da eşya olduğunda hemen öne atılırdım. Öğretmenim her seferinde beni gönderirdi; çünkü en kısa sürede gidip geleceğimi bilirdi. Okuldan çıktığımda uçardım adeta. Gidiş neyse de dönüşte yokuş yukarı çıkarken çok yorulurdum…”
“Öğretmeniniz sizi över miydi? Ne derdi size?”
“Överdi herhalde, anımsayamıyorum şimdi…”
Verdiğim yanıt onları pek tatmin etmemişti. Belleğimi zorlayınca bir mendil kapmaca oyununda “Aferin, bravo!” dediğini anımsadım.
“Evet, arada bir aferin alıyordum öğretmenimden.”
“Ya derslerde?” Soruyu yanıtlayamadan araya Tanem girdi.
“En sevdiğiniz ders neydi öğretmenim?”
“Bu da sorulur mu Tanem, tabii ki matematiktir.”
“Hayır, matematiği sevmezdim…”
“Aaa…” Hep bir ağızdan çıkmıştı hayret sesleri.
“Tarih dersini severdim. Hiç unutmam, beşinci sınıfta tarihten yazılı olmuştuk. Öğretmenimiz yazılı kağıtlarını sınıfta seslice okuyordu. Biz de, şimdi sizin yaptığınız gibi öğretmenimizin başına toplanmıştık. Sıra benim kağıdıma gelmişti. Okuduğu tüm yanıtlarım doğruydu. Yazdıklarım kitapla birebirdi, ayrıntılı yanıtlamıştım soruları. Öğretmenim puanlarımı topladı, sonuç dörttü. O zamanlar notlarımız beş üzerinden veriliyordu…”
“Yanlış mı toplamış öğretmeniniz?”
“Hayır, bilmediğim bir soruyu boş bırakmış, hiçbir şey yazmamıştım.”
“Öğretmeniniz ne dedi size?”
Soruyu hemen yanıtlayamadım. O güne gittim, her şey olduğu gibi gözümün önündeydi. Öğretmenimin sözleri, arkadaşlarımın bana bakışları, capcanlı anılarımdaydı. Öğretmenimin söyledikleri beni çok üzmüştü. Zaten’le başlayan bir cümle kurmuştu. Tümünü doğru bilemeyeceğimi, tam not alamayacağımı ima etmişti.
“Hatırlamıyorum…” Öğretmenimin sözlerini öğrencilerime söyleyemedim. Sesimden üzüntümü anladılar ama.
“Öğretmeninizi seviyor muydunuz?”
Duraksamadan yanıtladım.
“Tabii seviyordum. Şöyle anlatayım, bir babanın çocukları var, içlerinden biri haylaz, başarısız, baba ona sert davranır, belki sevgisini de belli etmez; ama onu sever yine de… Evlat da babasını sever…”
Susup çocukların yüzüne baktım, ikna olmamışlardı.
“Çok iyi bir öğretmendi, başarılıydı, müzik derslerinde sınıfa kemanıyla girerdi, çok güzel geçerdi derslerimiz. Bir piyeste bana da görev vermişti. Beni kazanmak için özen gösterdiğini sonradan anladım. Anlayacağınız üzerimde emeği büyüktür.”
“İyi öğretmenmiş…” Ali Kerem’di. Diğer çocuklar da ona katılınca sevindim. Öğretmenim hakkında güzel düşünmelerini istiyordum.
“Şimdi sıkı durun ve dinleyin; bugün yazıyorsam bunu Zihni Öğretmen’ime borçluyum…”
“Nasıl yani?”
“Son derslerimizde, zil çalmadan önce on beş dakika kadar bir romandan bölümler okurdu bize. Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe romanını okumuştu. Okuma saatlerini iple çekerdim. O zamanlarda radyoda ‘arkası yarın’ adlı bir program vardı, bir tiyatro oyunu radyoda canlandırılırdı. Çok sevilirdi. Öğretmenimizin okumalarını da ona benzetirdim.”
“Televizyon yoktu tabii…”
“Evet, yoktu… Öğretmenimi minnetle, saygıyla anıyorum hep…”
“Yaşamıyor mu?”
“Ne yazık ki yaşamıyor! Yıllar sonra onu Bursa’da bir durakta otobüs beklerken gördüm. Çiçeği burnunda bir öğretmendim. Yanına gidemedim, kendimi tanıtamadım… İçimden gelmemişti o an… O şekilde karşısına çıkarsam, ona nispet yaptığımı sanabilirdi. Böyle düşünmüştüm. Yanlış yaptığımı yıllar sonra anladım, öğretmenim benimle gurur duyardı, eminim…”
Sınıfta kısa bir sessizlik oldu. Çocukların bana bakışları çok hoştu, sanırım üzülmüşlerdi.
“Bakın ortaokul yıllarımı duyunca sevineceksiniz. Ortaokulda, sanki bana sihirli bir değnek değmişti, çok çalışkan bir öğrenci olmuştum. Hacı Kaya adında bir matematik öğretmenimiz vardı. Ders anlatırken bana bakardı, göz göze gelirdik, konuyu anlamak için gözlerimi ondan ayıramazdım. Yazılılarda, hep 10 üzerinden 10 alırdım, birinde 8 almıştım, ders boyunca ağlamıştım. Sınıfta çalışkan iki kız vardı, onlar 10 almışlardı…”
Az önceki üzüntülü hava gitmişti. Kızlarla erkekler arasında tartışma başlamıştı: “Kızlar daha çalışkandır!” “Hayır erkekler!” Bu anlamsız rekabette kızların benim yüzümden zor durumda kalmalarını istemediğimden araya girdim.
“Sanmayın ki yaramazlığı bıraktım, aynen devam ettiriyordum. Evde ders çalışmazdım, okulda teneffüs aralarında yapardım ödevlerimi. Derslerde bambaşka bir çocuğa dönüşürdüm. Öğretmenime odaklanırdım, sanırım başarımı buna borçluydum.”
“Matematik öğretmeninizi daha sonra gördünüz mü?”
“Hayır görmedim. Nereli olduğunu biliyordum, yıllar sonra arayıp telefonunu buldum. Onunla konuştum, özerimdeki emekleri için çok teşekkür ettim. Ne yazık ki beni hatırlamadı. Dersime sadece bir yıl girmişti.”
Kısa bir sessizlikten sonra başka sorulara geçtiler. İlk davranan Leyla’ydı.
“Lisede nasıldınız öğretmenim?”
“Orta halli bir öğrenciydim. Derslerimle sorunum yoktu, idare ediyordum. Sanata, spora daha çok zaman ayırıyordum. Çizdiğim karikatürler ve yazdığım kısa öykülerle bir duvar gazetesi çıkarıyordum.”
“Gazetenizin adı neydi?”
“Özgün!” Gazetemin adını coşkuyla söylemiştim. Bir an o günlere gitmiştim. Yüzümdeki gülücüğün çocukların gözünde yansıyışını fırsat bilip araya öğütlerimi sıkıştırdım: “Bir öğrenci sadece dersleriyle yetinmemeli; çok kitap okumalı, sanatla ilgilenmeli, tabii sporu da ihmal etmemeli.”
“Lisedeyken sevdiğiniz bir öğretmeniniz var mıydı?”
“Evet, matematik öğretmenim…” Gülerek sözümü kestiler.
“Şaşırmadık öğretmenim.”
“İnci Hanım iyi matematikçiydi, benim de matematiğim fena sayılmazdı. Onu başka bir özelliğinden dolayı seviyordum. Öğretmen adayıydım, okulu bitirince öğretmen olacaktım. Anadolu’nun uzak bir köyüne gidecek, köy çocuklarını eğitecektim. Bizler kalpleri vatan sevgisiyle dolu idealist öğretmen adaylarıydık.”
“Liseden sonra hemen öğretmen mi oldunuz?”
“Evet, on dokuz yaşında gencecik bir öğretmendim. O yaşlarda insan çok başka şeylere değer veriyor, çocuklar. Vatan sevgisi, eşitlik, adalet, doğruluk gibi kavramlar önceliğimizdi. Öğretmenler, öğrencilerine not verirken adaletli davranmak zorundadır. İnci Hanım, öğrencileri arasında ayırım yapmazdı. Ne yazık ki her öğretmen aynı duyarlılığı göstermezdi… Bir de İnci Hanım’ın Atatürkçü, demokrat, aydın kişiliğinden etkilenmiştim...”
“Öğretmenim sizin zamanınızdaki sorunlar çok başkaymış…”
Berra haklıydı, aradan kırk yıl, elli yıl geçmiş, her şey değişime uğramıştı… Aniden aklıma öğleden sonraki dersler geldi. Saatime baktım. Dersin başlamasına az kalmıştı. Çocuklar birer ikişer sınıfa giriyorlardı.
“İlkokuldan girdik liseden çıktık çocuklar…”
Konuşma bitmiştir demeye getirmiştim lafı. Hepsi zeki çocuklar tabii, hemen anladılar.
“Öğretmenim, öğrencilik hayatınızı roman özeti gibi anlattınız…”
“Sizce romanın ana fikri nedir?”
“Siz söyleyin öğretmenim, ders başlayacak birazdan.”
“Öğretmenlik bir sanattır, öğretmen de bir sanatçıdır. İyi bir öğretmen öğrencileriyle empati kurabilmelidir. Bir sorunla karşılaştığımda çocukluğuma giderim; ben olsaydım ne hissederdim, diye düşünürüm… Çocukluğunuzu hiç unutmayın. ”
Sınıf dolmak üzereydi. Geç gelenlerin tepkisi çok hoştu; “Kaçırdım mı, neden benim haberim olmadı, hiç aklıma gelmedi sınıfa geleceğiniz…” Yaman’la Ege’nin sınıfa girişleri ise tam onlara göreydi. Kapıyı açıp ikisi birden “Biz geldik!” diye bağırarak içeri dalmışlardı. Beni görünce öylece kala kaldılar.
“Dersimiz matematik mi?” İkisi aynı anda konuşmuştu. Sınıftan kahkahalar yükselince onlar da rahatladılar. Benim de başka bir sınıfa dersim vardı. Sınıftan çıkmadan önce tahtanın başına geçtim.
“Anlattıklarımın özetini tahtaya yazayım mı çocuklar?”
“Yazın öğretmenim!”
“Sabır ve Hoşgörü, Bilgi ve Deneyim, Empati ve Sevgi; Öğretmeni Sanatçı Yapan Özelliklerdir…”
          24.11.2019 / Akbük
(Öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmeye devam ediyorum. İçinde adlarının geçeceği öyküler yazacaktım. Adı geçenlerin karakterlerini elimden geldiğince vermeye çalışıyorum. Kitaplaştırıp bastırdığımda ileride onlar için hoş anı olacağına inanıyorum. Onlar benim meslek hayatımdaki tüm öğrencilerimin özetidir, onları çok seviyorum… Bu öykü kitabın sonunda yer alacak, bu nedenle bu öyküde ben de varım...)




16 Kasım 2019 Cumartesi


İKİ BUÇUK LİRA





Öğlen arasıydı, yemeğimi yemiş bahçeye çıkmıştım. Hava çok güzeldi. Nisan aynın yakıcı olmayan güneşine, Bodrum’un kendine özgü esintisi eşlik ediyordu. Nemden eser yoktu havada. Dupduru gökyüzü ışıl ışıldı. Yüksek ağaçların gölgelediği, içinde küçük bir dereciğin de bulunduğu yapay tabiat parkı dururken böylesine güzel havada öğretmenler odasına kapanamazdım. Ben de gereğini yaptım; bahçenin taş bölümünü hızla geçerek her zaman oturduğum banka geldim. Dereciğin üzerinde ağaçtan küçük bir köprü vardı. Çocukların bazıları bu köprüyü kullanmaz, karşıdan karşıya, atlayarak geçerlerdi. Bazen bunu oyuna çevirirlerdi. Asıl şenlik, bir çocuğun ayağı kayıp suya düştüğünde yaşanırdı. Ayakkabıları, paçaları su içinde kalan çocuk arkadaşlarının gülmelerine aldırmadan kaldığı yerden oyuna devam ederdi. Manzaranın en güzel ayrıntısı ise buranın gerçek sahipleri biziz dercesine derede yüzen ördeklerdi.    
Yemekhaneden çıkan öğrenciler geç kalmışçasına bahçeye koşuyorlardı. Üçü beşi bir araya gelip oyun kuruyordu. Ya da önceden yarım kalmış oyunlarına devam edeceklerdi. Onların bu halleri bana çocukluğumu anımsattı. Biz de teneffüslerde oyuna doyamaz, ders zili hiç çalsın istemezdik. Çocuk her devirde çocuk; aradan elli yıl da yüz yıl da geçse bu gerçek değişmeyecek… Bir an çok iddialı bir söz mü ettim diye kuşkuya kapıldım. Sorumu yine kendim yanıtladım: Oyun, yeme içme kadar ihtiyaçtır…
Benden beş altı metre uzakta, üç kız öğrenci çimenlerin üzerinde sırayla perende atıyordu. Perende atmak, köprü kurmak son aylarda okulda moda haline gelmişti. Özellikle kız öğrenciler koridorlarda, sınıflarda ya da bahçede birbirleriyle yarışırcasına bu hareketleri deniyorlardı. Sahra, Ayla ve Elif; üçü de öğrencimdi. İçlerinde jimnastiğe en yatkın olanı Sahra idi. Sahra, Elif ve Ayla’ya göre daha uzun ve ince yapılıydı. Birkaç kez koşarken görmüştüm onu, uzun bacaklarıyla arkadaşlarına fark atmıştı. Sahra’nın sene başında bir ders çıkışında söylediklerini unutamıyordum. Doğru olup olmadığını annesine de sormuştum. Doğruymuş, ilkokuldan mezun olunca İzmir’e taşınacaklarmış, ertelemişler. Sahra “Öğretmenim sizin için kaldık, beşinci sınıfta da sizinle olmak istedim...” demişti. Bir öğrencinin bakışlarındaki sevecenlik ve içtenlik, bir öğretmen için paha biçilmez bir değerdir. Kırk yıllık öğretmen de olsam böyle sözleri her duyduğumda yüreğim sevgiyle, coşkuyla kabarırdı…
Onları izlediğimi fark etmişlerdi, arada bir dönüp bana bakıyorlardı. Jimnastikçi öğrencilerimin bir izleyenleri daha vardı: Selen. Bizden altı yedi metre kadar ötede taş duvarın üzerinde oturuyordu. Yüzündeki ifade anbean değişiyordu. Arkadaşlarından biri kötü bir şekilde yere düştüğünde üzüntüsünü, başarılı bir atlayış yaptığında ise sevincini belli ediyordu. Bir an kalkıp Selen’in yanına gitmeyi düşündüm. Sonra hemen vazgeçtim, durup dururken keyfini kaçıracaktım. Aslında beni severdi, onunla boş derslerde ya da okul çıkışlarında özel olarak ilgileniyordum. Çekingen bir kızdı, ama yine de sevgisini bakışlarıyla hissettirirdi. Alabildiğine hassas ve duygusaldı… Ben de onu çok seviyordum.
Bahçe nöbetçisi öğretmen arkadaş bir elini havaya kaldırmış, ders vaktinin geldiğini çocuklara duyuruyordu. Onu gören üç arkadaş sırayla yan perendelerini atıp okula doğru koştular. Tam o anda Elif’in bir şey düşürdüğünü fark ettim, sanırım kağıt paraydı. Uçarcasına okula girmişlerdi. Elif’e seslenip de paranı düşürdün bile diyemedim. Ben diğer çocuklara bakarken Selen gelip parayı aldı. Sonra, o da diğer arkadaşlarının ardından okula koştu.
Selen’in parayı Elif’e vereceğinden emindim. Elif, Selen’i çok seviyordu. Sınıfta sıraları yan yanaydı. Elif, derslerde Selen’e yardım ederdi. Selen, tahtadaki bir yazıyı defterine geçirmekte geciktiğinde, Elif tamamlardı yazısını. Bir ders çıkışında Elif’i yanıma çağırıp sormuştum: “Selen’e yardım ederken sen de geri kalıyorsun, neden kendini zorluyorsun?” Verdiği yanıt çok hoştu. “İyilik etmeyi seviyorum, birilerine yardım etmek çok güzel bir şey; hem o çok temiz kalpli, hiç kimse hakkında kötü düşünmüyor…” Şimdi iyilik etme sırası Selen’deydi. Böyle bir fırsat yakaladığı için Selen adına sevindim.
Okulun merdivenlerinden çıkarken aklım çocukluğumdaydı. Sanırım sekiz yaşımdaydım, ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Az önce tanığı olduğum para düşürme olayının bir benzerini de ben yaşamıştım. Yarım asırdır unutmadığım, unutamadığım o olay benim için tatsız bir anıdır. Çocuk olmama karşın hâlâ içimi yakan pişmanlıktan kurtulmuş değilim. Okulun bahçesindeydik. Çevredeki köylerden de çocuklar gelirdi okulumuza. Sabah töreni için toplanmıştık. Boy sırasına girmiştik, yanımdaki arkadaş uzak bir köyden gelen bir çocuktu. Babasını yeni kaybettiğinden herkes ona ilgi gösteriyordu. Çocuğun elinde iki buçuk liralık demir para vardı. O zamana göre önemli bir paraydı, benim böyle bir paraya sahip olmam mümkün değildi. Tören bitiminde öğrenciler bahçenin dört bir yanına dağılmıştı. O sırada madeni bir ses duydum, o çocuk parasını düşürmüştü. Çakılların üzerinde yuvarlanan parayı gözlerimle takip etmiş, sonra kimseye görünmeden gidip almıştım. Ne yazık ki parayı götürüp sahibine vermemiştim. Selen’in benim gibi davranmayacağından emindim. Sadece Selen değil okulumuzda hiçbir öğrenci kendisinin olmayan parayı kabul etmezdi. Buldukları paraları ya nöbetçi öğretmene ya da yönetime verirlerdi. Ne zaman yerde sahipsiz bir para görsem, o çocuğun ağlayarak, parasını arayışı gözümün önüne gelir...
Önde Elif, arkasında Ayla ve Sahra koşarak merdivenlerden iniyorlardı. “Durun yavaş olun, düşeceksiniz, ne bu telaşınız çocuklar?” Sorumu Ayla yanıtladı. “Elif yüz lirasını düşürdü, onu aramaya gidiyoruz, öğretmenim…” Donup kaldım. Demek ki Selen parayı arkadaşına vermemişti. İçime sanki bir kor düşmüştü. Yok, mümkün değil desem de şüpheyi kafamdan savamıyordum. Üzüntüden midemin burkulduğunu hissettim, hep böyle tepki verirdi midem… Olumlu, olumsuz düşüncelerle boğuşup duruyordum: Belki Selen, paranın Elif’ten düştüğünü görmemişti… Arkadaşının parsını kaybettiğini duymuştur mutlaka… Şimdi anımsadım, okul müdürümüz törenlerden sonra çevre temizliği yaptırırdı, onun için bahçeye dağılmıştık. Bütün gün elim cebimde, avucumda iki buçuk liralık demir parayla dolaşmıştım. Parayı birkaç gün yanımda taşımıştım. Evdekilere de söyleyememiştim. O kadar büyük param hiç olmamıştı, nasıl harcayacağımı da bilmiyordum. Beş kuruş, on kuruş hadi bilemedin yirmi beş kuruştu harçlığım. Bir tek sinemaya giderken elli kuruş verirdi babam…
Dersim yoktu, öğretmenler odasında, bir ders boyunca düşündüm. Ne yapmalıydım? Elif için yüz lira büyük bir kayıp sayılmazdı. Ailesinin durumu çok iyiydi. Birkaç saat geçmeden unuturdu. Ya Selen? İleri de o da benim gibi üzülmeyecek miydi? Pişmanlığı içini yakmayacak mıydı? Öğretmen arkadaşlarla konuşmayı düşündüm, hemen vazgeçtim. En iyisi rehberlik öğretmeni Esin Hanım’a anlatmalı dedim içimden. O, Selen’i üzmeden mutlaka sorunu çözerdi… Bir yandan da çocukluğuma gidip geliyordu aklım. Ya okulda öğrencilerin üzeri aransaydı, para bende bulunsaydı; ne yapardım? Kesin adım hırsıza çıkardı. Onulmayacak yıkımlar yaşardım… O parayı sonunda evdekilere göstermiştim. “Bakın para buldum,” demiştim. Babam parayı benden almıştı… Evet, aldı ve bir daha da vermedi bana. Bu da içimde ayrı bir yaradır. O yaşımda üzülerek birçok şeyi sorgulamıştım…
Hiç kimseye duyurmayacaktım. Bir yolunu bulup sorunu ben çözecektim. Çocuğu üzmeden halletmenin mutlaka bir yolu vardı. Ancak, durum hiç beklemediğim bir şekilde alevlendi. Eliflerin sınıfa, derse girdiğimde Elif’i iki gözü iki çeşme ağlarken buldum. Sahra ve Ayla da üzüntülüydüler. Belki kendilerinden kuşkulanıldığını düşünüyorlardı. Elif’in hemen yan tarafında oturan Selen ise hiçbir şey olmamışcasına kendi âlemindeydi. Elif’i teselli etmeye çalıştım. Yatışacak gibi değildi.
“Öğretmenim, para hiç önemli değil, kendime kızıyorum, koca kız oldum, cebimdeki paraya sahip çıkamıyorum. Ben ne diyeceğim anneme?”
“Annen anlayışla karşılar, senin canın sağ olsun der.”
“Biliyorum… Para uçup gitmez ya öğretmenim, birisi bulmuştur mutlaka…”
Sahra ve Ayla’nın neden üzgün oldukları belli olmuştu.
“Belki gerçekten uçmuştur.” Ayla’ydı, sesi ağlamaklıydı. Oturduğu tek kişilik masasında hafiften boynunu bükmüş bana bakıyordu. Gözlerindeki masumiyetin güzelliği yüzüne yansıyordu. Arkadaş canlısı, duygusal bir kızdı. Ortaokula geçtiklerinde ilkokuldaki iki sınıfın öğrencileri karıştırılmıştı. İlkokulda dört yıl birlikte okudukları Zeynep’le ayrı sınıflara düşmüşlerdi. Çok üzülmüştü. Zeynep’le birlikte olabilmek için epey uğraşmıştı. Birkaç kez benimle de konuşmuş, benden yardım istemişti. Onu ikna edene kadar epey uğraşmıştım. 
“Evet, öğretmenim, hava rüzgarlı, rüzgar alıp götürmüştür.” Sahra’nın da Ayla’dan bir farkı yoktu. İkisine de üzüldüm, zan altında kalmak hiç hoş değildi.
“Öğretmenim, yanlış anlaşılmasın, arkadaşlarım üzülmesin, onların aldığı aklımdan bile geçmiyor…” Yeniden ağlamaya başlayınca daha fazla üstelemeden derse geçtim.
Dersimi işlerken aklımın bir yanı sürekli Selen’deydi. Ya sınıfta arama yaparlarsa, ya para onun üzerinde bulunursa… Bunun ihtimali bile kalbimin sıkışmasına yetiyordu. Böyle bir aramaya okulda kimse izin vermez, deyip birazcık rahatlayabildim. Ama iyimser halim çok sürmedi… Bu şekilde dersin biteceği de yoktu. En iyisi öğrenciler teneffüse çıkarken ağırdan alıp en sona kalmaktı. Bazen öğrenciler, ben sınıftan ayrılmadan kürsüye gelip benimle sohbet ederlerdi. Belki Selen kalkıp yanıma gelirdi. Konuşurdum onunla. Gelmedi, yerinden bile kalkmadı, defterinin üzerine eğilmiş bir şeyler yazıyordu.
Son dersler etüt saatleriydi. Öğrenciler bu saatte genelde ertesi günün derslerini yaparlardı. Bazen de test çözerlerdi. Son dersim yine Eliflereydi. Derste sözü, kaybolan paraya getirdim. “Elif’in gözyaşları beni çok üzüyor çocuklar. Parasını bulan keşke getirip verse…” Bir yandan da Selen’e bakıyordum. Oralı bile değildi o. Sanki beni duymuyordu. Çıkışa çok az zaman kalmıştı. Hâlâ hiçbir şey yapamamıştım. Selen’le konuşma fırsatı yaratmanın tek yolu onu ders çıkışında okulda tutmaktı. On on beş dakika yeterdi bana.
Selen’in yanına gidip başına dikildim. Eğilip kulağına, dersten sonra çalışalım mı, diye soracaktım. Bir türlü cesaretimi toplayamadım. O benden önce davrandı, kafasını kaldırıp defterini bana doğru tuttu.
“Bak öğretmenim, bunları ben yaptım,” dedi.
“Çok güzel Selen…” diyebildim. Tam o sırada kapı çalındı içeriye Esin Öğretmen girdi.
“Hocam, rahatsız ediyorum, ama mutlaka konuşmam gerekiyordu…”
Esin Öğretmen’in Selen’le bakıştıklarını fark ettiğimde kalbim heyecanla çarpmaya başladı. Biliyordum, Esin Öğretmen özenlidir, çocuğu üzecek bir şey yapmazdı; ama yine de kaygılanmıştım.  
“Hata bende hocam, öğleden sonra toplantıya girdim, ancak şimdi çıkabildim. Selen yüz lira bulmuş, bana getirmişti. Elif’inmiş…”
Sınıftaki tüm öğrenciler dönüp Selen’e baktılar. Benim gözlerim Elif’teydi. Tepkisini merak ediyordum. Yerinden kalkıp Selen’e sarıldı. Birden sınıfta müthiş bir alkış koptu. Çocukların o andaki sevinci görülmeye değerdi…
Derslik boşalırken Elif sessizce gelip yanıma sokuldu.
“Öğretmenim, ben size söylemiştim, Selen çok iyi kızdır…”
“Elif, sen de en az onun kadar iyisin. Seni çok seviyorum…”
10.11.2019 / AKBÜK
(Öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmeye devam ediyorum. İçinde adlarının geçeceği öyküler yazacaktım. Adı geçenlerin karakterlerini elimden geldiğince vermeye çalışıyorum. Kitaplaştırıp bastırdığımda ileride onlar için hoş anı olacağına inanıyorum. Onlar benim meslek hayatımdaki tüm öğrencilerimin özetidir, onları çok seviyorum…)

     



12 Ekim 2019 Cumartesi


ÜÇ İMZALI RESİM

 

Üç arkadaş hafta sonunu iple çekmişlerdi. Daha pazartesi gününden kararlaştırmışlardı, cumartesi öğleden sonra Irmaklarda buluşacaklardı. Planladıkları gibi saat on dörtte Öykü ile Defne, Irmakların evindeydiler. Onlar daha gelmeden Irmak’ın annesi mutfak masasını yiyeceklerle donatmıştı. Üç arkadaş masanın başına geçtiklerinde Seda Hanım da birinci sınıfa giden oğlunu alıp evden çıktı. Beşinci sınıf öğrencisi üç kafadar arkadaş kurabiyelerini, pastalarını yerken koyu bir sohbete dalmışlardı. Çocukluktan gençliğe adımın atıldığı bu yaşlardaki sohbetlerin tadı da bir başkaydı hani…  

Öykü, Irmak ve Defne beşinci sınıfa gidiyorlardı. Sınıflarının üç ayrılmaz arkadaşıydılar. Yemekhanede, bahçede ya da spor salonunda; hiç fark etmezdi, hep bir aradaydılar.  İlkokula başladıkları ilk günden beri bu böyleydi. Şanslarına ortaokula geçtiklerinde de aynı sınıfa düşmüşlerdi.

Üç arkadaşın en belirgin ortak yanları ne diye sorulduğunda verilecek tek yanıt vardı: sanat aşkı. Daha doğrusu resim… Aslında, Irmak ve Öykü’nün tutkusuydu resim. Defne onların hatırına resimle ilgileniyordu. Becerebildiği pek söylenemezdi. Zaten kendi de bunun farkındaydı. Onun amacı arkadaşlarından ayrı kalmamaktı.

Öykü, kara kalem çalışmayı seviyordu. Okulda ders aralarında, hatta bazen derste bile resim çizerdi. Daha çok çizgi roman tarzındaydı çalışmaları. İdeali ileride iyi bir çizgi romancı olmaktı. Bir de defilelerde boy gösteren modelleri çizmekten zevk alıyordu. Kendine özgü bir model tarzı geliştirmişti. Onlarca model resminin arasında onunkiler hemen ayırt edilirdi. Model kızların çoğu onun gibi gözlüklü ve uzun saçlıydı. Çizimlerinde o denli ustalaşmıştı ki bazen model kızların sevimli yüz hatlarını arkadaşları ona benzetirlerdi: Sessiz, sakin ve naifti. Bugüne değin onun biriyle tartıştığını gören olmamıştır… Öykü’nün bu özellikleri bir bakıma üç arkadaşın ortak özelliği idi…  Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, atasözü sanki onlar için söylenmişti… Öykü, ünlü ressamlardan Pablo Picasso’ya hayrandı…

Irmak, resim sevgisini annesinden almıştı. Annesinin desteğiyle suluboya ve yağlı boya resme yönelmişti. O da okuldayken Öykü gibi defterlerinin kenarlarını, boş yerlerini resimlerle dolduruyordu. Karikatür denemeleri vardı. Karikatürlerindeki kızların saçları kendininkiler gibi kabarık ve kıvırcıktı. Böyle yaparak çizgilerle kendini betimlemeye çalışıyordu. Benzetmekte hiç zorlanmıyordu; incecik bir kızın kafasına kıvırcık saçları kondurması yetiyordu. Okul çıkışında ve hafta sonlarında annesinin resim atölyesine gider, saatlerce oradan çıkmazdı. “Resimle uğraşmak beni çok mutlu ediyor” derdi sık sık. Şimdiden geleceğin başarılı sanatçısı olmaya adaydı… Odasının duvarları Salvodar Dali’nin eserleriyle doluydu…

Defne’nin tercihi hep manzara resimleriydi, doğa resmi yapmak kolayına geliyordu. Bebekliğinden beri ağaç, dağ, güneş ve bulut resimleri yapıyordu. İnsan resmi çizerken zorlanırdı. Öykü’nün çizgi romanlarının hareketli çocukları, onun resimlerinde heykele dönüşüyordu. Üzülüyordu. Bazen ağlamaklı olur, hırslanırdı. Böyle zamanlarda Öykü ya da Irmak ona yardım ederdi. “Üzülme, bak, kolunu şöyle, bacağını böyle yaptık mı tamamdır…” diyerek resmi birlikte bitirirlerdi… Sen hangi sanatçıyı çok seviyorsun diye sorduklarında Vincent van Gogh diyordu…

Bugün guvaj boya çalışmaları yapacaklardı. Karınlarını doyurup kocaman bir masaya dizilmişlerdi. Otuza kırk santim boyutlarında beyaz resim kağıtları önlerinde, kendilerinden geçmişlerdi. Irmak ve Öykü bir defilede podyuma çıkmış rengarenk giysiler içindeki kadınlı erkekli modeller üzerinde çalışıyorlardı.

Defne her zamanki gibi doğa resminde karar kılmıştı. Suyun önemini anlatmak için şöyle bir resim tasarlamıştı: Hava yağmurluydu. Gökyüzünde birkaç küçücük bulutun yanından güneş yeryüzüne gülümsüyordu. Kağıdın sağ üst köşesinde üç kuş kanat çırpıyordu. Üç kuş, üç arkadaşı simgeleyecekti. Dümdüz ovada yer yer küçücük göletler oluşmuştu. Göletlerin her birine güneşin yansıması düşmüştü. Ayçiçeğine benzeyen güneşler suda ışıl ışıldı. Üç kız arkadaşın kucakları topladıkları güneş çiçeklerle doluydu, üçü de çok mutluydu… Böyle güzel bir resme isim de konmalıydı: Yaz Yağmuru...

Büyülü bir an yaşıyorlardı: O anda, üç arkadaşın güzel enerjileri yayılıyordu odaya; sohbet vardı, emek vardı ve sanatın yaratıcı gücü vardı... Sadece resim yapmıyorlardı, kendilerini yeniden var ediyorlardı…   

Öykü ve Irmak resimlerini bitirip Defne’yi izlemeye başladılar. Onların bakışları altında fazla devam edemedi Defne, boyaları bırakıp arkasına yaslandı.

“Yok, ben bitiremeyeceğim. Zor konu seçtim. Bulutlar, güneş neyse de çocukları yapamıyorum,” dedi yorgun bir sesle.

Irmak ve Öykü aynı anda “Hayır!” diye bağırınca üçü birden gülmeye başladılar.

“Gerçekten güzel oluyor, devam et.”

“Öykü doğru söylüyor Defne, pes etmek yok!”

Defne bir süre daha uğraştıktan sonra bu kez ağlamaklı sesle “Yapamıyorum işte!” diyerek yerinden kalkıp odanın içinde hırsla birkaç adım attı. “Bana yardım eder misiniz? Bitirelim, ne olur…”

Üç arkadaş birlikte çok güzel iş çıkardılar. Resim tam Defne’nin tasarladığı gibi olmuştu. Üçü de çok beğenmişti. Renklerin uyumu da şahaneydi. Yağmurlu ama aydınlık bir doğa ve yaşamın kaynağı güneşin ve suyun çizgilerle betimlenişi mükemmeldi. Resmin sağ alt köşesine ismini yazarken Defne’nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu…

*

Aradan bir ay geçmişti. Bodrum genelinde “Küresel Isınma” konulu kompozisyon ve resim yarışması düzenlendiği duyurulmuştu öğrencilere. Okul, her iki daldan birer katılımcıyla temsil edilecekti. On günlük süre verilmişti. İsteyenler hem kompozisyon hem de resim dalında yarışmaya katılabileceklerdi. Tabii bizim üç kafadar hemen çalışmalara başlamıştı.

On gün dolmadan resimler ve yazılar, dosyalar içinde ilgili öğretmene teslim edildi. Diğer çocuklar Hale Öğretmenin atölyesine sırayla girip resimlerini teslim etmişlerdi. Üç arkadaş ise birlikte vermekte bir sakınca görmemişti. Birbirlerinden saklayacak bir şeyleri yoktu ki, onlar çok iyi arkadaştılar. Hale Öğretmen üçünün de resmini çok beğendi.

Hale Öğretmenin atölyesinden çıktıklarında Irmak’la Öykü öylece birbirlerine bakakaldılar. Şaşkındılar. Gözleriyle görmeseler inanamazlardı. Defne, üçünün birlikte yaptıkları resimle yarışmaya katılıyordu. Defne’ye bir şey diyemediler. Onunla göz göze gelmemek için başka şeylerle ilgileniyor göründüler. Suskunlukları derste de devam etti. Ders zili çaldığında iki arkadaş teneffüse çıkmadılar. Baş başa verip durum değerlendirmesi yaptılar.

“Hale Öğretmene söyleyelim mi?”

“Bilmem…”

“Önce Defne’yle mi konuşsak yoksa?”

“Ne diyeceğiz ona?”

“Söyleriz, resmi üçümüz birlikte yaptık, deriz.”

“Defne üzülür… Yok, ben söyleyemem, arkadaşlığımız bozulur…”

“Haklısın. Kendini kötü hisseder. Başkasının resmiyle yarışmaya katılmanın kopya çekmekten bir farkı yok…”

Sınıfta onlardan başka bir arkadaşları daha vardı; Ayşegül. İstemeyerek onlara kulak misafiri olmuştu. Her şeyi duymuştu. İki arkadaş olayın heyecanıyla seslerini yükselttiklerinin farkında bile değillerdi. Ayşegül’ün onları duyabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Ayşegül sırasından kalkıp yanlarına geldi.

“Kim başkasının resmiyle yarışmaya katılıyor?” diye sorunca ikisinin de yüzü sarardı.

“Yanlış anladın…”

“Biz kendi resimlerimizi konuşuyorduk…”

Benzer sözlerle Ayşegül’ün merakını gidermeye çalıştılar. Yardımlarına ders zili yetişince rahatladılar. Sorunu şimdilik geçiştirmişlerdi.

“Oh be kurtulduk!” dedi Irmak, derin bir nefes alarak.

“Evet…”

*

Hafta boyunca, yalnız kaldıkça aralarında tartışıp durdular. Bir türlü karar veremiyorlardı. Bir yanda arkadaşları Defne, diğer yanda sanatçı kişiliklerinin onay vermediği durum: emeğe saygı, dürüstlük, doğruluk… Neler konuşmadılar ki? Evdeki büyüklerine de açamıyorlardı konuyu. Günler hızla geçiyordu. Cuma günü bayrak töreninde kazanacak kişiler açıklanacaktı. O güne değin mutlaka soruna çözüm bulmaları gerekiyordu. Törende, tüm okulun önünde kazanan kişi duyurulduğunda Defne’yi nasıl kutlayacaklardı?

“Belki kazanamaz?”

“Çok güzel yapmıştık.”

“Üçümüz birlikte yapmıştık.”

“Ama düşünce ona aitti…”

“Doğru ya, eser onun sayılır.”

“Çocukları sen çizdin.”

“Suların içindeki ayçiçeklerine benzeyen güneşleri de sen canlandırdın…”

“Küçücük dokunuşlardı…”

Bu konuşmaların sonu gelecek gibi değildi. Cuma günü tüm okul salonda toplandığında yarışmaya katılan öğrencilerin kalpleri heyecanla çarpıyordu. Irmak ve Öykü’de ise heyecanın yanı sıra kaygı ve üzüntü de vardı.  Bayrak töreninden önce Hale Öğretmen kazananları açıklayınca büyük bir sürprizle karşılaştılar. Resim dalında kazanan altıncı sınıflardan bir öğrenciydi. Kompozisyon dalında ise birincilik Defne’nindi. İki arkadaş kulaklarına inanamıyordu.

“Sevgili öğrenciler, üç arkadaşınızın birlikte yaptığı bir resim daha var. Yönetmelik gereği tek kişinin yaptığı resim okulumuzu temsil edeceğinden Irmak, Öykü ve Defne’nin yaptığı resim değerlendirmeye alınmadı. Ama o resmi de ödüle değer bulduk. Arkadaşlarınızın resmini çerçeveletip okulumuzun en görünür yerine asacağız. Ayrıca sanat dergilerine de göndereceğiz… Arkadaşlarınızı kutluyorum…” Hale Öğretmen konuşmasını bitirdiğinde salon alkışlarla inliyordu…

*

Ayşegül dayanamayıp her şeyi Hale Öğretmene anlatmıştı:

“Öğretmenim size bir şey söylemek istiyorum, ama çok özel…”

“Seni dinliyorum Ayşegül…”

“Öğretmenim davranışımın doğruluğundan emin değilim, sanki arkadaşımı şikayet ediyormuşum…” Ayşegül konuşurken birden sustu. Pişman olmuştu. “Öğretmenim yapamayacağım, en iyisi siz Irmak’la Öykü’den öğrenin.”

“Ne soracağım onlara? Diyelim sordum, yine anlayacaklar kimden öğrendiğimi.”

Daha fazla uzatmadan duyduklarını bir bir anlattı Ayşegül.

“Öğretmenim ne olur benim adımı vermeyin onlara!”

“Bak Ayşegül, inan sen en doğrusunu yaptın. Kimse üzülmeden, kırılmadan olayı tatlıya bağlarsak, bu senin sayende olacaktır. İçini ferah tut… Öykü ile Irmak’a hiçbir şey demeyeceğim, onlar bilmeyecekler. Ben Defne’yle konuşacağım, anlayışla karşılayacaktır…”

Hale Öğretmen aynı günün öğlen arasında Defne’yle yarım saate yakın konuştu. Görüşme Hale Öğretmenin beklediğinden daha olumlu geçmişti. Defne, olayı yetişkin bir insanın olgunluğuyla karşılamıştı.

“Öğretmenim ben o resimle katılmanın yanlış olduğunu hiç düşünmedim. Resmin konusu tamamen bana aitti, yapılmasına yardım etti arkadaşlarım.”

“Sanat özneldir Defne. Yani kişiye özeldir. Sanatsal eser, yaratıcısının özünü yansıtır. Yansıtmalıdır da. Sanatçının duyguları, düşünceleri resimde şekil bulur…”

“Tamam da öğretmenim bulduğum konuyu onlar gibi resimle canlandıramıyorum…” Sesi titreyince susup başını önüne eğdi Defne. Gözleri doldu, ağlamaklıydı. “Arkadaşlarımı çok seviyorum, onları üzmek istemem…”

“Her bireyin kendine özgü yeteneği vardır, onlar resimde daha yetenekli olabilirler. Belki senin de başka bir sanata yeteneğin vardır.”

“Onlar benim arkadaşım, onlardan ayrı kalamam. Onun için resim yapmak istiyorum. Çok çalışınca başarabileceğimi söylüyorlar.”

“Elbette onlardan ayrı kalma, ama…” Hale Öğretmen heyecanla koltuğundan kalkıp Defne’nin yanına geldi. “Resmin konusunu sen düşünmüşsün. Konu gerçekten özgün, böylesine güzel düşünce üretebilmek de yetenek ister. Aklıma ne geldi biliyor musun?”

Defne umutla gözlerini Hale Öğretmene çevirdi. Kısık sesle “Ne?” diye sordu.

“Bu resimde anlatmak istediklerini öyküleştirebilirsin örneğin. Yazmayı hiç denedin mi?”

“Arada sırada yazıyorum öğretmenim… Ama… Yazım çok çirkindir… Biliyorsunuz, hâlâ bazı harfleri ters yazıyorum…”

“Olsun, okunabiliyorsa sorun yok demektir. Akşama eve gidince oturup yaz, aklına ne geliyorsa, dilediğin şekilde yazabilirsin. Duygularını aktarmaya çalış… Yarına yetiştirebilirsen komisyonda değerlendirmeye alabiliriz. Yaptığın resme Irmak’la Öykü’nün adını da koyacağım, ama yarışma dışı kalacak.”

“Üç imzalı resim olur mu öğretmenim?”

“Olmaz mı? Hem üç imzalı resim giriş koridorunda herkesin ilgisini çekecektir.”

“Asacak mısınız? Gerçekten mi?” Defne sevinçle yerinden kalkıp Hale Öğretmene sarıldı.

“Sonuçlar açıklanana kadar kimseye söylemeyeceksin! Aramızda sır!”

“Tamam, öğretmenim…”

Defne aynı günün gecesinde arkadaşlarıyla ortaklaşa yaptıkları resmi ve resmin hikayesini yazdı…

 08.10.2019/ Kdz.Ereğli