KEDİCİK
Servisten indiği anda ondaki telaşı ve tedirginliği
hemen fark etmiştim. Bir eliyle beslenme çantasına sıkı sıkıya sarılırken,
diğer eliyle neredeyse boyu kadar olan çantasını çekiştiriyordu. Peşinden
sürüdüğü çantanın tekerlekleri arada bir kaldırım taşlarına takıldığında
öfkeyle geriye dönüp söyleniyordu. Onu uzaktan gören biri köpeğini gezdirdiğini
sanabilirdi. Bana yaklaştığında gözlerini benden kaçırarak daha da hızlandı.
Çocukların servislerden indiği yerden, okulun
bahçesine üstü kapalı genişçe bir bölmeden geçiliyordu. Okulun lojmanında kalan
öğretmenler, Bodrum’un değişik yerlerinden gelenlere göre daha erkenciydiler.
Bunlardan biri de bendim. Sabahları burada dikilip öğretmen arkadaşlara ve öğrencilere
günaydın demekten büyük keyif alıyordum. Özellikle çocukların uykulu ve telaşlı
hallerine bayılıyordum. Suratı asık ya da başı önünde yürüyen çocuklara takılmadan
edemezdim. Çok sık laf attığım öğrencilerden biri de Derin’di. Ama bu sabah
benimle ilgilenmeye pek niyeti yoktu. Baktım, selamsız sabahsız yanımdan
yürüyüp geçecek, önünü kestim.
“Günaydın prenses! Ne bu acelen?”
“Günaydın öğretmenim!” Mahcup gözlerini benden kaçırarak
yürümeye devam etti.
“Bugün de çok şıksın.”
“Teşekkür ederim…”
Anlaşılmıştı, bana pas vermeye niyeti yoktu. Israr
etmedim, bıraktım, geçti. Koşarak okul binasına girdi. Derin, dördüncü
sınıfa gidiyordu. Sınıfın en miniklerindendi. Hani derler ya, büyümüş de
küçülmüş, aynen öyleydi. Alabildiğine nazik ve saygılıydı. Onu diğer çocuklardan
ayıran en belirgin özelliklerden biri de başına taktığı taçlarıydı. Taçlarında
mutlaka kedi resmi bulunuyordu. Sadece tacında yoktu kedi resimleri; beresinde,
kazağında, hatta eldivenlerinde bile görmek mümkündü. Bu nedenle de arkadaşları
ona “Kedicik” diyorlardı. Böyle çağrılmaktan hoşnuttu. Ama ben ona prenses
demeyi yeğliyordum. Hiç itiraz etmeden prensesi de kabullenmişti. Bakışlarından
anlıyordum memnuniyetini.
Emekliliğimin altıncı yılında yeniden öğretmenliğe
başlamıştım. Kırk yıla yaklaşan meslek yaşantımda özel okul tecrübem yoktu. Göreve
başlayalı üç aya yakın zaman geçmişti. Ben öğrencilerime, onlar bana alışmıştı.
Dördüncü ve beşinci sınıfların matematik derslerine giriyordum. Aramızda
gelişen sevgi bağı mükemmeldi. Ne yalan söyleyeyim işimin bu denli kolay
olacağını ummuyordum. Özel okul çocukları şımarıktır diye bir yargı vardır. Ben
bu süre içinde, ne şımarıklıklarını gördüm, ne de diğer çocuklardan farklılıklarını.
Adı üstünde çocuk… Yerine göre afacan, yerine göre yaramaz ya da uslu… Ve hepsi
saygılıydı…
İlk iki dersim Derinlerleydi. Sınıfa girer girmez
gözüm onu aradı. Derin’in masası, o kısacık boyuna karşın en arkadaydı. Hemen
yanındaki sırada da Evin oturuyordu. Narin yapılı, düz siyah saçlı, sürekli
gülümseyen bir kızdı Evin. Derin’le çok iyi arkadaştılar. Birkaç kez onları
ayırmak istedim, her defasında beni ikna edip yerlerinde kaldılar. Sınıf
öğretmenleriyle de konuştum. O da başaramadı. İkisinin yerini değiştirmek için
başka öğrencilerin de düzenini bozmamamız gerekecekti. Sonunda yerlerinde kaldılar.
Beni tanıyan öğrencilerim bilir, her sorduğum sorunun
çözümünü kontrol ederim. Ya çocuklar kürsüye yanıma gelirler ya da ben onların
sırasına giderim. Bugün, Derin’in yanına her gidişimde yüzünün kızarmasına,
heyecanına bir anlam veremiyordum. Evin’in de ondan geri kalır yanı yoktu.
Gizli işler çeviren, yaramazlık yapan çocukların tedirginliği vardı ikisinde
de.
“Derin, bir sıkıntın mı var kızım?”
“Hayır öğretmenim.”
“Hasta mısın yoksa?”
“İyiyim…”
Heyecanı sesine de yansıyordu. Evin’e sorsam ondan da
bir yanıt alamayacağımı biliyordum. En iyisi Ezel’e sormaktı. Ezel, bu yıl
gelmişti okula. Ailesi İstanbul’dan Bodrum’a taşınmıştı. Okulda yeni oluşumuz
ikimizin ortak yanıydı. İlk günlerdeki çekingenliğini o da benim gibi tez
atlatmıştı. Derste defterini kontrol ederken kısa sohbetlerimiz oluyordu. “Sen
de yenisin ben de; birbirimize destek olalım Ezel,” diyerek omzuna elimi koyduğum
ilk günü unutamam; gözlerindeki ışıltı görülmeğe değerdi. Minnetle sevgiyle
bakmıştı bana. Arkadaşlarına alıştıktan sonra bambaşka bir Ezel olmuştu.
Hareketliydi, yerine göre yaramazdı. Hani hep derler ya hiperaktif, aynen
öyleydi. “Bu yönün de bana benziyor Ezel, ben de senin gibiydim,” dediğimde
keyifle gülümsemişti. Sanırım dayanışmamız meyvesini vermişti; okul başkanlığı
seçimlerinde başarılı bir tanıtım çalışmasından sonra seçimi kazanmıştı. Dersin
sonuna doğru kulağına fısıltıyla ondan istekte bulundum.
“Başkan,” dedim gülümseyerek. Özellikle her seferinde
başkanlığını vurguluyordum. Hoşuna gidiyordu. Sadece gözleri değil çilleri de
gülümsüyordu sanki. Kızıl saçları ve çilleri için duyduğu iltifatlardan
memnundu.
“Efendim öğretmenim.”
“Derin’in bir sorunu var sanırım, bana söylemiyor.
İlgilenirsen sevinirim.”
“Tamam öğretmenim!” Ne istediğimi ikiletmeden anlamıştı.
O günkü derslerim bitmişti. Öğretmenler odasında otururken
aklım hep Derin ve Evin’deydi. Teneffüslerde dışarı çıkıp onlara bakıyordum.
Dördüncü sınıfların derslikleri öğretmenler odasının karşısındaydı. Bahçedeki
çocukların arasında onları göremeyince sınıflarına gittim. Kapıdan içeri
baktım. Beni görünce ikisi de heyecanlandılar. Yanlarına gitmekten son anda
vazgeçtim. Durup dururken çocukları rahatsız etmenin bir âlemi yoktu!
Öğlen yemeği, çay, kahve derken çocukları unuttum.
Zaten önemli bir şey olduğunda öğretmen arkadaşlar da ilgilenirlerdi. Boş
derslerde öğretmenler odasındaki sohbetin tadını tüm öğretmen arkadaşlar bilirler.
Sohbetin ve ortamın güzelliği sadece sorunlarımızı unutturmaz, yorgunluğumuzu
alır, enerjimizi yeniler… Yalnız kaldığımda ise genellikle kütüphaneye
çıkıyordum. Öğleden sonraki ikinci derse girildiğinde odada iki kişi kalmıştık.
Diğer arkadaş bilgisayarının başında ertesi günün ödevlerini hazırlıyordu. Sıkıldım,
kalkıp dışarı çıktım. Bahçede turlarken Derin’in annesinin telaşla geldiğini
gördüm. O an kendime çok kızdım. Mutlaka önemli bir şey vardı ve ben gereğince
ilgilenmemiştim.
“Nergiz Hanım hoş geldiniz!” diyerek kadıncağızı
karşıladım. Nefes nefeseydi. Endişesi gözlerinden okunabiliyordu.
“Derin, kedisiyle gelmiş okula…” Kesik kesik konuşuyordu.
“Dün ona bir yavru kedi aldık. O da bugün, bizden habersiz kediyi okula
getirmiş... Müdüre Hanım aradı… Nil Hanımla konuştuk…” Yürürken telaşı sesine
yansıyordu.
Birlikte yöneticinin odasına geçtik. Odada Derin’le
Nil Hanım karşılıklı oturuyorlardı. Derin sessizce ağlıyordu. Kucağında minik
bir kedi vardı. Yavrucağız Derin’in ellerinin arasında mışıl mışıl uyuyordu.
İkisi birlikte çok güzel görünüyorlardı. Gidip Derin’e sarılmamak için kendimi
zor tuttum. Bundan sonraki yaşananları anlatmama gerek yok. Sadece,
sohbetimizin küçücük bir kısmından söz etmek istiyorum. Nil Hanım ve Nergiz
Hanıma dönerek “Derin sevincini arkadaşlarıyla paylaşmak istemiş. Hoş
görmeliyiz onu,” dediğimde, o âna değin hiç konuşmayan Derin, sözlerime itiraz
etti: “Hayır öğretmenim, Evin’den başka kimseye göstermedim. Onu evde yalnız
bırakamadım…” Verdiği yanıta ne diyebilirdik? Anlayışla karşıladık… Nergiz
Hanım da çok sakin ve sevecen yaklaştı kızına. Anne kız arasındaki sevgiyi ve
sevginin odaya yaydığı enerji hissedebiliyordum. Nergiz Hanım’ın Yalıkavak’ta
kliniği vardı. Randevulu hastaları varmış, fazla oyalanmadan dönmesi gerekiyormuş.
Derin gönülsüzce kediciğini annesine teslim etti. Annesi okuldan ayrıldıktan
sonra Derin’i sınıfına ben götürdüm.
Kapıdan içeri girerken hâlâ ağlıyordu.
“Mutlu musun Evin? Sana güvenmiştim… İspiyoncu…” Hızla
sırasına gitti, öfkeyle sandalyesine oturdu. Bugüne değin onu hiç böyle
görmemiştim.
“Ben kimseye bir şey demedim…” diyebildi Evin. Ayakta
dikiliyordu. Benimle göz göze geldiğinde o da ağlamaya başladı. Sınıfta sadece
onların iç çekişleri duyuluyordu. Çocukların hepsi başını çevirmiş suspus
onları izliyordu. Öğretmen arkadaş “Ne yapacağız?” dercesine bana bakınca
durumu düzeltme görevinin bana düştüğünü anladım.
“Bu böyle olmayacak, siz ikiniz benimle gelin,” dedim.
İkisinden de yanıt alamadım. Derin, sıranın üzerine yatmış, başını kollarının
altına almıştı. Arada bir kafasını kaldırıp Evin’e “Sevin!”, “Mutlu ol!” diye
bağırıyordu. Evin ise üzgün gözleriyle “Bana haksızlık ediyor öğretmenim,” derken
ağzından ancak “Hayır!” sözcüğü çıkabiliyordu. Savunmasız ve şaşkındı. Çocukların
bu tür anlaşmazlıklarını çok gördüm, ama ilk defa kendimi çaresiz
hissediyordum. Sakinleşmeleri mümkün değildi. Eğer teneffüs vakti gelmeseydi bu
böyle devam edecekti.
Diğer çocuklar dışarı çıktılar, içeride sadece
Derin’le Evin kaldı. Artık susmuşlardı. Sadece iç çekişleri duyuluyordu. Öğretmen
arkadaşla sınıftan çıkarken gözüme koridorda, duvar dibinde bekleyen Ezel
takıldı. Gözleri nemli, yüzü kıpkırmızıydı. Belki saçlarının renginden dolayı
böyle algılamıştım. Dikkatlice bakınca benimle konuşmak istediğini anladım.
“Ezel, bana bir şey mi söyleyeceksin?”
Ayaküstü kısaca anlattı. Ona verdiğim görevi hakkıyla
yapmış! Teneffüslerde, öğlen arasında hep onları izlemiş. Öğlen yemeğinden sonra,
Derin ve Evin’in okulun arka tarafına geçtiklerini görmüş. Derin kucağındaki
beslenme çantasını sıkı sıkıya tutuyormuş. Kuşkulanmış onlardan.
“Çantadan kediyi çıkardılar. Sevdiler, beslemeye
çalıştılar. Ama kendi mutsuzdu…” Sesi cılızlaşınca sustu, başını öne eğdi.
“Mutsuz olduğunu nasıl anladın Ezel?”
“Durmuyordu, yiyeceklere dokunmuyordu, kaçmak istiyordu.
Küçücüktü kedi…” Gözlerinin nemi iki damla yaş olup çillerinin üzerinden aktı.
Pişmanlık duyduğunu anladım o anda.
“Sonra…”
“Yavrunun akşama kadar çantada kalmasını istemedim…
Acıdım yavruya… Onları uyarsaydım, kabul etmeyeceklerdi. Sizi aradım, sizi
bulamayınca müdüre hanıma söyledim…”
“Anlaşıldı Ezel, sen doğruyu yapmışsın. Şimdi onlarla
da konuşalım.”
“Ama öğretmenim, Derin beni suçlayacak, bana darılacak…”
“Sen merak etme ben ikna ederim onu.”
Son dersleri resim atölyesindeydi. Resim öğretmeni arkadaştan
izin alıp onları atölyeye göndermedim. Dördümüz rehberlik odasında bir araya
geldik. Rehber öğretmenin de yardımıyla olayı tatlıya bağladık. Derin önce
tepkiliydi, konuştukça yatıştı.
“Sen hayvanları çok seviyorsun, bu çok güzel bir
özellik. Ama sevgimizi doğru bir şekilde ifade etmeliyiz. Yavru kediyi okula
getirmen, üstelik annenden babandan izin almadan, doğru değildi. Ayrıca
saatlerce küçücük bir çantada yavruyu kapalı tutmak da yanlıştı. Hayvanların da
duyguları var, onlar da hisseder; korkar ve tedirgin olabilirler. Seni bu
şekilde daracık bir yere kapatsak doğru olur mu? Onun acı çekmesini en çok sen
istemezsin, değil mi?”
“Evet, öğretmenim; ama Ezel…”
“Empati nedir biliyor musunuz çocuklar?” Soran
bakışlarla bana baktıklarını görünce sorumu ben yanıtladım. “Karşımızdaki
kişinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmek için kendimizi onun yerine koyarız.
Böylece doğru kararlar vermemiz kolaylaşır. Empati sadece insanlar arasında
kurulmaz, bizler hayvanlarla da empati kurmalıyız. Onlar da korkarlar, acı
çekerler… Anladınız mı?”
Üçü de anladık dercesine başını salladı.
“Ezel’i suçlama Derin, o da kendince doğru yaptı; yavrunun
acı çektiğini düşündü ve bizlere durumu bildirdi. Hem sen de Evin’i haksız yere
suçladın… Evin de empati yapınca seni anlayacaktır…” Sırayla gözlerine baktım,
bakışlarındaki ışıltı umut vericiydi. “Sizin çok iyi anlaştığınızı, çok iyi
arkadaş olduğunuzu biliyorum. Nerdeyse bu güzel arkadaşlığınıza zarar verecektiniz.”
“Haklısın öğretmenim…” Derin’in sesinin tınısındaki üzgün
ifade Evin’in ve Ezel’in bakışlarında duyguya dönüştü. Derin’e göstermek
istedikleri sevgilerindeki tedirginliği görünce sevecen bir ılıklık içime aktı.
Üçünün arasındaki hüzünlü havayı dağıtmak bana düşüyordu.
“Şimdi birbirinize sarılın, hem de sımsıkı. Yıllar
sonra bugün yaşananları mutlulukla anımsayacaksınız. Her aklınıza geldiğinde
yüreğinizdeki güzelliği, sevgiyi ve arkadaşlığı duyumsayacaksınız. Çocuklarınıza
anlatacağınız ders niteliğindeki anılar sizin en değerli hazinenizdir… Tamam
mı?”
“Tamam, öğretmenim!”
Üçü birden bana sarıldılar, sıkıca kucakladım onları…
(27.03.2019 / Kdz.Ereğli)
(Öyküyü yazıp bitirdikten sonra 27 Martın Derin’in
doğum günü olduğunu öğrendim. İlginç bir tesadüf!..)