4 Nisan 2019 Perşembe


KEDİCİK

 

Servisten indiği anda ondaki telaşı ve tedirginliği hemen fark etmiştim. Bir eliyle beslenme çantasına sıkı sıkıya sarılırken, diğer eliyle neredeyse boyu kadar olan çantasını çekiştiriyordu. Peşinden sürüdüğü çantanın tekerlekleri arada bir kaldırım taşlarına takıldığında öfkeyle geriye dönüp söyleniyordu. Onu uzaktan gören biri köpeğini gezdirdiğini sanabilirdi. Bana yaklaştığında gözlerini benden kaçırarak daha da hızlandı.

Çocukların servislerden indiği yerden, okulun bahçesine üstü kapalı genişçe bir bölmeden geçiliyordu. Okulun lojmanında kalan öğretmenler, Bodrum’un değişik yerlerinden gelenlere göre daha erkenciydiler. Bunlardan biri de bendim. Sabahları burada dikilip öğretmen arkadaşlara ve öğrencilere günaydın demekten büyük keyif alıyordum. Özellikle çocukların uykulu ve telaşlı hallerine bayılıyordum. Suratı asık ya da başı önünde yürüyen çocuklara takılmadan edemezdim. Çok sık laf attığım öğrencilerden biri de Derin’di. Ama bu sabah benimle ilgilenmeye pek niyeti yoktu. Baktım, selamsız sabahsız yanımdan yürüyüp geçecek, önünü kestim.

“Günaydın prenses! Ne bu acelen?”

“Günaydın öğretmenim!” Mahcup gözlerini benden kaçırarak yürümeye devam etti.

“Bugün de çok şıksın.”

“Teşekkür ederim…”

Anlaşılmıştı, bana pas vermeye niyeti yoktu. Israr etmedim, bıraktım, geçti. Koşarak okul binasına girdi. Derin, dördüncü sınıfa gidiyordu. Sınıfın en miniklerindendi. Hani derler ya, büyümüş de küçülmüş, aynen öyleydi. Alabildiğine nazik ve saygılıydı. Onu diğer çocuklardan ayıran en belirgin özelliklerden biri de başına taktığı taçlarıydı. Taçlarında mutlaka kedi resmi bulunuyordu. Sadece tacında yoktu kedi resimleri; beresinde, kazağında, hatta eldivenlerinde bile görmek mümkündü. Bu nedenle de arkadaşları ona “Kedicik” diyorlardı. Böyle çağrılmaktan hoşnuttu. Ama ben ona prenses demeyi yeğliyordum. Hiç itiraz etmeden prensesi de kabullenmişti. Bakışlarından anlıyordum memnuniyetini.

Emekliliğimin altıncı yılında yeniden öğretmenliğe başlamıştım. Kırk yıla yaklaşan meslek yaşantımda özel okul tecrübem yoktu. Göreve başlayalı üç aya yakın zaman geçmişti. Ben öğrencilerime, onlar bana alışmıştı. Dördüncü ve beşinci sınıfların matematik derslerine giriyordum. Aramızda gelişen sevgi bağı mükemmeldi. Ne yalan söyleyeyim işimin bu denli kolay olacağını ummuyordum. Özel okul çocukları şımarıktır diye bir yargı vardır. Ben bu süre içinde, ne şımarıklıklarını gördüm, ne de diğer çocuklardan farklılıklarını. Adı üstünde çocuk… Yerine göre afacan, yerine göre yaramaz ya da uslu… Ve hepsi saygılıydı…

İlk iki dersim Derinlerleydi. Sınıfa girer girmez gözüm onu aradı. Derin’in masası, o kısacık boyuna karşın en arkadaydı. Hemen yanındaki sırada da Evin oturuyordu. Narin yapılı, düz siyah saçlı, sürekli gülümseyen bir kızdı Evin. Derin’le çok iyi arkadaştılar. Birkaç kez onları ayırmak istedim, her defasında beni ikna edip yerlerinde kaldılar. Sınıf öğretmenleriyle de konuştum. O da başaramadı. İkisinin yerini değiştirmek için başka öğrencilerin de düzenini bozmamamız gerekecekti. Sonunda yerlerinde kaldılar.

Beni tanıyan öğrencilerim bilir, her sorduğum sorunun çözümünü kontrol ederim. Ya çocuklar kürsüye yanıma gelirler ya da ben onların sırasına giderim. Bugün, Derin’in yanına her gidişimde yüzünün kızarmasına, heyecanına bir anlam veremiyordum. Evin’in de ondan geri kalır yanı yoktu. Gizli işler çeviren, yaramazlık yapan çocukların tedirginliği vardı ikisinde de.

“Derin, bir sıkıntın mı var kızım?”

“Hayır öğretmenim.”

“Hasta mısın yoksa?”

“İyiyim…”

Heyecanı sesine de yansıyordu. Evin’e sorsam ondan da bir yanıt alamayacağımı biliyordum. En iyisi Ezel’e sormaktı. Ezel, bu yıl gelmişti okula. Ailesi İstanbul’dan Bodrum’a taşınmıştı. Okulda yeni oluşumuz ikimizin ortak yanıydı. İlk günlerdeki çekingenliğini o da benim gibi tez atlatmıştı. Derste defterini kontrol ederken kısa sohbetlerimiz oluyordu. “Sen de yenisin ben de; birbirimize destek olalım Ezel,” diyerek omzuna elimi koyduğum ilk günü unutamam; gözlerindeki ışıltı görülmeğe değerdi. Minnetle sevgiyle bakmıştı bana. Arkadaşlarına alıştıktan sonra bambaşka bir Ezel olmuştu. Hareketliydi, yerine göre yaramazdı. Hani hep derler ya hiperaktif, aynen öyleydi. “Bu yönün de bana benziyor Ezel, ben de senin gibiydim,” dediğimde keyifle gülümsemişti. Sanırım dayanışmamız meyvesini vermişti; okul başkanlığı seçimlerinde başarılı bir tanıtım çalışmasından sonra seçimi kazanmıştı. Dersin sonuna doğru kulağına fısıltıyla ondan istekte bulundum.

“Başkan,” dedim gülümseyerek. Özellikle her seferinde başkanlığını vurguluyordum. Hoşuna gidiyordu. Sadece gözleri değil çilleri de gülümsüyordu sanki. Kızıl saçları ve çilleri için duyduğu iltifatlardan memnundu.

“Efendim öğretmenim.”

“Derin’in bir sorunu var sanırım, bana söylemiyor. İlgilenirsen sevinirim.”

“Tamam öğretmenim!” Ne istediğimi ikiletmeden anlamıştı.  

O günkü derslerim bitmişti. Öğretmenler odasında otururken aklım hep Derin ve Evin’deydi. Teneffüslerde dışarı çıkıp onlara bakıyordum. Dördüncü sınıfların derslikleri öğretmenler odasının karşısındaydı. Bahçedeki çocukların arasında onları göremeyince sınıflarına gittim. Kapıdan içeri baktım. Beni görünce ikisi de heyecanlandılar. Yanlarına gitmekten son anda vazgeçtim. Durup dururken çocukları rahatsız etmenin bir âlemi yoktu!

Öğlen yemeği, çay, kahve derken çocukları unuttum. Zaten önemli bir şey olduğunda öğretmen arkadaşlar da ilgilenirlerdi. Boş derslerde öğretmenler odasındaki sohbetin tadını tüm öğretmen arkadaşlar bilirler. Sohbetin ve ortamın güzelliği sadece sorunlarımızı unutturmaz, yorgunluğumuzu alır, enerjimizi yeniler… Yalnız kaldığımda ise genellikle kütüphaneye çıkıyordum. Öğleden sonraki ikinci derse girildiğinde odada iki kişi kalmıştık. Diğer arkadaş bilgisayarının başında ertesi günün ödevlerini hazırlıyordu. Sıkıldım, kalkıp dışarı çıktım. Bahçede turlarken Derin’in annesinin telaşla geldiğini gördüm. O an kendime çok kızdım. Mutlaka önemli bir şey vardı ve ben gereğince ilgilenmemiştim.

“Nergiz Hanım hoş geldiniz!” diyerek kadıncağızı karşıladım. Nefes nefeseydi. Endişesi gözlerinden okunabiliyordu.

“Derin, kedisiyle gelmiş okula…” Kesik kesik konuşuyordu. “Dün ona bir yavru kedi aldık. O da bugün, bizden habersiz kediyi okula getirmiş... Müdüre Hanım aradı… Nil Hanımla konuştuk…” Yürürken telaşı sesine yansıyordu.

Birlikte yöneticinin odasına geçtik. Odada Derin’le Nil Hanım karşılıklı oturuyorlardı. Derin sessizce ağlıyordu. Kucağında minik bir kedi vardı. Yavrucağız Derin’in ellerinin arasında mışıl mışıl uyuyordu. İkisi birlikte çok güzel görünüyorlardı. Gidip Derin’e sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bundan sonraki yaşananları anlatmama gerek yok. Sadece, sohbetimizin küçücük bir kısmından söz etmek istiyorum. Nil Hanım ve Nergiz Hanıma dönerek “Derin sevincini arkadaşlarıyla paylaşmak istemiş. Hoş görmeliyiz onu,” dediğimde, o âna değin hiç konuşmayan Derin, sözlerime itiraz etti: “Hayır öğretmenim, Evin’den başka kimseye göstermedim. Onu evde yalnız bırakamadım…” Verdiği yanıta ne diyebilirdik? Anlayışla karşıladık… Nergiz Hanım da çok sakin ve sevecen yaklaştı kızına. Anne kız arasındaki sevgiyi ve sevginin odaya yaydığı enerji hissedebiliyordum. Nergiz Hanım’ın Yalıkavak’ta kliniği vardı. Randevulu hastaları varmış, fazla oyalanmadan dönmesi gerekiyormuş. Derin gönülsüzce kediciğini annesine teslim etti. Annesi okuldan ayrıldıktan sonra Derin’i sınıfına ben götürdüm.

Kapıdan içeri girerken hâlâ ağlıyordu.

“Mutlu musun Evin? Sana güvenmiştim… İspiyoncu…” Hızla sırasına gitti, öfkeyle sandalyesine oturdu. Bugüne değin onu hiç böyle görmemiştim.

“Ben kimseye bir şey demedim…” diyebildi Evin. Ayakta dikiliyordu. Benimle göz göze geldiğinde o da ağlamaya başladı. Sınıfta sadece onların iç çekişleri duyuluyordu. Çocukların hepsi başını çevirmiş suspus onları izliyordu. Öğretmen arkadaş “Ne yapacağız?” dercesine bana bakınca durumu düzeltme görevinin bana düştüğünü anladım.

“Bu böyle olmayacak, siz ikiniz benimle gelin,” dedim. İkisinden de yanıt alamadım. Derin, sıranın üzerine yatmış, başını kollarının altına almıştı. Arada bir kafasını kaldırıp Evin’e “Sevin!”, “Mutlu ol!” diye bağırıyordu. Evin ise üzgün gözleriyle “Bana haksızlık ediyor öğretmenim,” derken ağzından ancak “Hayır!” sözcüğü çıkabiliyordu. Savunmasız ve şaşkındı. Çocukların bu tür anlaşmazlıklarını çok gördüm, ama ilk defa kendimi çaresiz hissediyordum. Sakinleşmeleri mümkün değildi. Eğer teneffüs vakti gelmeseydi bu böyle devam edecekti.

Diğer çocuklar dışarı çıktılar, içeride sadece Derin’le Evin kaldı. Artık susmuşlardı. Sadece iç çekişleri duyuluyordu. Öğretmen arkadaşla sınıftan çıkarken gözüme koridorda, duvar dibinde bekleyen Ezel takıldı. Gözleri nemli, yüzü kıpkırmızıydı. Belki saçlarının renginden dolayı böyle algılamıştım. Dikkatlice bakınca benimle konuşmak istediğini anladım.

“Ezel, bana bir şey mi söyleyeceksin?”

Ayaküstü kısaca anlattı. Ona verdiğim görevi hakkıyla yapmış! Teneffüslerde, öğlen arasında hep onları izlemiş. Öğlen yemeğinden sonra, Derin ve Evin’in okulun arka tarafına geçtiklerini görmüş. Derin kucağındaki beslenme çantasını sıkı sıkıya tutuyormuş. Kuşkulanmış onlardan.

“Çantadan kediyi çıkardılar. Sevdiler, beslemeye çalıştılar. Ama kendi mutsuzdu…” Sesi cılızlaşınca sustu, başını öne eğdi.

“Mutsuz olduğunu nasıl anladın Ezel?”

“Durmuyordu, yiyeceklere dokunmuyordu, kaçmak istiyordu. Küçücüktü kedi…” Gözlerinin nemi iki damla yaş olup çillerinin üzerinden aktı. Pişmanlık duyduğunu anladım o anda.

“Sonra…”

“Yavrunun akşama kadar çantada kalmasını istemedim… Acıdım yavruya… Onları uyarsaydım, kabul etmeyeceklerdi. Sizi aradım, sizi bulamayınca müdüre hanıma söyledim…”

“Anlaşıldı Ezel, sen doğruyu yapmışsın. Şimdi onlarla da konuşalım.”

“Ama öğretmenim, Derin beni suçlayacak, bana darılacak…”

“Sen merak etme ben ikna ederim onu.”

Son dersleri resim atölyesindeydi. Resim öğretmeni arkadaştan izin alıp onları atölyeye göndermedim. Dördümüz rehberlik odasında bir araya geldik. Rehber öğretmenin de yardımıyla olayı tatlıya bağladık. Derin önce tepkiliydi, konuştukça yatıştı.

“Sen hayvanları çok seviyorsun, bu çok güzel bir özellik. Ama sevgimizi doğru bir şekilde ifade etmeliyiz. Yavru kediyi okula getirmen, üstelik annenden babandan izin almadan, doğru değildi. Ayrıca saatlerce küçücük bir çantada yavruyu kapalı tutmak da yanlıştı. Hayvanların da duyguları var, onlar da hisseder; korkar ve tedirgin olabilirler. Seni bu şekilde daracık bir yere kapatsak doğru olur mu? Onun acı çekmesini en çok sen istemezsin, değil mi?”

“Evet, öğretmenim; ama Ezel…”

“Empati nedir biliyor musunuz çocuklar?” Soran bakışlarla bana baktıklarını görünce sorumu ben yanıtladım. “Karşımızdaki kişinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmek için kendimizi onun yerine koyarız. Böylece doğru kararlar vermemiz kolaylaşır. Empati sadece insanlar arasında kurulmaz, bizler hayvanlarla da empati kurmalıyız. Onlar da korkarlar, acı çekerler… Anladınız mı?”

Üçü de anladık dercesine başını salladı.

“Ezel’i suçlama Derin, o da kendince doğru yaptı; yavrunun acı çektiğini düşündü ve bizlere durumu bildirdi. Hem sen de Evin’i haksız yere suçladın… Evin de empati yapınca seni anlayacaktır…” Sırayla gözlerine baktım, bakışlarındaki ışıltı umut vericiydi. “Sizin çok iyi anlaştığınızı, çok iyi arkadaş olduğunuzu biliyorum. Nerdeyse bu güzel arkadaşlığınıza zarar verecektiniz.”

“Haklısın öğretmenim…” Derin’in sesinin tınısındaki üzgün ifade Evin’in ve Ezel’in bakışlarında duyguya dönüştü. Derin’e göstermek istedikleri sevgilerindeki tedirginliği görünce sevecen bir ılıklık içime aktı. Üçünün arasındaki hüzünlü havayı dağıtmak bana düşüyordu.

“Şimdi birbirinize sarılın, hem de sımsıkı. Yıllar sonra bugün yaşananları mutlulukla anımsayacaksınız. Her aklınıza geldiğinde yüreğinizdeki güzelliği, sevgiyi ve arkadaşlığı duyumsayacaksınız. Çocuklarınıza anlatacağınız ders niteliğindeki anılar sizin en değerli hazinenizdir… Tamam mı?”

“Tamam, öğretmenim!”

Üçü birden bana sarıldılar, sıkıca kucakladım onları…

(27.03.2019 / Kdz.Ereğli)

(Öyküyü yazıp bitirdikten sonra 27 Martın Derin’in doğum günü olduğunu öğrendim. İlginç bir tesadüf!..)