16 Mart 2019 Cumartesi


KAR GÜNEŞİ

 

Gece yarısı aniden bastıran kar, aralıksız yağmaya devam ediyordu. Duracağa da benzemiyordu. Kar kalınlığı şimdiden yarım metreyi geçmişti. Bir zamanlar bu bölgenin en büyük köylerinden biri olan Yavuzköy bembeyaz kar örtüsünün altında kaybolmuştu adeta. Burayı görenler bilir, bu bölgenin güzelliği dillere destandır. İrili ufaklı onlarca dağ tepe ve onları çevreleyen yüksek sıradağlar; dağların eteklerine kurulu köyler ve en güzeli de bu köyleri koynuna almış ormanlar…

Yavuzköy eğimli bir arazi üzerindeydi. Köyün sırtlarından başlayan eğim Değirmenler’de son buluyor, oradan tekrar tatlı bir yükseltiyle Düzenli’ye doğru kıvrılıyordu. Düzenli Köyünden öteye hiçbir şey görünmüyordu. Yılın on ayında beyazlarla kaplı sıradağlar kara teslim olmuştu şimdi. Hani derler ya ‘Göz gözü görmüyor!’ tıpkı öyleydi. Doğadaki tek hareket, tek kıpırtı havada oradan oraya savrulan iri kar taneleriydi.

Ardahan’dan gelip Şavşat’a inen Artvin-Kars illerinin bağlantısını sağlayan yolun kenarında, armut ağacının altındaki durakta, iki yaşlı yolcu Ardahan’dan gelecek servisi bekliyordu. Tahtadan yapılmış durağın tek sağlam yeri oturağıydı. Yanları ve üstü açıktı.  Alışkanlıkla gelip bu eski durağa sığınmışlardı. On dakikadır araç bekliyorlardı, ne bir gelen ne de bir giden vardı. Köyün ilçe merkeziyle ulaşımını sağlayan minibüsler kar nedeniyle bugün çalışmıyordu. Mecburen Ardahan’dan gelecek sabah servisine kalmışlardı. Topçigil Mahallesindeki evlerinden buraya inmeleri de hiç kolay olmamıştı. Her zaman kullandıkları patika yolu izlemişlerdi sözde. Önde Topuz Dede, arkada Bulunmaz Nene, düşe kalka, bata çıka bayır aşağı yuvarlanırcasına inmişlerdi yola. İkisinin de sesi çıkmıyordu. Moralleri bozulmuştu. Oysa Bulunmaz Nene sabah ezanıyla kalkmış, önce namazını kılmış sonra da çayı demlemişti. Hiç aceleleri yoktu, nasılsa minibüs gelip evlerinin önünden alacaktı onları.

Minibüslerin değil Merkez’e inmeleri, evlerin önünden çıkmaları bile mümkün değildi. Minibüsçü arayıp haber verince yürüyerek şoseye kadar inmeye karar vermişlerdi. Topuz Dede’ye kalsa evden dışarı adımını atmazdı. Ama Bulunmaz Nene, “Daha önce bizi kapımızdan minibüs mü alıyordu herif? Ne çabuk bey oldun?” diyerek kestirip atmıştı. Kimse onu yolundan çeviremezdi. Trabzon’a hastaneye gideceklerdi. İkisinin de gözlerinden şikayeti vardı. Son zamanlarda Bulunmaz Nene’nin ağrıları artınca Trabzon’da bir hastanede hizmetli olarak çalışan yeğenleri onlara doktordan randevu ayarlamıştı. Bulunmaz Nene yeğeniyle pazarlık etmişti; “Üç gün kalabiliriz, üçüncü günden sonra beni orada tutamazsınız,” demişti telefonda. Yeğeni de “Üç gün bile sürmez!” diyerek Bulunmaz Nene’yi rahatlatmıştı. Ahırda iki ineği ve danaları vardı. Komşuları bakacaktı onlara. Bu karda kıyamette komşularına fazla yük olmak istemiyordu.

Topuz Dede yan gözle eşine baktı. Yaşlı kadın soluk soluğaydı. Paltosu belden aşağı kara bulanmıştı. Belki şimdi vazgeçer umuduyla bir kez daha denedi şansını:

“Kız! Hiç iyi etmedik yola çıkmakla. On dakikadır ne gelen var, ne giden; yollar kapalı herhalde!”

“Bu işin artık geriye dönüşü yoktur herif, boşuna konuşma!”

“Kız Bulo, bir gün de beni dinlesen, inadından vazgeçsen…” Topuz Dede mırıldanırcasına söylendiğinden Bulunmaz Nene duymadı onu.

Topuz Dede yolda bir ileri bir geri yürüyordu. Arada bir duruyor karları tekmeliyor, bastonuyla önünü açıyordu. Canı çok sıkkındı. Bulunmaz Nene küçük sırt çantasını önüne almış, duraktaki oturağa ilişmişti. Başına sardığı şalı beyaza bürünmüştü. Arada bir başını kaldırıp altmış yıllık kocasına bakmasa canlı olduğu bile anlaşılmazdı.

Topuz Dede yıllarca emniyette bekçi olarak çalışmıştı. Seksenli yılların ortalarında emekliye ayrılmıştı. Memuriyetinin son yılları sıkıntılı geçmişti. O yıllarda ülke sağcılar solcular diye ikiye bölünmüştü. Oğulları solcuydu. Bu nedenle o da 12 Eylül cuntasından payına düşeni almıştı! Oysa darbe haberini aldığında çok sevinmişti. Çocuklarının başına bir iş gelmeden kardeş kavgasına son verilecekti. Geceleri yastığa başını huzur içinde koyacağını umut ediyordu. “Çok şükür birinin bile burnu kanamadan anarşiden kurtulduk,” diyordu. Ama hiçbir şey düşündüğü gibi olmamıştı. Yedi oğlundan üçü gözaltına alınmıştı. Buna da sevinmişti. Dışarıdayken hayati tehlikeleri vardı. En azından içerideyken çocuklarının yaşadıklarını bilecekti… Yanıldığını, asıl felaketin sonradan geleceğini çok geçmeden öğrenecekti. Artvin bölgesinden gözaltına alınanlar Erzurum’a götürülüyordu. Bunların içinde oğlu Özer de vardı. Oğlunun çektiği işkenceleri, eziyetleri öğrendiğinde uzun süre kendini toparlayamamıştı. O da emniyet teşkilatının bir mensubuydu. Çocuklarına onca eziyeti nasıl reva görürlerdi? Cevaplayamadığı o kadar çok soru vardı ki! Soruşturma geçirmiş, sorguya alınmıştı. Köydeki evinin örgüt parasıyla yapıldığı ihbar edilmişti. Evi nasıl yaptırdığını ondan daha iyi kim bilebilirdi? Dişinden tırnağından, çocuklarının rızıklarından artırdıkları vardı o evde… Hızlı adımlarla karısının yanına geldi.

“Yıllar önce de böyle bir gün yaşamıştık Bulo, hatırlıyor musun? O zamanda inadın tutmuş, kar kış demeden Erzurum’a gitmiştik…”

“He! Hatırlıyorum. O yolları kaç kış, tek başıma, nasıl gidip geldiğimi en iyi ben bilirim!” Bulunmaz Nene’nin sesi sitemkardı.

“Çalışıyordum, sıkıyönetim vardı, zırt pırt izin alamazdım ya!”

Bulunmaz Nene yanıt vermedi, git işine dercesine elini salladı. Durup dururken neden o yılları hatırlatmıştı sanki! Neredeyse her hafta Erzurum’a gidip gelmişti. Artvin Erzurum arası az yol değildi. O zamanlarda şimdiki kadar araç da yoktu. Bir güne bir gün “Of!” dememişti ama. Göğsünü gere gere, hiç kimseden çekinmeden, korkmadan oğlunun arkasında durmuştu. Oğlunu sahipsiz bırakacak değildi ya… Çocuğunun duruşmalarını da kaçırmamıştı. Diğer tutukluların yakınlarıyla, avukatlarla, görevlilerle her fırsatta konuşup davanın gidişiyle ilgili bilgiler almıştı. Merak ettiği sadece hukuksal gelişmeler değildi, gençlerin amaçlarını, ne istediklerini de öğrenmişti. Siyasete merakı o günlerden kalmaydı. Seksen yaşını devirmiş olmasına karşın bir gün bile haberleri sektirmezdi, gündemi takip ederdi. Siyasetten laf açıldığında yaşlılıktan bükülmüş belini doğrultur, anında canlanırdı. Karşısındakiyle kırk yıllık siyasetçi gibi tartışırdı. Hak veriyordu çocuklarına. Hak vermemek mümkün müydü? Her şey ortadaydı. Al Yavuzköy’ü; bir zamanlar dört yüz haneli bir köydü burası. Dağları bayırları eker biçerlerdi. Harman zamanı ambarlar buğdayla dolar, mereklerde mısır koçanlarını koyacak yer kalmazdı. Sadece bunlar değildi tabii. Toprakları bereketliydi. Şimdi o verimli toprakları yabani otlar, dikenler basmıştı. Köydeki hane sayısı kırk küsurlara düşmüştü...

“Yazık!” dedi seslice. Kocası, eşinin ona bir şey dediğini sandı.

“Ne diyorsun?”

“Hiç!”

“Hiç iyi etmedik Bulo. Ya yollar kapanırsa, ya günlerce Trabzon’da kalırsak? Bu karda nasıl bakarlar hayvanlara? Zavallılar aç kalacak, üzülmez misin? Tavuklar acından kırılırlar…”

Bulunmaz Nene soruları yanıtlamadan öylece önüne bakıyordu. “Durup dururken neden insanın içine kurt düşürürsün herif?” Konuşsa, kaygısını dillendirse kocası daha da üzerine gelecekti; biliyordu. Karısının sessiz kaldığını gören Topuz Dede umutlanmıştı.

“Yok, araba maraba gelmeyecek kız!”

“Gelir, gelir…”  Bulunmaz Nene’nin geri adım atmaya hiç niyeti yoktu. Canı da sıkılmıyor değildi hani. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Kar tipiyle karışık yağıyordu artık. “Mübareğin duracağı yok,” dedi içinden. Güneş azıcık görünseydi keşke. Çocukluğunun kışlarında karın kalınlığı bazen iki üç metreyi bulurdu. Günlerce evde kapalı kalırlardı. Kar yağışı durduktan sonra çıkan güneş köye yeniden canlılık getirirdi. Kendini sokağa atar, komşu çocuklarıyla birlikte kızak kaymaya sırtlara koşarlardı. “Kar güneşi güzel olurdu… En çok da karın pul pul ışıldamasını severdi…” Çocukluğunun anılarına yolculuğu kısa sürdü; yukarıdan gelen ışık huzmesini görmesiyle ayağa kalktı. “Aha da geliyor!” dedi sevinçle.

Gelen, arazi araçları dedikleri cinsten kocaman bir pikaptı. Çift kabinliydi. Çok kalın ve iri tekerlekleri vardı. Gelip tam önlerinde durdu. Arabadan kırklı yaşlarında bir adam indi.

“Selamun aleyküm amca!”

“Aleyküm selam!”

Arabayı çalışır durumda bırakan şoför de inip yanlarına geldi.

“Amca buralarda bir tesis yok mu? İhtiyaç giderecek!”

“Yok!” Selamsız sabahsız yanlarına gelen otuzlu yaşlardaki bu adamın hal ve tavırları Topuz Dede’nin hoşuna gitmedi. “Bu adamdan hiç hazzetmedim,” dedi içinden. “Yıllarca emniyette çalıştım, ben adam sarrafıyım, bir bakışta içini okurum adamın,” derdi. “Pahalı bir arabayı altına çekmekle bir şey olduğunu sanıyor. İnsansan önce selam ver…” Kendi kendine mırıldanıyordu.

“İyi o zaman, gidelim Osman, Şavşat’a az kaldı. Orada buluruz bir yer,” diyerek arkadaşını çekiştirdi selamsız sabahsız adam.

“Amca araba bekliyorsanız boşuna beklemeyin. Yollar kapalı. Sen bize bakma. Bizim araç tank gibi maşallah.” Konuşan Osman’dı. Osman’ı sevmişti Topuz Dede. Bu arada diğer adam ellerini ovuşturarak, arabaya dönüp direksiyonun başına geçti. “Ulan burada deden yaşında bir adam var, bir eyvallah bile mi diyemiyorsun!” Diyemedi ama, düşündüklerini seslendiremedi Topuz Dede.

“Hadi Osman!”

Arabanın onları almadan gideceğini anlayan Bulunmaz Nene kocasının yanına geldi.

“Herif, söyle de bizi de alsınlar.”

“Kalın sağlıcakla amca!”

Aceleyle Osman da arabaya bindi.

Topuz Dede, istemeye istemeye arabanın kapısına kadar gidip camı tıkladı. Cam açıldı, önde oturan iki adam ne var dercesine Topuz Dede’ye bakıyordu.

“Ne var amca?”

“Merkez’e kadar bizi de alsanız diyordum.”

“Yerimiz yok amca!” Şoförün sesi öfkeliydi.

Topuz Dede başıyla arka kabini göstererek;

“Burası var ya,” dedi. Bir yandan da içinden eşine söyleniyordu. “Bu adamlarla beni muhatap ettin ya Bulo!”

O sırada arka kabinin camı aşağı indi. Bir kadın başı uzandı.

“Ne o dede, kucağıma mı oturacaksın yoksa?”

Topuz Dede şaşkınlıkla birkaç adım geri çekildi.

“Voy herif, bu kadın ne diyor? Kızım ne kucağı?” Bulunmaz Nene sinirlenmişti. Topuz Dede reddedilmenin öfkesiyle cama yaklaştı. Bahane uydurmayın boşuna dercesine bir kez daha şansını denedi. Kadın o şekilde konuşmasaydı, üstüne para verselerdi de binmezdi arabaya; ama şimdi vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. “Topçigil inadı” tutmuştu bir kere.

“Öyleyse arkaya, kasaya binelim.”

Kadın başını içeri çekip şoförün kulağına bir şeyler fısıldadı.

“Tamam, öyleyse geçin arkaya.”

Topuz Dede sevinçle duraktaki çantasını alıp geldi.

“Hadi Bulo, arkadan atla!”

Bulunmaz Nene tam kamyonetin ardına geçtiği anda araç bir iki metre ileri gitti. Sonra zınk diye durdu. Yaşlı kadın ikinci kez hamle yaptı, tam arabaya tutunmuştu ki araç hızla patinaj yaparak hareket etti. Elleri boşta kalan Bulunmaz Nene kar ve egzos dumanı içinde yüzükoyun yola savruldu. Neye uğradığını anlayamamıştı. Kamyonet biraz ileride birkaç saniye durduktan sonra kahkaha ve klakson sesleriyle yoluna devam etti. Topuz Dede karısını yerden kaldırırken sinirden titriyordu. Bir yandan da bağırıyordu.

“Ulan ben sizin avradınızı… Allah’ınızdan bulun belanızı! Soysuzlar!..”

“Herif, beddua etme, onlar da ana baba evladı, belki evde bekleyen bebeleri vardır.”

“Beddua mı ettim şimdi ben kız? Allah’tan bulun dedim.”

Bulunmaz Nene yerden doğrulup üstünü başını silkeledi. Çantasını koluna taktı.

“Hadi düş yola!” dedi hırsla.

“Ne yolu kız?”

“Beklemeyelim, inelim Değirmenler’e, belki Düzenli tarafından bir araç gelir.”

“Sen delirdin mi? Baksana havaya, kar bir saniye bile durmadı. Üstelik tipi de başladı.”

“Sen kal, ben gidiyorum!”

Hızlı adımlarla yoldan karşıya geçti.

“Dur kız, dur! Ben önden gideyim bari. Yolu açayım…”

Ardahan’dan gelen yol, büyük bir yay çizerek birkaç dönemeçle aşağı Değirmenler’e iniyordu. Oradan sonra yol hafif eğimli olmasına karşın Şavşat’a kadar düzgündü. Onlar yolu izlemek yerine, kestirmeden iniyorlardı. En az yarım saat kazanacaklardı. Yine de aşağı inmeleri yirmi dakikayı bulmuştu. Yolda durup durup söyleniyordu Topuz Dede.

“Buranın insanları değillerdi, bura insanlarından böyle soysuzlar çıkmaz. Gözünü seveyim memleketimin!”

“Yabancıydılar. Genç oğlanla kızın hallerinden belliydi…”

Değirmenler’e indiklerinde adım atacak halleri kalmamıştı.

“Kız Bulo, az soluklanalım.”

“Beş dakika durup devam ederiz Merkez’e. Şuracıkta yarım saatlik yolumuz kaldı. Yürürüz, yolda araba rastlarsa bineriz.”

“Kız, seksen beş yaşındayım, sen beni ne sanıyorsun? Öyle dediğin gibi kolay değil.”

“Ben de seksen yaşındayım, ne olacak?”

“Tamam, tamam…”

Topuz Dede yolun kenarındaki yamaca sırtını vererek karlara uzandı. Ağzından burnundan buhar fışkırıyordu. İçinden söylenip duruyordu. En çok da az önceki kamyonetin yolcularına. Genç olsaydı gösterirdi onlara günlerini… Birden gözü otuz kırk metre ileride bir çukurdan yükselen dumana takıldı. Hemen ayağa kalktı.

“Kız Bulo, orada bir şey var; bir araba, ters yatmış…”

Karları yara yara ters yatmış arabanın yanına kadar geldi. Az önceki kamyonetti. Dönüp karısına bağırdı.

“Bulunmaz yetiş, yardım et…”

*

İki yaşlı insanın olağanüstü gayretiyle üç yaralı da arabadan çıkarılmıştı. Kadının durumu ağıra benziyordu, baygındı. Erkeklerde kırıklar vardı. Bazen hırıltıyla bazen iniltiyle yardım diliyorlardı. Topuz Dede yorgunluktan kıpırdayamaz durumdaydı. Üç koca bedeni taşımak hiç kolay olmamıştı. Bulunmaz Nene arabanın içinde bulduğu çul çaputla yaralıları sarıp sarmalamıştı.   En çok kadına üzülüyordu, dayanamamış atkısını çıkarıp kadının başına dolamıştı. Topuz Dede jandarmayı arayıp haber vermişti. Telefonla konuşmalarının üzerinden yarım saat geçmesine karşı hâlâ gelen giden yoktu. Yaralıları bu durumda bırakıp Merkez’e de gidemiyorlardı.

“Bizim yolculuk yattı Bulo, bugün artık gidemeyiz. Ben su içinde kaldım. Üstümü başımı değiştirmeden, yıkanıp paklanmadan yola çıkamam.”

“Elbette gidemeyiz, bunları böyle bırakacak değiliz ya… Üzülüyorduk bizi almadıklarına, demek ki Rabbbimin bir bildiği varmış!”

“Doğru diyorsun, biz de savrulup uçardık.”

“Yok, kurban olduğum Yaradan onlara yardım etmemizi istedi…”

“O da doğru kız!”

“Canları çok yanıyor zavallıların. Yardım tez gelse bari.”

“Köye de dönemeyiz. Hava düzelene kadar Şavşat’ta kalırız. Hem ne zamandan beri ablama uğramamıştım…” Topuz Dede’nin doksan yaşındaki ablası Şavşat merkezde yaşıyordu. Sıcacık bir evde, sobaya karşı bacaklarını uzatıp ablasıyla edeceği sohbetin hayali bile canlanmasına yetmişti.

“Durumları nasıl Bulo?”

“Jandarma gelene kadar sabiler donacak diye korkuyorum herif. Ne yapsak ki?” Bir yandan da paltosunu çıkarıyordu. “Herif sen de çıkar! Bunlar yattıkları yerde soğuktan buz kesecekler.”

*

Topuz Dede ayakta, titreyen bacaklarıyla aşağı yukarı huzursuzca yürürken Bulunmaz Nene yaralıların başucunda oturuyordu. Kar da tipi de durmuştu. Yavuzköy tarafından yükselen güneşin ışınları Düzenli’ye düşmeye başlamıştı. Bulunmaz Nene oturduğu yerden doğrulup “Kar güneşi de göründü. Bu iyiye işaret!” diye seslendi kocasına…

 

 Yirmi dakika sonra gelebildi yardım. Önde bir jandarma cipi, arkada küçük bir minibüs göründüğünde ikisi birden bağırmaya başladı.

“Buradayız! Burada!”

“Kar güneşi iyidir… İyi…”

(Sabahattin Ali’nin Köpek adlı hikayesinden esinlenilerek yazılmıştır. 16 Mart 2019/Kdz.Ereğli)

 

 

 

 

 

 

10 Mart 2019 Pazar


İSMAİL, DANİEL QUINN

 

Daniel Quinn’in çok satan romanı İSMAİL (Bir  Zihin ve Ruh Macerası) adlı romanını okudum. Elimdeki kitap altıncı baskı. Yirmiden fazla dile çevrilmiş ve milyonlarca satılmış. Ben de merakla okudum, ama ne yazık ki hayal kırıklığına uğradım, harcadığım zamana yandım. Bilimsellikten uzak ve temelsiz savlar üzerine kurgulanmış roman. Aslında roman da sayılmaz. Yazar, 291 sayfada anlattıklarını makaleye dönüştürseydi elli altmış sayfada biterdi.

Roman, yazarın orijinal(!) buluşu iki kavram üzerine kurgulanmış: Bırakanlar ve Alanlar. “(Bırakanlar)İnsanlık tarihinin birinci bölümüydü: uzun ve önemsiz bir bölüm. Bu bölüm yaklaşık on bin yıl önce Yakın Doğu’da tarımın doğuşuyla sona erdi Bu olay ikinci bölümün, Alanlar’ın bölümünün başlangıcı oldu. Bırakanlar dünyada halen mevcut, zamanın gerisinde kalmış fosillerden ibaretler…” “Bırakanlar ve Alanlar bambaşka ve birbiriyle çelişen varsayımlara dayalı iki farklı hikayeyi canlandırıyor…”

Kitap boyunca üretim ilişkileriyle ilgili tek cümle yok. Özel mülkiyetin nasıl ortaya çıktığına ise hiç değinilmemiş. Toplumsal sistem analizleri yok, dümdüz on bin yıllık bütüncül bir tarihten söz ediliyor. Kölelerle köle sahipleri, serflerle derebeyler, emekçilerle burjuvalar aynı torbaya doldurularak Alanlar adında bir insan grubu yaratılmış. Sanmayın ki Bırakanlar ezilen sınıfları temsil ediyor. Tarıma geçişten önceki insanların tamamına verilmiş bir ad bu. Bunları yazar bilmiyor mu? Tabii ki biliyor, bilinçli bir şekilde gerçekler gizleniyor. Kitabın gördüğü ilgiden bunda da yazarın başarılı olduğu anlaşılıyor.  

“Dünya bizim için yaratıldıysa, o zaman bize aittir ve onunla canımız ne halt isterse yaparız.” Sanırım böyle cümlelerle, okuyucunun ilgisi ve takdiri kazanılmak isteniyor. Bu satırları okurken “Vay be! Adam ne büyük laf etmiş!” mi demeliyiz?

Ya şu satırlar: “Tarımla birlikte bu kontrol ortadan kalktı ve insan göz kamaştırıcı bir hızla yükseldi. Yerleşik hayat iş bölümünü doğurdu. İş bölümü teknolojiyi doğurdu. Teknolojinin yükselişiyle ticaret ortaya çıktı. Ticaretle birlikte de matematik, okuryazarlık, bilim ve diğerleri ortaya çıktı…” Bilimsellikten uzak, uydurma ve keyfi tespitler. İş bölümünü açmasını ve anlatmasını bekliyor insan ama yok… Teknoloji ne zaman doğdu? Ticaret gerçekten teknolojiyle mi ortaya çıktı? Matematiğin temellerini atan tarihin derinliklerinden bize el sallayan dahiler nasıl görmezlikten gelinir? Neyse…

“Ceylanla aslan, yalnızca Alanlar’ın zihninde birbirine düşmandır. Bir ceylan sürüsüyle karşılaşan bir aslan, onları bir düşmanın yapacağı gibi katletmez. Yalnızca bir tanesini, nefretini değil açlığını yatıştırmak için öldürür ve işini bitirdikten sonra, ceylanlar otlarken onu aralarına almakta hiçbir sakınca görmez.” Kitabı çekici kılan bu tür anlatımların okuyucunun hoşuna gideceğini biliyor yazar. Ama durduk yere benim aklıma çocukluğumun anıları geliyor. Tilkinin kümese girdiğinde tüm tavukları boğazladığını, kurdun tüm sürüyü telef edebileceğini biliyorum. Ee, şimdi ne diyeceğiz? Yazar, insanoğlunun keyfi olarak hayvanları öldürdüğünü, ihtiyacından fazlasını aldığını anlatmaya çalışıyor aslında. Verdiği örneğin onun için bir önemi yok. Çünkü soru sormuyor ve en kötüsü de okuyucunun da sormayacağını düşünüyor…

“Evet. Vahşi doğada, bir aslan bir ceylanı öldürür ve yer. Bir tane daha öldürüp ertesi güne saklamaz. Bir geyik, çevresinde bulduğu otları yer. Onları kesip kış için saklamaz. Bunlar Alanlar’ın yaptığı şeylerdir.” Yazar, nüfus artışını, insanların yiyecek biriktirmek zorunda kalmasının nedenlerinden sayıyor ve birçok olumsuzluğu da nüfus artışına bağlıyor. Bu konuda yazarla hemfikirim, ama benim ondan farklı olarak söyleyecek bir sözüm var: Kapitalizmde adil bölüşüm olsa kaynaklar tüm insanlara yeter… Kitapta, ne kapitalizm ne de emperyalizm vurgusu var…

Bir ara yazara haksızlık mı ediyorum diye düşündüm. Adam siyasete girmeden çevre sorunlarını anlatıyor, o da böyle bir yol tutmuş saygı duymalıyım, dedim. Birden karşıma şu satırlar çıkınca şaşırıp kaldım: “ ‘Sanırım son birkaç yıldır Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’da meydana gelenlerden söz ediyorsun.’ ‘Doğru. Bundan on yıl veya yirmi yıl önce, Marksizm’in çok geçmeden tepeden yıkılacağını tahmin eden birine umutsuz bir hayalci, tam bir saf gözüyle bakılırdı.’… ‘Ama bu ülkelerdeki insanlar yeni bir yaşama tarzına kavuşma olasılığıyla ilham bulunca, her şey neredeyse bir gecede olup bitti.”

Yukarıdaki alıntıda insanlarla dalga geçiyor yazar. Birincisi tepeden yıkılan Marksizm değil Sovyetler Birliği… İkicisi de Sovyetlerin dağılacağını öngörenler az değildi… Üçüncüsü ‘o insanlar’ gerçekten şimdi mutlular mı? Kurtuldular mı? Aynı kurnazlığı “SAPIENS” kitabının yazarı Harari de yapıyor. “Serbest piyasanın en iyi ekonomik sistem olmasının sebebi de Adam Smith’in öyle buyurması değil, bunun doğanın değiştirilmez yasası olmasıdır.” diyor Harari… Söylemeden geçemeyeceğim; Harari’nin kitabı Quinn’inkinden daha iyi…

“Gün batımını seyrettikten sonra gidip de komşunun çadırını ateşe veremezsin. Doğayla iç içe yaşamak akıl sağlığı için harikadır.” Elbette, kitapta geçen böylesi güzel sözlere bir itirazım yok. Hatta bu satırları, altını çizerek okudum.

Benim itirazım ve de hayretim bu kitapların gördüğü ilgiye… Evrimi işleyen, çevre sorunlarına vurgu yapan kitaplarla bambaşka bir propagandanın yapıldığı, insanların bilinçaltına bilimsellikten uzak düşüncelerin yerleştirilmeye çalışıldığı açık değil mi? Binlerce yıllık insanlık tarihini masal anlatırcasına yazmanın amacı ne olabilir başka?

Evrendeki her şeyde olduğu gibi toplumların da kendine özgü iç dinamikleri vardır. Değişimi ve dönüşümü sağlayan diyalektik işleyiş çöpe atılarak tarih yazılamaz…

8 Mart 2019 / Kdz.Ereğli