20 Aralık 2017 Çarşamba

BENİM ADIM GEZİ
 
Son romanım için bilgi toplamak amacıyla üç gündür Ankara’daydım. Zor bir işe soyunmuştum. Zaman ve mekânın iç içe geçtiği, 1960’tan 2011 yılına kadarki süreci anlatıyorum romanımda. Günde ortalama en az dört beş saat yürüyordum. Aralık ayında Ankara’nın soğuğunu da hesaba katınca bana hak verirsiniz sanırım. Gerçi şansıma hava birkaç gündür hep güneşliydi.
Yıllardır Ankara’ya gidip gelirim, ama bir kez bile Ankara Kalesi’ni gezmemiştim. Son günümde Ulus’ta dolanırken, hazır buraya kadar gelmişken kaleyi de göreyim dedim. Bölgedeki değişimler hemen göze çarpıyor. Kalenin alt kısmındaki genelevler ve gecekondular kaldırılmış. O bölgede bir cami ve hemen yanında küçük bir tuvalet kalmış sadece. Tek tük gecekondu kalıntılarını saymasak, kalenin hemen karşı tarafındaki yamaçlarda da temizlik yapılmış.
Bir ara daracık sokaklarda kaybolur gibi oldum. Yolumu kısaltayım dedikçe iyice çıkmaza giriyordum. Yanlış yola saptığımı anladığımda çok geçti. Kalenin arka kısmına düşen bir mahalledeydim. Hırslanmıştım, geriye dönmeden yürümeye devam ettim. Yol beni nereye çıkarırsa oraya kadar gidecektim. “Bu da bana ceza olsun!” diyordum içimden. Daracık bir sokaktan geçerken yirmili yaşlarında bir gençle karşılaştım. Düzgün giyimli temiz yüzlü yakışıklıca bir gençti. Çevresinde bir sürü kedi köpek vardı. Hayvanları besliyordu. Görüntü çok hoştu, telefonumu çıkarıp birkaç poz çektim. Kediler, köpekler ve bir genç; onları tamamlayan eski Ankara evleri... Güzel bir kare yakaladığım için seviniyordum. Telefonumu cebime koymak üzereyken o genç yolumu keserek önüme geçti.
“Doğru söyleyin, neden çektiniz?”
“Bulduk belayı!” dedim içimden. Bilmediğim, ilk kez geldiğim bir yer; hırlısı hırsızı, tinercisi uyuşturucusu, kim bilir kimdi? İnsanın aklına bin bir türlü şey geliyor. Böyle anlarda karşımdakinin niyetini anlamak için gözlerine bakarım. Gencin gülümsediğini görünce rahatladım.
“Ben bir yazarım, yeni romanım için bilgi topluyorum.”
“Çok güzel, beni de yaz öyleyse abicim.”
Yazmak öyle kolay mı? Yazabilirim demek içimden gelmedi. Yalan söyleyecekmişim gibi bir duyguya kapıldım. Yazmaya kalkışsam, onun hakkında ne yazabilirdim ki? Söz verip de sözünü tutmamak... Böyle bir duyguya kapılmak komiğime gitti. Ben yalan söylemesini hiç beceremem, buna beyaz yalanlar da dâhildir. En kötü koşulda susmayı yeğlerim...
“Elbette yazarım. Seni mi kıracağım. Hayvan sever bir genci yazmayacağım da kimi yazacağım.” Konuşurken bir yandan da ne yazabilirim diye düşünmeye başlamıştım bile. Gecekonduda yaşayan yoksul bir gencin sokak hayvanlarına gösterdiği merhamet... Biliyorum, basit ve bilindik bir konu, ne yapayım aklıma başka bir şey gelmiyordu.
“Saygılar sunuyorum değerli abicim.”
“Abicim” derken çok hoştu. Sürekli gülümsüyordu. Yeşil yeşil ışıldayan çok güzel gözleri vardı. Kızlar onu kesin mega star Tarkan’a benzetiyorlardır. Acaba, kendisi de bunun farkında mıydı? Bu sırada iki kedi hırlaşarak kavgaya tutuştu. Beni bırakıp hayvanların yanına döndü. Ben de kendi yoluma koyuldum. Birkaç adım atmıştım ki arkamdan seslendi.
“Güle güle abicim, ellerinden öperim!”
Dönüp yanına gittim.
“Seni yazmasına yazarım da adını bilmiyorum.”
“Benim adım Gezi!”
“Gezi?”
“Evet, abicim, Gezi!”
“Memnun oldum...” Adını söyleyemedim. Aklım karışmıştı. Ya benimle dalga geçiyordu ya da farklı bir durum söz konusuydu. Gencin ilginç bir hikâyesinin olduğu kesindi. Konuşup bilgi alabileceğim birileri var mı diye etrafıma bakındım. On metre kadar aşağıda bir evin önünde kırklı yaşlarda biri duruyordu. Gezi’nin hikâyesini -tabii varsa- ondan öğrenebilirdim. Konuşunca adamın da beni merak ettiğini anladım. Kendimi tanıttım. Hayvanları doyuran genci tanıyıp tanımadığını sordum.
“Tanımaz mıyım, Osman’ın en küçük oğlu, biraz saftır. Siz de anlamışsınızdır.” Yüzünde acımayla karışık bir ifade vardı.
“Kuşkulandım ama konduramadım. Düzgün bir gence benziyor. Kalbinin güzelliği yüzüne vurmuş.”
“Kimseye zararı dokunmaz. Mahallede herkes sever onu.”
“Sokak hayvanlarına karşı özel bir ilgisi var herhalde.”
 “Yufka yüreklidir, hayvan sevgisi yüzünden az kalsın ölüyordu.”
“Adı Gezi imiş, doğru mu?”
Adam güldü.
“Öyle denmesini istiyor.”
“Merak ettim, anlatır mısınız?”
Ayaküstü on dakikada Gezi’nin hikâyesini özetledi bana adam:
Gencin asıl adı Güray’mış. Güray, altı yaşlarındayken balkondan düşmüş. Mucize eseri hayatta kalmış. Güray’ın saflığının nedeni bu kazaymış. Okula gitmiş, okuma yazmayı öğrenmiş. Öğretmenlerinin itelemesiyle ortaokulu bitirebilmiş ancak. Ailesi liseye göndermemiş. Güray büyüyüp boy attıkça yaşadığı sorunlar da artmış. Nerede nasıl davranacağını bilmediğinden sık sık onu tanımayanların tepkileriyle karşılaşıyormuş. Birinde tekme tokat dövülerek belediye otobüsünden aşağı atılmış. Güray güzel çocuk, haliyle kızların ilgisini çekiyormuş. Bir gün otobüste kızlar ona bakarak kıkır kıkır gülüşüyorlarmış. Güray da gülerek karşılık vermiş onlara. Kızların erkek arkadaşları bunu yanlış anlamışlar. Kızlara laf attığını sanıp onu dövmüşler.
Güray en büyük travmayı Gezi Olayları sırasında yaşamış. Çocukluğundan beri polis olmak istiyormuş. Bazı günler yürüyerek Gençlik Parkı’na kadar gidip parkın girişindeki alanda hazır bekleyen çevik kuvvet polislerinin arasında dolaşırmış. Polislere sorular sorarmış. Genç polislerden biri Güray’a yakınlık göstermiş. Anlamış çocuktaki farklılığı. Zamanla abi kardeş gibi olmuşlar. Eğer, Gençlik Parkı’na gittiğinde polis abisini göremezse diğer polislere sorar, nerede olduğunu öğrenirmiş. İzinli değilse, başka bir yerde görevliyse polis abisini gidip orada bulurmuş. Kaç kez böyle Kızılay’a kadar yürümüş.
Gezi Olaylarının patlak verdiği günlerde de ziyaretlerini sürdürmüş. Polis abisi, gelme buralar çok tehlikeli dese de, Güray bildiğini okumaya devam etmiş. Bir gün değil beş gün değil günlerce süren olaylardan Güray da nasibini almış. Olaylarının ortasında kalıp da başına iş gelmeden kurtulmak mümkün mü?
Güray, her gün Kızılay’a gelip olayları izliyormuş. Aklı fikri polis abisindeymiş hep. Yine böyle bir günde, bir köşeye çekilmiş, polis abisini gözlüyormuş uzaktan. O sırada bir köpek yavrusu caddenin ortasında, Güray’ın değişiyle, ağlıyormuş. Zavallı yavrunun bir tomanın altında kalması an meselesiymiş. İnsanların kör kaldığı, kafalarının patladığı bir curcunada küçücük bir köpeği kim düşünürmüş! Güray düşünmüş ama. Hiç beklemeden yerinden fırlayıp köpeğe koşmuş. Köpeği yerden kaldırıp kucağına almış. Öylece olduğu yerde kala kalmış. Ne tarafa gideceğini bilememiş. Sisten dumandan göz gözü görmüyormuş. Kulakları sağır eden siren sesleri, anonslar, bağrışmalar zavallı çocuğun azıcık aklını da alıp götürmüş. Ortalık ana baba günü, kimse kimseye yardım edecek halde değilmiş. Eğer polis abisi koşup yetişmeseymiş az daha toma eziyormuş. Polis abisi onu kolundan tutup oradan uzaklaştırmak isterken, bu sırada nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen bir gaz fişeği polisin bacağına isabet etmiş. Ondan sonrasını kimse hatırlamıyormuş. Ama çok şükür ki polis abisi de Güray da sağ salim çıkmışlar o hengâmenin içinden.
O günden sonra Güray mahallelerinden dışarı adımını atmamış. Nerden akıl etmişse soranlara da adının Gezi olduğunu söylüyormuş. Güray’ın tek tesellisi polis abisinin arada bir onun ziyaretine gelmesiymiş. Polis abisi her geldiğinde koca torbalarla kedi, köpek maması getiriyormuş...
Adam hikâyeyi anlatıp bitirmişti. Hikâye etkileyici ve düşündürücüydü. Ama beni asıl etkileyen adamın konuşurken seçtiği kelimelerdi. Gezi Olayları hakkında olumsuz tek bir sözü, hatta iması dahi olmamıştı. İnsan yorum da mı yapmaz? Yapmamıştı... Benden çekindiğinden mi diye düşündüm. Hayır, öyle birine benzemiyordu. Gezi’yi onayladığından mıydı? Bunu da anlamak mümkün değildi. Kendisine de sormadım...
Merak uygarlık yolunda ilerleyen insanoğlunun en değerli duygusudur...
                                  18.12.2017 / Kdz. Ereğli
 
 
 

17 Aralık 2017 Pazar

ALAATTİN TOPÇU ve AZRA KOHEN
“Güzel/Tatlı Çağ” ve “Fi”

Azra Kohen’in “Fİ” adlı romanı tesadüfen elime geçti. Çok konuşulan ve çok satanlar arasında olduğunu biliyordum. Diğer çok satanlara baktığım gibi Azra Kohen’in kitaplarına da kuşkuyla bakıyordum. Yazmaktan fırsat bulduğum anlarda okuyordum. Okudukça olayların akışı ilgimi çekti. Ne kadar merak etsem de 128. sayfada okumaktan vazgeçtim.

Kitabın tanıtımındaki açıklamalardan, yazarın editörle çalıştığı anlaşılıyor. Büyük bir yayınevinden çıktığına göre profesyonel destek aldığını da düşünüyorum. Öyle değil ama! Özensiz yazılmış bir roman. Yazım yanlışları, bozuk ve anlaşılmaz cümlelerin sonu gelmiyor. Bu haliyle taslak roman görünümünde. Sanırım yayınevinin acelesi vardı. Nasılsa satılır diye düşünmüş olabilirler. Reklamın gücü deyip geçmek gerekiyor... Romanı okumaktan vazgeçince, üzerinde bir şeyler yazıp yazmamak da kararsız kaldım...

Aynı dönemde Alahattin Topçu’nun Güzel/Tatlı Çağ romanını okumuştum. Bir bakıma birbirine benziyor iki yazarın romanları. Azra Kohen’in “Fi” romanının tanıtımında şöyle bir paragraf var:
            “Fi, deneyimin içinde kaybolmak yerine korkmadan deneyime sahip olmanın yolculuğudur. İçinde bolca bulunan manipülasyon, seks, aldatma ve aldanma hikâyeleri belki herkesin dikkatini çekebilir ama gerçeklerden yola çıkılarak ulaşılmak istenen yerde sadece farkındalık vardır.”

Alaattin Topçu’nun romanında da seks, aldatma ve aldanma var. Üstelik temiz bir Türkçe ile yazılmış, edebi değeri olan bir roman Güzel/Tatlı Çağ. Şimdi diyeceksiniz ki “Kardeşini kayırdığından böyle yazıyorsun. Dediğin gibiyse neden çok satmıyor? Sahi neden? Birincisi reklam, ikincisi Alaattin Topçu’nun romanında siyaset var, sol var. Sosyalistlerin reklamını yapacak değiller ki! Birçok solcu yazarın romanı basılmıyor mu? Gündemi anlatan, gündeme ışık tutan romanlar çok az; var olanlar da tanınmış yazarların, ticari değer kazanmış romanları...

Eleştirimi somutlaştırmak için “Fi” den örnekler vereceğim:

“Trafik her zamanki kadar yoğundu. Arabada sessizlik hakimdi. Can, Ali’den her zamankini koymasını istediğinde Bilge ilk defa duyduğu bu müzikten hoşlanıp hoşlanmadığına karar vermeye çalışırken, Can ondan önce davranıp, ‘Şarkı nasıl? Beğendin mi Bilge Görgün?’ diye sorarak.” (S.58)

“İsminizi öğrenebilir miyim? dedi. Ali kısaca söyledi.”(S.62)

“Soru basit algılanan ama cevap vermek için üzerinde ciddi düşünülmesi gereken bir soruydu.” (S.62)

“...ülkenin hayatları boyunca orgazmdan uzak yaşamış bayanları için hiçbir sorun teşkil etmemişti.” (S.93)

“Düz uzun kaşları altında tam ne renk olduğu anlaşılmayan sarılı ela gözleri,..” (S.103)

“Gideceği televizyon kanalına ulaşması için üç aktarma daha değiştirmesi gerekiyordu.” (S.108)

“...Aylin’in ikiyüzlülüğü, iki aya rağmen hâlâ hayret vericiydi.” (S.108)

“Yönetim sadece öğrencilere özel olması için karar çıkarmasıyla bu sorun önceleri çözülmüş ama Deniz’in derslerini seçen öğrencilerdeki yoğun artış, salonda yine de yer kalmamasına sonuç vermişti.” (S.111)
“...mezuniyet gösterisinde hemen hemen her öğrenciye bir iş verilmişti.” (S.112)

“Şimdi, hiç olmamış olmanın verdiği hafifliği yaşayın, var olun!” (S.114)

“Bazıları devletimizin opera ve balesi hakkında uygunsuz şekilde konuşmaktaymış, bazıları şikayetçiymiş, alay etmekteymişler! Bu bazıları sanmasınlar ki isimleri bilinmez.” (S.127)

“... kimisi bıkkınla konuşmanın bitmesini bekliyor,...” (S.128)

Okumayı 128. sayfada bıraktım. Yukarıda verdiğim örneklerin yanı sıra 125. sayfada gözümü tırmalayan sözcüklerden de söz etmek istiyorum. Bu sayfada on tane “olmak” fiili, beş tane “kendi, kendisi” zamiri kullanılmış. Sayfanın tamamını okuyunca insanın beyni duruyor. Bir de şu dikkatimi çekti, yazar “kendi, kendisi” zamirlerini çok seviyor. Her sayfada birkaç tane bulunuyor. Üşenmedim saydım; 68. sayfada altı tane, yedi satırlık bir paragrafta dört tane, 108. sayfada sekiz tane “kendi ve kendisi” sözcükleri kullanılmış. (Alıntıları romanın 36. baskısından aldım.)

Azra Kohen’in üç ciltlik roman serisi kitap raflarında, Alaattin Topçu’nun Güzel/Tatlı Çağ romanları da üç ciltlik seri, şimdilik ikisi basılmış durumda. Her iki yazarın da romanları hacimli. Roman yazmanın zorluğunu biliyorum. Yanlış anlaşılmak istemem, Azra Kohen’in emeğine saygı duyuyorum. Ama azıcık daha özen göstermeliydi diyorum ve sorumluluğun büyüğünü editöre ve yayınevine yüklüyorum...
                                                 17.12.2017/Kdz. Ereğli




19 Kasım 2017 Pazar

KARGA GAK DEDİ

Başımdan geçen bir olayı anlatacağım size, ama biliyorum ki okuyunca “Hadi be, mümkün değil!” diyeceksiniz. Hatta bazılarınız benimle dalga geçecektir. Bu nedenle bugüne kadar yazmaya cesaret edemedim. Aradan iki yıl geçtikten sonra hikâyeleştirerek anlatmaya karar verdim. Umarım inanır ve beğenirsiniz. Neyse, ben lafı fazla dolandırmadan sizi hikâyemle baş başa bırakayım.
Olay eşimin köyünde geçti. Sakarya’nın Kaynarca ilçesinin Kitler Köyü’nden söz ediyorum. Köy, Kaynarca’ya üç kilometre uzaklıktadır. Adapazarı’ndan gelirken yolun solunda, bir kilometre kadar içerde kalıyor. Eşimin dede evi, köyün ayrı bir mahallesi gibidir. Hafif eğimli vadinin bir yakasında iki evlik bir mahallecik diyebiliriz. Halk arasında mahalleye Çevkerler deniyor. Burayı yurt edinen en büyük dedenin lakabı Çevkeroğlu imiş. Şimdi Çevkeroğlu’nun torunlarının çocukları ata yurtlarını yaşatmaya çalışıyorlar. Diyeceksiniz ki “Yaşatmak ne demek?” Bu konunun öyküyle ilgisi yok, ama yazmadan da geçmek istemiyorum:
Kaynarca’da Organize Sanayi Bölgesi kuruluyor. Şu günlerde kamulaştırmalar yapılıyor. Kitler Köyü’nün tarlaları da bu bölgenin içinde kalıyor. Köydeki ev yerleri hariç, toprakların neredeyse tamamı Organize Sanayi Bölgesi’ne devrediliyor. Köylüler önceleri direndiler, kararın iptali için davalar açtılar. Özellikle yaşlılar hiç istemiyorlar. Hepsi mutsuz. Nasıl üzülmesinler; toprakları ellerinden alınıyor, ata yurdu diye bir şey kalmayacak ortada. İnternete girdiğinizde OSB ile ilgili birçok haber gözünüze çarpacaktır. Köylüler hayatlarında ilk kez mitingler düzenlediler. Eşimin abisi bu eylemlerde hep en öndeydi. Seksenine merdiven dayamış İsmail Abi’nin elinde pankartla fotoğrafları çıktı gazetelerde... En iyisi, ben konuyu daha fazla dağıtmadan hikâyeme döneyim. Yoksa okumaktan vazgeçeceksiniz.
İsmail Abi, babadan kalma evi eskiyince yenisini biraz daha yukarı yaptırdı. Eski ev kerpiçtendi, doğayla bütünleşmişti. Etrafı ağaçlarla çevriliydi. Yeni evin çevresi sonradan ağaçlandırıldı. Dikilen diğer fidanlara göre ceviz ağaçları daha hızlı büyüdü. Cevizlerden biri avlunun önünde bulunuyor. Ceviz ağacının altında oturulmaz derler ama evin gelini Gülser, zaman zaman misafirlerini burada ağırlar. Ben genelde evin duvarına dayalı sedirde oturmayı yeğliyorum. Vadinin bu yakasından karşı dağın bin bir çeşit yeşilini izlemenin keyfine doyamıyorum. Köyden yarım saatlik mesafedeki Adapazarı ve İzmit’in hengâmesinden uzakta, yeşillikler içinde, sessiz ve tertemiz bir ortamda bulunmak beni hep şaşırtmıştır. Kendimi düş âleminde hissederim. Mis gibi havayı solurken huzuru içime çektiğim duygusuna kapılırım. Yine böyle bir gündü,  sedirde mindere uzunlamasına oturmuş keyif çatıyordum. Yalnızdım. Ev halkı, çoluk çocuk fındıklığa gitmişti. Ama yanıldığımı, yalnız olmadığımı çok geçmeden anlayacaktım.
Sedirde kendimden geçmek üzereyken evin önündeki beton zemine gökten bir ceviz düştü. Parçalanan cevizi almak için hamle yapan kargaya, beni, dalmakta olduğum uykumdan uyandırdığı için öfkeyle “Hişt!” diye bağırdım. Bağırmamla kaçması bir oldu karganın. Gidip cevizin dalına kondu. Çok sevimli bir kargaydı, onu korkuttuğuma üzüldüm. Beni kolluyordu, bir bana bir yerdeki cevize bakıyordu. Hayvanı ürkütmemek için kıpırdamadan duruyordum. Bu şekilde ne kadar durduğumu anımsamıyorum. Bir şikâyetim de yoktu durumumdan. Hafiften bir esinti vardı. Tertemiz, mis gibi hava...
“Sevimlisin ama aptalsın!” diye seslendim kargaya. Kargadan yanıt alamayınca bu kez “Karga karga gak dedi / Çık şu dala bak dedi...” şarkısını söylemeye başladım. Kargadan yine ses yok. Diyeceksiniz ki karşındaki insan değil, bir hayvan. Sıkı durun şimdi; “Çıktım baktım bu dala / Bu karga ne budala...” dememe kalmadan öfkeli bir ses bana “Budala sensin!” diye bağırdı. Çevreme bakındım, bana budala deme cüretini gösteren sesin sahibini aradım. Kimseler yoktu. Karga konuşacak değil ya...
“Aptal aptal ne bakınıyorsun, sana budala diyen benim.”
“Kargalar konuşamaz ama...” Hem korktum hem şaşırdım, karga konuşuyordu. Kekelediğimi görünce karga gülmeye başladı.
“Siz insanlar gerçekten aptalsınız; masallara inanıyorsunuz da bir karganın konuşabileceğine inanmıyorsunuz...”
“Masala inandığımı nerden çıkarıyorsun?”
“Ezop’un, kargaları aptal yerine koyan masalından etkilendiğin belli.”
“Sen gerçekten konuşuyorsun. Karganın konuşabildiğini söylesem insanlar güler bana.”
“Sen de kimseye söyleme öyleyse.”
“Ben bir yazarım, bunu yazmadan duramam.”
“Konuşmandan senin kargaları tanımadığın anlaşılıyor. Hakkımızda yazılanları oku, konuşabileceğimizi, çok zeki olduğumuzu göreceksin. Biz kuş beyinli değiliz, beynimiz insan beynine benzer. Öğrendiklerimizi kalıtımsal yollarla sonraki kuşaklara da aktarabiliyoruz. Özelliklerimiz saymakla bitmez...”
Karga doğru söylüyor olabilirdi. Araştırma yapmadan söylediklerine itiraz etmek bana yakışmazdı. Hemen cep telefonumdan internete girdim. Parmaklarım titriyordu, bir yandan da kendime kızıyordum. Basbayağı, kargaya inanıyordum. Kargalarla ilgili bilgileri okuyunca küçük dilimi yutacaktım şaşkınlıktan. Karga doğru söylüyordu. Aslında kargaların söylendiği gibi aptal olmadıklarını biliyordum, ama bu kadarını da beklemiyordum.
“Akıllı adamsın hemen araştırmaya başladın, aferin sana. Hakkımızda ne öğrendin?”
Dikkatimi çeken önemli bulduğum bilgileri okudum.
“Kargalar öğrenme konusunda çok yeteneklidirler. Onların bu zekâsı ve diğer özellikleri beyinlerinin fiziksel özelliklerinden kaynaklanır. Karga beyni kuş beyniyle kıyaslanamaz. Karganın beyni insan beyniyle benzer özelliklere sahiptir...”
Başımı kaldırıp hayretle kargaya baktım. Gülüyordu.
“Devam etsene!”
“Beyinde yüksek zekâyı sağlayan ön beyin, aynı insanlarda olduğu gibi beynin en geniş alanını oluşturur.”
“Neden yazının başını okumadın?”
Utanarak yanıtladım sorusunu.
“Nasıl anladın?”
“O yazıyı yazan kişi konuşabileceğimizi belirtmeden geçmezdi.”
“Haklısın... Haklarında yapılan araştırmalarda 100 kelime ve 50 cümle öğrenen kargalar tespit edilmiştir.”
Okumaya devam etmedim. Yaşadığım anı yorumlamakta güçlük çekiyordum.
“Aptallığımızla, kurnazlığımızla ilgileneceğinize, kargaların kendi aralarında gösterdikleri dayanışmayı örnek alın...”
“Ama Ezop’un masalında...”
“Ezop, Ezop başka bir laf bilmez misin sen? Ezop M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış. O günden bugüne çok şey değişti. Ben sana o masalın devamın anlatayım, sen de onu yaz.”
Birden ortam sessizleşti. Sağıma soluma bakındım, kimseler yoktu. Beni böyle görseler, bu adam delirmiş, kendi kendine konuşuyor derlerdi. Kargaya baktım, başını eğmiş bana bakıyordu.
“Ezop’un o masalını biliyorsun değil mi?”
Sorusuna hemen yanıt veremedim. Artık kendimden şüphe etmeye başlamıştım. Neyi bilip bilmediğimden emin değildim.
“Evet, biliyorum.”
“Anlat bir de senden dinleyeyim.”
“Hırsız karga evin birinden peynir çalmış, kaçıp bir ağacın dalına konmuş. Bir tilki ağzında peynirle kargayı görünce peyniri kargadan aşırmak için hemen bir plan yapmış...”
“Kes, kes! Yanlış anlatıyorsun, peynir değil et olacak.”
Çok sinirlenmiştim kargaya. Oldum olası çokbilmişlerden pek hoşlanmazdım.
“Ne fark eder, ha peynir, ha et?”
“Çok şey fark eder, dinle de öğren: Tilki, dedelerimin dedesi kargaya seslenmiş: ‘Ey koca karga! Sen kuşların en yavuzu, en yamanısın. Bir de sesin olsaydı, hepsine sen baş olurdun.’ Bizim dede, tilkinin oyununa gelmiş, sesini beğendirmek için başlamış gaklamaya. Ağzını açınca eti düşürmüş. Düşen eti de tilki oracıkta mideye indirmiş. ‘Güzel olsan neye yarar, senin aklın kıt, aklın!’ demeyi de ihmal etmemiş.”
Tamam, karganın konuşabileceğine inanayım inanmasına da ukalalığı dayanılır gibi değildi.
“Ne değişti şimdi? Peynir...” Sözümü tamamlayamadım. Öfkeyle bağırdı.
“Bir sus, dinlemesini bil!”
“Tamam, kızma sustum, devam et.”
“Etini kaptıran dedemiz bu olayı tüm kargalara duyurmuş. Kulaktan kulağa aktarılan bu olay sayesinde hiçbir karga bir daha aynı tuzağa düşmemiş, yiyeceğini başkalarına kaptırmamış...”
Bu sefer ben kızgınlıkla kargayı susturdum.
“Aynı, Ezop’un anlattığı gibi kendini beğenmiş bir hayvansın. Hâlâ benim itirazıma doğru dürüst yanıt veremedin...”
Karga öyle bir kahkaha attı ki görmeliydiniz. Biliyorum inanmıyorsunuz; hem konuşuyor, hem de kahkaha atıyor.
“Siz insanların ortak bir düşüncesi var: Değişim yasasına inanırsınız. Ama aradan binlerce yıl geçse de kendinizi değiştirmiyorsunuz. Biz kargalar öyle değiliz; yaşadıklarımızdan ders alırız. Övünmek gibi olmasın ama akıllı hayvanlarız. Az önce dediğim gibi tecrübelerimizi gelecek kuşaklara aktarırız... Dur, hemen sözümü kesme, izin ver bitireyim.”
Mimiklerimden anlamıştı sözünü keseceğimi, gerçekten akıllı hayvandı.
“Dinliyorum, eğer saçmalarsan taşı kafana yersin bilmiş ol.”
“Şiddet içeren sözlerine yanıt vermeyeceğim. Ezop’un bu masalıyla büyüyen dedelerimden biri, ben bunu tilkilerin yanına kâr bırakmam, diyerek bir plan yapmış. Bir gün bir evden peynir aşırmış gidip bir dala konmuş. Oradan bir tilkinin geçmesini beklemiş. Çok geçmeden tilkinin biri dalın altına gelip dedemizi o masaldaki gibi övmüş. Dedemiz kanatlarını şişirmiş gururla. ‘Sesin de güzel mi?’ diye sorunca tilki, dedemiz gak gak diye ötmeye başlamış. Tabii ağzından düşen peyniri de tilki kapıp midesine indirmiş...”
Bu kez ben kahkaha attım. Hem de yattığım yerde göbeğimi tuta tuta.
“Tüm kargalar aptal, yok bir birinizden farkınız.”
“Sen öyle san, biz insan mıyız ki her seferinde emeğimizi kendini uyanık sananlara kaptıralım. Ama siz insanlar böyle misiniz? “Karga ile Tilki” masalının yazıldığı çağdan bugüne dek emek hırsızları insanları hep benzer yöntemlerle kandırıyorlar.”
Karganın bu sözleri ağrıma gitmişti, altında kalamazdım, verdim cevabını.
“Siz hırsızlık yapıyorsunuz, yiyeceklerimizi çalıyorsunuz, bu yaptığınızı da insanların emeği ile kıyaslıyorsunuz.”
“Unutma biz hayvanız, doğa yasalarına göre hareket ediyoruz, siz insansınız toplum yasalarına göre yaşıyorsunuz. Kaldı ki, bu, insan emeğinin sömürülmesiyle bir değil. Sen ki emeğin kutsallığına inanan bir dünya görüşünü savunuyorsun...”
Artık dayanamayacaktım, haddini aşıyordu bu karga.  Öfkeleniyordum öfkelenmesine de bir yandan da hak vermeye başlamıştım.
“Görüyorum ki yola geliyorsun. Nerde kalmıştık? Ha, peyniri kaptırmıştı bizim dedemiz. Tilkiyi oracıkta bırakıp yeniden en yakın eve uçar. Çok geçmeden ağzında kocaman bir kalıp peynirle döner. Tilkinin ağzının suları akmış, çünkü gördüğü peynir önceki yediğinin en az iki katıymış. Hemen övgü dolu sözleri arka arkaya sıralamış. Dedemiz ağzını kapayan peyniri atmış, başlamış gaklamaya. O öte dursun kurnaz tilki hemen atılıp peyniri yere düşmeden havada kapmış, bir lokmada yutup karnına indirmiş. Evet yutmuş! Kulaklarını aç ve iyi dinle; tilkinin yuttuğu bir kalıp sabunmuş. İyi mi? Tilkinin düştüğü durumu düşünebiliyor musun? Bir kalıp sabunun midede neler yapacağını sen benden daha iyi bilirsin. O günden sonra tilkiler kargaların yanından bile geçmemişler...”
Sus pus olmuştum. Karga iyi bir ders vermişti bana. Şimdi bu yaşadıklarımı, duyduklarımı anlatsam kim inanır?
“Görüyorum ki bana hak veriyorsun, böbürlenmek, seni yermek gibi bir amacım yok. Senden tek bir dileğim var; Ezop’un o masalına karşılık dedemizin tilkiye verdiği dersi yazmanı istiyorum...”
“Söz yazacağım ama...”
Sözümü tamamlayamadım, büyük bir hışırtıyla yerimden fırladım. Az önceki karga yerden cevizi kapmış uçuyordu. Uyuduğumu o an anladım... Nasıl bir rüyaydı? Karabasan gibi mi demeliyim? Karar veremedim. Şimdi bazılarınız, “Ben zaten anlamıştım rüya olduğunu,” diyecek. Ben de onlara diyeceğim ki düşle gerçeği ayırmak mümkün müdür? Düşle gerçeği...
                                                                                         7. 11. 2017 / Kdz. Ereğli      






14 Kasım 2017 Salı

Yıldırım B. Doğan’ın Özgün Romanı
ANKARALI NEFİSE
Roman sanatı öncelikle insanı anlatır. Bana göre bir romanın sanat değerini belirleyen en önemli unsur yazarın yarattığı karakterlerdir. Yıdırım B. Doğan’ın Ankaralı Nefise romanı bu düşüncemi destekleyen çok güzel bir örnek; okur okumaz bu romanı kahramanlar üzerinden irdelemek isteği duydum. Eleştirmen olmadığım için özellikle irdelemek sözcüğünü kullandım. Ankaralı Nefise salt kahramanlarıyla öne çıkmıyor, kurgusuyla da övgüyü hak ediyor.
“Çocukluğundan bu yana en çok konuştuğu insan kendisi olmuştu. Onu sabırla dinleyen, sızlanmalarına aldırmayan, sözünü kesmeyen kendisiydi. Kendisiyle konuşurken sabırlı eski bir dostun gözlerinde dalıp gidiyor, dışarıdan bir uyarıcı gelene dek konuşmalarını sürdürüyordu. İş yaparken dakikalarca süren konuşmalarının, sonradan anımsayabilmeyi çok istemiş olmasına rağmen, tek bir sözcüğü bile aklında kalmıyordu. Hemen unutuyordu. Kendini yine kendi koruyor, söylediklerinden ötürü duyabileceği suçluluğa izin vermiyordu.” (Sayfa:9 Giriş Bölümünden)
Yukarıdaki satırlar romanın başkahramanı Nefise karakterini merak ettiriyor okuyucuya. Bir insan kendisiyle neden konuşur? Diyelim konuşuyor, konuştuklarını neden unutmak ister? Akla gelen bu sorular ister istemez ilgiyi roman kahramanı üzerinde topluyor, merak ettiriyor. Oysa genelde merak duygusu olay kurgusuyla yaratılmaya çalışılır. Sadece Nefise değil diğer kahramanlar da aynı ustalıkla işlenmiş romanda. Olayların nasıl gelişeceğinden çok kahramanların olaylar karşısında nasıl bir tavır alacağı sorusu öne çıkıyor.
Yıldırım B. Doğan’ın romanlarından önce Karakter Yaratmak ve Roman Nasıl Oluşur adlı kitaplarını okumuştum. Psikoloji bilimini kendine meslek edinen ve roman kuramı üzerinde söz sahibi birinin romanları ilginç olmalıydı; Ankaralı Nefise’yi okuduğumda yanılmadığımı anladım.
Yıldırım B. Doğan romanlarında sıradan insanların hikâyelerini anlatıyor. Ankaralı Nefise de bunlardan biri. Yazar romanın karakterlerini yaratırken değişimi de ustalıkla işlemiş. Romanın başında bize tanıtılan karakterler romanın sonunda bambaşka insanlar oluyor. Sıradan insanların hikâyesi anlatılarak özgün bir roman nasıl yazılacağının çok başarılı bir örneği Ankaralı Nefise...  
Nefise isteği dışında İrfan’la evlendiriliyor. Evlenmelerinden sonra İrfan’ın babası onları Ankara’ya gönderiyor. İrfan Ankara’da bir mahalle bakkalını çalıştırıyor. İrfan’ın hayatı bakkalla ev arasında geçmektedir. Nefise evde mutsuz günlerini sürdürürken kocasının önerisiyle bir avukatın ev işlerini yapmak üzere çalışmaya başlıyor. Haftada üç gün avukatın evinin temizliğini yaparken Nefise’nin de değişimi başlıyor. Avukat Şadi çok okuyan biridir, evi kitaplarla doludur. Çok güzel bir kadın olan Nefise’den etkilenir. Nefise’nin ilgisini çekmek için onu eğitmeği kendine amaç edinir.
“Haftada üç kez azimle tırmandığı yokuş, Nefise’yi sadece temizleyip toparladığı eve değil, aynı zamanda öğrendikçe değişen bir dünyaya götürüyordu. Acele etmeden, sabırla kurduğu merak dünyasına Nefise’yi çekmeyi başaran Şadi, öğrenmenin tek adresi, bilmenin tek yolu haline gelmişti.” (S:42) Şadi’nin umudu böyleydi ama Nefise’nin “Şadi’nin bedeni ilgisini çekmemişti...” Nefise’nin Şadi’den beklediği ve istediği tek şey onu eğitmesi ve değiştirmesidir. Şadi’nin amacı ise “Yeni birisini yaratmak, onun vefa duyacağı sadık sahibi olmak ...” Çünkü Şadi şişmandır, bedenini kendisi de beğenmemektedir. Nefise “Aldığı paranın karşılığını yaptığı işle öderken, fazladan sessizliği ve suskunluğuyla Şadi’nin hayallerine izin veriyordu.” Bu satırlar Nefise’nin ne kadar akıllı ve sezgisi güçlü bir kadın olduğunu gösteriyor. Böyle davranarak Şadi’nin beklentisine bir ölçüde karşılık vermiş oluyordu.
Nefise’deki değişimi kocası İrfan da fark ediyor. Ama bunu anlamakta geç kalmıştır. Daha önce dövdüğü karısı, çaresizlikten kasabalarına geri dönmüştü, şimdi ise böyle olmayacağını sezinliyordu. Karısını dövdüğü için de onunla yeterince ilgilenmediği için de pişmandı. “Eşeklik ettim... Keşke...” diye düşünüyor İrfan. “Bir kez daha giderse, gideceği yer bu kez kasabaları olmayacaktı. Bundan emindi.” (S:128) Nefise kasabasına döndüğü zaman Ankara’yı bilmiyordu. Çalışmaya başladıktan sonra şehri tanıyor, farklı hayatların olduğunu öğreniyor, öğrendikçe de değişiyor.
Nefise, kasabadan döndüğü gece dolmuşla evine giderken daha sonra hayatına girecek olan Asker’le karşılaşıyor. Evli ama mutsuz bir kadınla, bıçkın bir dolmuş şoförünün aşkı mutlu sona kavuşacak mı? Bu sorunun yanıtını ancak son sayfalarda öğrenebiliyoruz.
Normalde Nefise’nin başka bir erkeği sevdiği için değiştiği düşünülür. Nefise, Asker’le buluşmaya başlamadan çok önce değişmeye başlamıştır. Yazar, kadındaki değişimin şehirle başladığını çok güzel yansıtıyor. “Kadın çok haklı! Dediğin doğru, şehri tanımaya başladıysa ne istediğini de anlamaya başlamıştır.” (S:178) Nefise’nin kocasından ayrılma kararını nasıl verdiğini Şadi şöyle açıklıyor: “İçindeki aklı büyütmeyi öğrenmiş sadece. Ne istediğini bilene kadar beklemiş, senin anlayacağın.” (S:179)
Nefise değişmişti, bıçkın bir delikanlıyı seviyordu, aşkı karşılıksız değildi. Sevdiği adam uğruna tüm tehlikeleri göze almıştı. Aşkı doludizgin yaşıyordu. “Kendiyle konuşma alışkanlığı, hatırlayamayacağı kadar uzun bir zaman önce kesilmişti. Kafasının içindeki sesler düşünceleri tarafından emiliyor, yüreğindeki kanla beraber temizleniyor, rahat soluk alıp veriyordu. Ama şimdi gene konuşmaya başlamıştı.” (S:234) Nefise kocasından ayrılıp Asker’le evlenebilecek mi? Ailesi, Asker’in Nefise’yle evlenmesine izin verecek mi? Romanın sonunda tüm bu soruların yanıtını alabiliyoruz.
İrfan karakteri de en az Nefise karakteri kadar ilginç. İrfan, talihsiz bir olaydan sonra kendini Ankara’da buluyor. İleri derecede bozuk gözleriyle dolmuş şoförlüğü yaparken kaza yapıyor. Bu olay üzerine kasabanın hatırı sayılı zenginlerinden olan babası, oğlunu Nefise ile evlendirip Ankara’ya gönderiyor. Bir bakıma sürgün ediliyor İrfan. Babası ona Ankara’da bir mahallede bakkal dükkânı açıyor. İrfan’ın tekdüze hayatı karısının avukat Şadi’nin evinde çalışmaya başlamasıyla renkleniyor. Kısa sürede Şadi’yle ahbap oluyorlar.
İrfan oldukça değişik bir karakterdir. “Adının İrfan olduğunu ilkokula kayıt yaptırırken babasından duymuş”. Çirkin bir adam olmasına rağmen kasabanın en güzel kızlarından biriyle evlendiriliyor. Kocasıyla zoraki evlendirilen Nefise, İrfan’ı sevmiyor. Oysa “Kaderin sırtına sardığı torbadaki tek değerli görünen mülkü Nefise idi. Beklediği şefkati görmese bile, tam anlamıyla kadını gibi hissetmese de onu yanında yöresinde istiyordu. Yatakta asla itiraz etmeyen eti güzel bu kadın, ona bir kez sarılsa...” (S:45)
İrfan Ankara’ya geldiğinden beri eviyle bakkalı arasında gidip gelmektedir. Evinde yaptığı şey ise yemeğini yedikten sonra pencerenin kenarına oturup çayını içmesidir. Tek lüksü pencereden karanlık caddeyi izlemektir. “Gecenin karanlığına bakmak geçmişin her anına, her yerine yapılan canlı bir yolculuktur. Bu yolculuk sırasında insan sadece kendini görebilir Kendini görebilmek için karanlığa ihtiyaç duyuyordu.” Ta ki Nefise’deki değişimi fark edene kadar sürer bu durum.
İrfan’ı zor günler bekliyordu; çünkü “Uyanan bir kadını zapt etmek kolay değildir. Bunu sezmiş, iyiden iyiye anlamıştı. Ama tanımadığı, onu giderek daha çok rahatsız etmeye başlayan kendi karanlığındaki boşluktan kurtulması pek olanaklı görünmüyordu. Hissediyor, seziyor, somut hale getiremiyordu. Nefise ondan uzak, ayrı bir yolculuğa başlamış görünüyordu.” (S:149) Ancak “Bu pencerede bir sihir olmalı; pencere önüne oturmakla, karanlığa kardeş olmakla insan böyle değişir mi? Hem de bu kadar kısa sürede?”(S:199)
 İrfan’ın “Alışmaya başladığı, içine girmeye çalıştığı şehir yapacağını yapmış, karısını elinden almıştı.” (S: 212) Karısını kaybetmenin acısını yaşayan bir adam ne hisseder? İrfan’ın hisleri şaşırtıcıdır. “Keşke dün gece memelerini elleseydi, üstüne çıksaydı; hiç değilse son bir defa!..” Sadece bu satırlar değil okuyucuyu şaşırtan, Nefise’nin bir başkasının koynuna girdiğinden emin olduktan sonra karısının eve geldiğini görünce ya da “Onu gördüğünü düşündüğü anda duyduğu sevinç, birkaç saattir yaşadıklarına hiç mi hiç uymuyordu.” (S:216)
Romanın kilit karakterlerinden biri de avukat Şadi; kilolu, çok okuyan, yazan biri. Çevresindekilere bildiklerini anlatmayı, onları eğitmeyi kendine görev biliyor. Nefise’ye bilgisayarı kullanmasını öğretiyor, İrfan’a kadın erkek ilişkisi hakkında “derin” bilgiler veriyor. Bunları yaparken kendini karşısındaki insanlara önemsetme dürtüsüyle hareket ediyor. Bu özelliği onun en belirgin karakteristik özelliği. Evine temizliğe gelen Nefise’nin güzelliğinden etkileniyor, ama İrfan’dan çekindiği için bir türlü kadına yanaşamıyor. Nefise’ye kendini beğendiremediğini görünce geri adım atıyor. Yazar, Şadi karakterini de oldukça güzel çizmiş.
Şehir, romanın önemli karakterinden biri desek abartmış olmayız. Şehrin karakterler üzerindeki değiştirici etkisini yazar çok iyi vermiş. Nefise sokağa çıkıp Ankara’yı gezmeye başlayınca değişimi de hızlanıyor. “Oysa kente ilgisi yeni yeni uyanmaya başlamış, bilmediği yerin kapısını ilk kez açıp giren birisinin ilk adımdan sonra duyduğu coşkuyu duymaya başlamıştı.” (S: 99) Şehrin, karısının üzerindeki etkisini gören İrfan da sığındığı bakkalından çıkarak şehri tanımaya başlıyor. “Alışmaya başladığı, içine girmeye çalıştığı şehir yapacağını yapmış, karısını elinden almıştı.” (S: 212) Şehirden korkan İrfan Ankara’yı gezdikçe korkusundan da kurtuluyor. “Ankara büyük şehir; ama bilirsen küçülür. Sen ne kadar bilirsen o kadar küçülecek demektir.” (S: 234)
Yıldırım B. Doğan anlatımı güçlendirmek için kullandığı benzetmeleri, örneklemeleri yerinde ve tadında kullanmış. Dikkatimi çeken altını çizdiğim cümlelerin sayısı oldukça fazla:
“... kazara silinmiş kayıtlar için kaygı duymayan aç bir belleğin canlılığıyla karısını bir daha görmemişti.” (S: 24)
“Böyle zamanlarda sis inadıyla yayılan suskunluk,” (S: 47)
“Yanakları kor bir ateşin dokunuşuyla yandı; yüzündeki kızarma gözlerindeki elayı tutuşturmuş, gözbebekleri büyümüştü. Tenine aynı anda bastıran bıyıkların her bir telindeki kan erkeğin dudaklarındaki alevle tutuşmuş, ortaya çıkan elektrik narin bedenini sarmış ve kasıklarında yeni çimlenen toprağa gömüldüğünde ancak durulabilmişti.” (S: 109)
“Öfkesi tamamen geçmiş, şeş kapısını kapatmanın rahatlığıyla oyuna tepeden bakıyordu.” (S: 126)
“Sevdiği adamdan adını duymak, ona adıyla seslenmek ikisini de etkilemiş, ağırlığını yitirip yüzeye vuran deniz kabuğu gibi hafiflemişlerdi.” (S: 135)
Romanında altını çizdiğim çok sayıda güzel ve anlamlı sözler de var:
“Merak, insanın ne zaman doyacağını bilemeden tükettiği en çekici gıdadır.”
“Kadın, karşısındaki erkek gibidir; yaşadıkları onu görünür kılar?”
“Kadını sahici yapan, o anda, hayatında olan erkektir.”
“Akıl yeni keşfedenler için zehirdir.”
“Kimi kadınlar bakışından, kimi kadınlar yürüyüşünden, kimi kadınlar sesinden doğru erkeğin belleğinde kalıcı konuk olurlar.”
“Öfke doğaldır. Onu hissetmek her insan için haktır. Önemli olan öfkenizin size ne yaptırdığıdır.”
“Sabahleyin yatakta yanında gördüğün kadın, bir gece önceki fotoğrafın banyo edilmiş şeklidir.”
“Anladım; sevgilisiyle sevişir, kocasıyla yatar...” “Suçluluk seviştirir. Görevinse yatarsın.”
Ankaralı Nefise’yi okuyup bitirdiğinizde aklınızı meşgul edecek çok şey olacak. Ama sanırım benim gibi her okuyucunun üzerinde düşüneceği sözcük “koku” olacaktır. Yazarın kokuyla neyi anlattığını sanırım herkes kendine göre yanıtlayacaktır. Ama ben yine de ipucu niteliğinde küçük bir alıntı yapayım romandan:
“Ona ulaşan kokunun, yüzüne sadece saniyeler süresince baktığı dolmuş şoförüne aylar sonra tesadüfen karşılaştıkları anda ulaşması; kulaklarında artan basınç hissi planladığından daha uzun bir süre durmasına neden olmuştu. Kanı dondu. İlk kez birbirinden farklı iki koku aynı anda genzini tırmalamaya başlamıştı.” (S: 53) Eğer bu satırlar yeterince açıklayıcı olmadıysa şu küçücük alıntıyı da yapayım: “Kokuların sözlere gereksinimi var, sözlerin de dokunuşa.”
Ankaralı Nefise Yıldırım B. Doğan’ın Ankara Altılısı adını verdiği serinin birincisi; üçüncü baskısı Kurgu Kültür Merkezi Yayınları’ndan çıkmış. Ankaralı Nefise son yıllarda okuduğun en güzel romanlardan; ama düşünmeden ve sormadan edemiyorum: Neden hak ettiği ilgiyi bulamıyor?
                                                                                            (19 Mart 2017 – Bodrum)



25 Ekim 2017 Çarşamba

Ağrı Eşiği
Hamit Kalyoncu
Ağrı Eşiği-2016, Ferhan Topçu’nun 4. Romanı. Daha önce: Şifre Giz’li- 2011, Aşk Olsun-2013, Aşk Engelli-2014 romanları, Kurgu Kültür Merkezi tarafından yayınlanmıştı. Tarihlere bakınca Ferhan Topçu’nun çalışkanlığı ve üretkenliği de çıkıyor ortaya. Ben, Aşk Engelli ile tanımıştım Topçu’yu. Romanda ülkemizde üzerinde pek durulmayan, “sağlam” iken, yaşadığı bir kaza ile gerçekten “engelli” olan bir kişinin, yaşama sevincini körükleyen yaşama umudundan, ruhsal dünyasından, duygusal ilişkilerinden, zor koşullardaki yaşama güçlüğünden kesitler veriliyordu. Romanın gerçek kahramanı ise Bakacakkadı beldesinde yaşıyordu. Merakla okumuş, yeni bakışlar, anlayışlar öğrenmiştim. Okuyucuya rahatlıkla önerilecek bir roman izlenimi bırakmıştı bende.

*****
Ağrı Eşiği romanı, içeriği itibariyle ilgiyle okuduğum bir roman oldu benim için. Çünkü roman, sadece Ağrı Dağı’na tırmanma ve zirve yaptıktan sonra aşağı inmenin anlatıldığı bir macera kitabı değil. Özellikle dağcı grubun inişte PKK’lı teröristler tarafından gözaltına alınması ile birlikte “bir özel hesaplaşma”nın da ortasında buluyorsunuz kendinizi. Romanın gerçek başkişisi Kemal öğretmenin, “avukatlık” yapan bir öğrencisiyle tırmandığı dağda, Adıyaman’ın bir köy okulunda öğretmenlik yaptığı yıllarda okuttuğu bir başka öğrencisiyle “terörist” olarak karşılaşması, romanın en dramatik bölümlerinden biriydi bana göre.

Ferhan Topçu, “aydın” nitelemesini çok hakeden bir yazar olarak çıkıyor önümüze. Özellikle romanında yurdumuzun insanını boğan, kanını-canını alan PKK terörü ile boyutlanan sorunlarına ne gözünü kapamış ne de duymazdan gelmiş. “güven” duygusuyla vicdanının, aklının sesini dinliyor ve “aydın duyarlığı” ile gerek ideolojik düzeyde, gerekse yaşanılan bölgenin sorunlarını içselleştiren bir yaklaşım içinde, cesaretle sorunun üstüne gidiyor, neşteri vuruyor.

Yazar Topçu bu konuda şunları söylüyor: "Yaşadıklarımın yanında kitabın, yazının, edebiyatın hiçliğinin ağırlığı Ağrı kadar dağ olmuş beni eziyordu. Oysa edebiyatın yaşamı yeniden yoğurup şekillendirdiği söyleniyordu. Teorinin, pratiğin önüne geçerek gerçeğin görünmeyen özünü gösterdiğini, hayatın akışına yön verdiğini düşünüyordum. Sorumluluğumun bilincindeydim; yazdığım her kelimeyi cümleyi aklımın-mantığımın süzgecinden geçirdim, bilginin derinliklerine daldım, yetmedi vicdanımın sesini dinledim. Beynimin durduğu, yüreğimin yorulduğu anlar oldu. Birçok kez yazmaktan vazgeçtim, her seferinde ülkemin en önemli sorununa kayıtsız kalmayı kendime yediremedim, yeniden döndüm romana. Ama tüm bunlar gerçeğin karşısında hiçmiş meğer...". Dağdaki gerçek ise, teorinin, ideolojinin çok önünde/ötesinde karanlığı yırtan kurşunlarla yazıyordu kendi pratiğini. Zira, Topçu’ya göre; “Emperyalizm hesaba katılmadan yapılan tüm tahliller ve tespitler temelden yanlıştır.”

Yazar Ferhan Topçu, kitabın daha hemen başında, okuyucunun konuyu geniş boyutlu anlayabilmesi için 5.Aralık.1989 tarihli Uğur Mumcu yazısından da M.Kemal Atatürk’ün konu ile ilgili görüşlerini aktarmış. Böylece konu üzerindeki çeşitli görüşleri bir araya getirerek bütünlük sağlamaya çalışmış.

*****
Ağrı Dağı’na tırmanan 10 kişilik grubun üyeleri kuşku yok ki hepsi de ayrı karakter yapısına, ayrı duygu ve düşünceye sahipler. İçlerinde 3 de turist var. Yaşanılan olaylar karşısındaki tepkileri de doğaldır ki birbirinden farklılıklar gösteriyor. Ancak yazar, bu yapı içinde bile romanın başkişisi Kemal öğretmen dışında hepsine eşit şekilde yer vermiş. Roman kişilerinin farklı doğal davranışlarının yanında çeşitli olaylar karşısındaki ruhsal karmaşaları da çok başarılı bir şekilde verilmiş.

Yazar Topçu, anadilimiz Türkçe’yi de çok başarılı kullanarak rahat, kişiyi yormayan bir anlatıma ulaşmış; “Zirvedeyim…Güneşi kucaklıyorum…Güneşin ışınlarını soluyorum...Işığın sesini duyuyorum…Türkiye’nin en yükseğindeyim…”. Ülkemizin destanlara, efsanelere, romanlara, öykülere, şiirlere, filmlere konu olan 5.165 m. yüksekliğindeki Ağrı Dağı’nın zirvesinden böyle sesleniyor yazar Topçu coşkuyla..

*****
Ağrı Eşiği romanı aslında 289. sayfada sona eriyor. Ancak, Ferhan Topçu’nun sözü bitmiyor. 35. Bölümde romanın başladığı Kireçlik koyuna dönüyor ve yazılanlara açıklamalar getiren bir 36
sayfa daha ekleniyor romana. Kdz Ereğli’nin soluk alma noktalarından biri olan Kireçlik koyu da bölge için önem taşıyor. Doğanın insanlara armağanı bu güzel koya “Termik Santral”yapımı projesiyle bölge insanının yaşamını tehdit etmeye başlıyor bazı rantçı kafalar. Av. Yakup Okumuşoğlu’nun uzmanlık düzeyindeki bilgi ve savunma desteğiyle konuya duyarlı insanlar “Ereğli Çevre Platformu” kurarak mücadele etmeye başlıyorlar. Yazar Topçu da bu etkinliğin içindedir. Orada tanıştığı Kemal Özsayan ise romanın başkişisi “Kemal öğretmen” olacaktır.

*****
Ağrı Dağı’nı ben ilk kez, 23 Nisan 1971 günü Doğu Beyazıt’tan doğru görmüştüm. Muhteşem bir güzellikti. “Anadolu’nun Tanrı’ya uzanmış eli” idi sanki ak-pak. Oradakilerin dediğine göre her zaman zirvesini göstermeyen dağ, o gün bütün görkemiyle karşımızdaydı. Büyüleyici bir güzellikti doğrusu. İkinci kez, 1993 Ekim’inde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni kızımın atandığı Kars’a giderken uçaktan doğru görmüştüm. Çok büyük, muazzam bir toprak/kaya kütlesi idi. Hemen yanında da Küçük Ağrı dağı. Diğer yandan Ferhan Topçu’nun geçen yıl paylaştığı Ağrı tırmanışı fotoğraflarını hatırlayarak romanı okumuştum. Böylece sanki olayların yakın izleyicisi durumuna gelmiştim. Bu durum da ayrı bir tat vermişti okumalarıma.

Yazar Topçu’ya ayrıca, “Anadolu’nun Tanrı’ya uzanmış eli” cümlesini/dizesini kullanırken beni de romanının bir paragrafında konuk ettiği için özel olarak da teşekkür ediyorum.

Ağrı Eşiği romanı okunmalı. Romanda anlatılanlar; bizzat bölgeye gidilerek, çevreyi inceleyerek, 5.165 metre yüksekliğe tırmanarak, görerek, hissederek, duyarak, olayları birebir yaşayarak yazılmış bir roman çünkü. Yazar daha önceki kitaplarıyla da iyi bir anlatım yakalamış. Anadilimizi temiz ve pürüzsüz kullanışı da deneyiminden ve mesleğinden geliyor. Roman özellikle ülkemizin yıllardır yaşadığı “terör sorunu”nu da tarafsızca enine boyuna tartışıyor. Çünkü, 298.sayfaya aldığı Malcolm X ‘in şu sözlerini rehber edinmiş kendine; “Ben hakikatin peşindeyim; kimin söylediği önemli değil. Ben adaletin peşindeyim; kimin için ve kime karşı olduğu önemli değil.”. Ağrı Dağı ve Ağrı Dağı’nın gövdesinde yapılan özel hesaplaşmayı bir de bu gözle irdelemeye ne dersiniz?
(Hamit Kalyoncu hocamın bu yazısı Kurgu Kültür Merkezi Yayınları'nın çıkardığı dergide de yer almaktadır.)

19 Ekim 2017 Perşembe

REKTÖR
                                                                                        Ali Deliak’ın anısına...
Okuldan çıkınca hemen sahile iniyorduk. Eşim de ben de kısa sürede Çınaraltı’nın aşığı olmuştuk. Oysa Ereğli’de daha birinci ayımızı doldurmamıştık. İkimiz de öğretmendik. Devlete atamamız yapılmayınca özel okullarda şansımızı denemek istedik. Birkaç yere başvuruda bulunduk. Ereğli’den çağrılınca kalkıp geldik. Ereğli’yi de okulumuzu da çok sevdik. Ankara’dan sonra denizi olan bir kente gelmek mutluluğumuza mutluluk kattı.
Ereğli’nin sahili çok güzeldi. Yürüyüş için de uygundu. Belediye, sahil şeridine iki kilometre uzunluğunda yürüyüş ve bisiklet yolu yaptırmış. Haftanın en az üç günü sahilde yürüyorduk. Hafta sonlarında Çınaraltı’nın klasiği simit, keş ve çayla yapılan kahvaltıyı da söylemeden geçemeyeceğim. Eğer Ereğli’ye gelirseniz mutlaka uğrayın Çınaraltı’na. Haklı olduğumu göreceksiniz.
Son günlerde her akşam inmeye başlamıştık sahile. Sevimli küçük bir köpekti bizi sahile çeken. Zeynep, köpekleri çok sever. Evlendiğimiz günden beri köpek almamız için ısrar ediyordu. Köpekleri ben de severim, ama bakımının zorluğunu da bilirim. Zeynep’in beni ikna etme çabalarını büyük bir ustalıkla savuşturuyordum; ta ki bu haftanın başında o sevimli küçük köpekle karşılaşana kadar.
Köpeği yaşlı bir adam gezdiriyordu. Zeynep’in o anki heyecanını görmeliydiniz. Bıraksam gidip köpeği kucaklayabilirdi. Kızıl kahverengi tüylerini sallayarak koşarken gerçekten güzel görünüyordu köpek. Cocker cinsi dediklerindendi, uzun kulakları vardı. Başı önde koşarken kulakları yere değiyordu. Zeynep peşlerini bırakır mı, elimden tutmuş asılıyordu. Bir an kendimi yaşlı adam gibi hissettim. Köpek de tasmasıyla yaşlı adamı sürüklüyordu. Daha çok, bisiklet yoluyla kaldırım arasındaki çimenlik alanı tercih ediyordu. Sahil boyunca ziyaret edeceği onlarca çeşit ağaç vardı: çam, ıhlamur, palmiye, çınar, manolya, iğde, dut, gülhatmi, akasya... Saymakla bitmez!  Bir akşam Zeynep’le iş edinip ağaç çeşitlerini not etmiştik. Bize en ilginç gelen de çamın her türünün bulunması oldu...
Onlar hızlanınca biz de hızlanıyorduk. Neyse ki köpeğin arada bir duracağı tutuyordu da dinlenebiliyorduk. Bu şekilde Herkül Heykeli’ne kadar geldik. Yaşlı adam karşılaştığı biriyle ayaküstü konuşmaya dalınca biz de anlamsız bir şekilde orada dikilmeye başladık. Bu durum beni rahatsız etti, adamın dikkatini çekebilirdik. Zeynep de bana hak verince Çınaraltı’na doğru yürümeye devam ettik.  Çınaraltı’na geldiğimizde adamla köpek koşar adımlarla yanımızdan geçtiler. Gidip Hicabi’nin çay bahçesinde en uçtaki boş bir masaya yerleştiler. Oradan daha öncede geçmiştik, ama hiç dikkatimi çekmemişti; oturdukları daracık yerde sekiz tane kocaman çınar ağacı vardı. Ağaçların iri gövdelerinin aralarına da üç tane masa sığdırılmıştı. Ereğli’ye geldiğinizde çınarlardan neden bu kadar fazla söz ettiğimi siz de anlayacaksınız. Ereğli’deki çınarların birçoğu Fatih Sultan Mehmet döneminde, İstanbul’un alınışının anısına dikilmiş. Her birinde “Anıt Ağaç” tabelası var...
O günden sonra akşamlarımızın vazgeçilmezi oldu yaşlı adamla köpeği izlemek. Yürüyüşleri bitip oturduklarında biz de onlara yakın bir masaya geçiyorduk. Zeynep gidip yakından sevmek istiyordu köpeği ama cesaret edemiyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de işime geliyordu bu durum. Biliyordum ki köpekle yakınlaşma başıma iş açacaktı. Ama insan bir yere kadar kaçabiliyor başına geleceklerden! Sonunda, Zeynep kolumdan çekerek adamla köpeğinin yanına götürdü beni.
“Köpeğinizi sevebilir miyim?”
“Anlayamadım!”
Zeynep’in sorusunu duymamıştı adam. Ya da ters biriydi. Zeynep’le göz göze geldik. Ben “Durup dururken başımıza iş açacaksın Zeynep,” dercesine bakarken, o, “Ne olur ne olur!” diye yalvarıyordu gözleriyle.
“Eşim köpeğinizi sevmek istiyor,” dedim.
“Tabii sevebilir. Korkmayın ısırmaz,” dedi gülümseyerek.
Uzaktan bize çok yaşlı gibi gözüken adam tahminen ellili yaşların ortasındaydı. Uzun ve beyaz sakalları bizi yanıltmıştı. Zeynep eğilip köpeğin başını okşadı. Okşarken de sevgi sözcüklerini arka arkaya sıralıyordu. Köpek de gördüğü ilgiye kayıtsız kalmıyordu. İkisi de hayatlarından memnundu!
“Adı ne?” Zeynep’in bu sorusu da karşılıksız kalmıştı. Zeynep tekrarlayınca adam gülümseyerek “Rektör,” dedi.
“Rektör mü?” İkimiz de aynı tepkiyi vermiştik. İsim bize garip gelmişti, bir köpekte ilk defa duyuyordum.
“İlginç bir isim,” diyebildim.
“Sahibi çok akıllı ve zeki olunca köpeğinin adını da Rektör koyar tabii.”
Kendini beğenmişin teki, diye içimden söylenirken, “Arkadaşımın köpeği,” diye ekledi adam. 
Beni de içine çekmişti köpek muhabbeti. Adam ve köpeğinin gizemli halinden etkilenmemek mümkün değildi. Yanılmadığımı adamı dinledikçe anlayacaktım. Eminim ki herkesin köpeklerle ilgili dinlediği birçok hikâye vardır. Bizi hayrete düşüren sadece adamın anlattığı hikâyeler değil, bizzat gözlerimizle görüp tanıklık ettiğimiz olaydı...
“Ayakta kaldınız, oturun,” deyince adam, masaya iyice yerleştik.
“Teşekkür ederim, benim adım Fatih, eşim Zeynep...”
“Soyadı da Deliak, Rektör Deliak, Facebook’ta sayfası da var.”
Tanışma faslımıza bu şekilde yanıt vermesine bozuldum. Ben ne diyordum o ne diyor? Adamın kulağındaki işitme cihazını fark edince anladım başından beri anlaşmakta neden zorlandığımızı. Zeynep’in ne benimle ne de adamla ilgilendiği vardı. O, Rektör’le ilişkiyi ilerletmenin derdindeydi. Sahilden gelip Hicabi’nin Çay Bahçe’sine giden yaya yolunun yanındaydı masamız. Bu nedenle gelip geçenlerin selamlarına da yarım yamalak yanıtlar veriyordu adam. Konuşurken yüz hali ve mimikleri çok değişikti. Hani derler ya görmüş geçirmiş insan, tam karşımdaki adama uygundu bu sözler.
Rektör sevilmekten yorulunca başını iki ayağının arasına alıp ayaklarımızın dibine uzandı. Bir edebiyat öğretmeni olarak içinde bulunduğumuz mekânı ve anı betimlemeyi çok isterdim. Keşke Sait Faik’in yazma yeteneği bende de olsaydı! İki metre ötemizde çekeklere çekilmiş balıkçı kayıkları, limanın durgun masmavi ışıltısı, çınarların yapraklarından süzülüp gelen esinti... Ve önümüzde tavşankanı çaylar...
Zeynep’in sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrıldım. “Neden soyadı Deliak?” Zeynep sandalyesine otururken sormuştu sorusunu. Adamdan yanıt alamayınca soran gözlerle bana baktı. Ben kulağımı gösterdim anlasın diye. Ama adam cin gibi, hemen fark etti.
“Biraz yüksek sesle konuşursanız daha iyi duyarım,” dedi gülerek.
“Soyadı neden Deliak?” diye sordum. Bu sefer duymuştu.
“Arkadaşımın soyadı Deliak, köpeğe kimlik alırken öyle yazdırmış.”
“Her akşam siz gezdiriyorsunuz...”
Sözümü bitirmeden araya girdi.
“Arkadaşım on beş gün önce vefat etti. Her akşam kendisi gezdiriyordu...”
Sesinin titrediğini fark edince üzüldüm.
“Başınız sağ olsun, istemeyerek acınızı tazeledik...”
“Önemli değil...” Sustu, başını geriye doğru çekip şöyle bir baktı bize. “Aslında benim köpeğe alerjim var, mecburen bana kaldı...”
“Arkadaşınızın kimsesi yok mu?”
“Var... Ali’nin muhasebe bürosu vardı, oğlu işin başına geçti, bu aralar çocuğun işleri yoğun, bana kaldı Rektör’ü gezdirmek. Geç çıkıyor işten Mehmet. Rektör, Ali’nin bize emaneti...”
“Anladım...” Zeynep bir şey söyleyecekti ama adam konuşmaya devam etti.
“Benim köpeklere karşı alerjimin olduğunu üç yıl önce öğrendim. Nasuh Mitap’ın cenazesine Kırklareli’ye Ali’nin arabasıyla gittik. Arabanın önü doluydu, ben arkada Rektör’le yolculuk ettim...” Bizim soran bakışlarla baktığımızı görünce açıklama gereği duydu. “Nasuh Mitap 1978 kuşağının devrimci önderlerindendi, Kırklarelili olduğundan oraya defnedildi.”
“Cenazeye Rektör’ü de mi götürdünüz?” diye sordu Zeynep.
“Ali’nin çocukları İstanbul’daydı, Rektör’ü yalnız bırakmak istemedi. Yol boyunca kaşındım, aksırıp tıksırdım. Asıl ben size, orada Rektör’le Ali’nin yaşadıklarını anlatayım.”
Ben içimden bir of çekerken Zeynep’e baktım. Onun keyfi yerindeydi. Dirseğini masaya dayamış, eli çenesinin altında, dinlemeye hazırdı. Adamın anlatacağı hikâyeyi kim bilir kaç kez de o anlatacaktı. İçimden bir his köpek almaktan kaçışımın olmadığını söylüyordu bana.    
“Sanki bütün Trakya ayağa kalkmış. Cenaze törenine katılmak için binlerce insan yollara dökülmüş. Kırklareli’ne geldik. Yollar dolu, ortalık ana baba günü, arabayı park edecek yer bulabilirsen bul. Kentin birkaç yerine taziye çadırları kurulmuştu. İlk defa böyle bir cenaze töreni görüyordum; şehrin tamamı Nasuh Abi’nin cenazesini sahiplenmişti. Tören alanına yaklaştığımızda Ali bizi arabadan indirip park yeri aradı...”
“Rektör?”
Zeynep’in sorusuna gülerek yanıt verdi adam.
“Onu arabada bıraktı. Camları aralık bırakmış. Rektör alışık buna.”
“Yabancı yerde tehlikeli olmaz mı?”
“Dediğiniz gibi, aynı kaygı Ali’de de vardı. Tören bitti, döneceğiz, ama arabayı bulamıyoruz. Ali’yi görmeliydiniz, bir sağa bir sola koşuyor, bir yandan da ‘Rektör! Rektör!’ diye bağırıyordu. Rengi mengi uçmuştu. Daha önce onu bu halde hiç görmemiştim. Ali aslında çok sakindir...”
Adam, o anı yaşar gibi anlatıyordu. Hızlı konuşurken zorlanıyor gibiydi. Zeynep’in yüzünü görmeliydiniz bir de, dokunsalar ağlayacaktı. Neyse ki adam anlatımını gülerek bitirdi.
“Ali arabanın önünde duruyor, ama farkında değil. Durumunu siz anlayın. Hemen kapıyı açtı, Rektör’le kucaklaşmalarını görmeliydiniz. Birbirlerine öyle bir sarılışları vardı ki...”
Rektör’ün inlemesiyle üçümüz de başımızı köpeğe çevirdik. Yattığı yerden kalkmış masanın etrafında dolanıyordu. Bir yandan da inleme sesleri çıkarıyordu.
“Ağlıyor, anladı” dedi adam. “Rektör, sakin ol oğlum, gel yanıma...”
Köpek sakinleşince masaya sessizlik çöktü. Eşimin gözleri nemlenmişti. Diyorum ya bugünün sonu hayırlı değil diye... Köpek de ağlar mı? Kim bilir hayvanın ne derdi vardı. Zeynep içimden geçenleri okumuştu.
“Basbayağı ağladı Rektör, Fatih. Konuşulanları anlıyor sanki. Sahibini merak ettim...”
“Çok farklı biriydi, sosyalist bir partinin il başkanlığını yapıp aynı zamanda da her kesimden insanın sevgisini, saygısını kazanmak kolay değildir. Cenazesini görmeliydiniz, çok kalabalıktı...”
“Hayvan seven insanlardan kimseye zarar gelmez...” Zeynep’in söylediklerine aldırmadan konuşmaya devam etti adam.
“Ali, Ereğli Fenerbahçeliler Derneği yönetim kurulundaydı, onun bir de Fener Bahçe’yle ilgili bir anısı var... Yok, ben size Ali’nin Rektör’ü ne kadar çok sevdiğini gösteren olayı anlatayım.”
“Hepsini anlatın, biz dinleriz; değil mi Fatih?”
Dinleriz tabii!..
“Ali, bir gün sahilde Rektör’ü gezdiriyormuş. Boşta gezen bir pitbull Rektör’e saldırmış...”
“Aman!.. Off ya neden tasmasız gezdirirler ki?”
“Pitbull koca bir köpek, doğrudan Rektör’ün ensesinden kapmış. Ali hemen atılmış üzerlerine, Rektör’ü kurtarmak için kendi kolunu pitbullun ağzına sokmuş, ayırmaya çalışmış. Köpeğin bırakacağı yok, boğuşma anında Ali’yi de birkaç yerinden ısırmış...”
“Vah vah, yazık... Bir babanın çocuğuna kendini feda etmesi gibi...”
“Rektör’le pitbullun arasına girdiğinde Ali bakmış olmuyor, köpeğin arka ayağına tüm gövdesiyle abanmış. Çatırtı sesinin duyulmasıyla pitbullun ciyaklayarak kaçışı bir olmuş. Ali biliyormuş köpeklerin en hassas yerinin bacakları olduğunu.”
“Köpeğin bacağı mı kırılmış?”
“Evet! Ne yapsın? Ali Deliak deyince anlatacak çok şey var...”
Ölen sahibinin ismini duyan Rektör başladı inlemeye, inlemek değil bildiğimiz ağlama sesi... Köpek ağlıyordu. İnanılacak gibi değildi, inanın gözlerimle görmesem inanmazdım. Rektör’ün gözlerinden akan yaşlar beni de etkiledi. Benim de gözlerim doldu. Zeynep’in iç çekişleri köpeğin inlemelerine karışınca adam ayağa kalktı.
“Biraz dolaştırayım. Arada bir böyle oluyor. Veterinere götürüyoruz iğneye, öyle rahatlıyor... Daha dün iki iğne yaptırdık...” Köpeğin çekiştirmesiyle sandalyesinden kalktı. “Kusura bakmayın, hep ben konuştum, yarın yine buralarda olurum. Adım Çetin...”
Adam lafını tamamlayamadan Rektör’ün ardından sürüklenircesine yürüdü. Arkalarından öylece bakakaldık. Zeynep ağlıyordu, eşimin gözlerinden akan yaşlar, uzun siyah kirpiklerindeki rimele karışmıştı...
Hikâyenin sonunu anlatmama gerek var mı? Şimdi evimizde iki aylık minik bir köpeğimiz var, adı Rektör...
                                                                                     (EYLÜL 2017 / AKBÜK)






15 Ekim 2017 Pazar

ZİKİRMATİK

19 Mart 2016: İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde kendini patlatan canlı bomba üç İsrailli ve bir İranlı turistin ölümüne neden oldu...
Canlı bomba eylemlerinin bende yarattığı korku hayatımı zindana çevirmişti. Yaşadığım duruma evham, kuruntu, vesvese, kuşku, ne derseniz deyin fark etmez. Ben ben olmaktan çıkmış, korkunun esiri olmuştum. Nerede, ne zaman bir bombalama olayı yaşanmış, ezbere bildiğimi söylersem sanırım durumumu daha iyi açıklamış olurum. Sadece bilmekle kalsam neyse, aylar-yıllar önce meydana gelmiş bir patlama, olmadık zamanlarda aniden aklıma geliyordu. Bu da yetmiyor, kafamda, benim de içinde bulunduğum senaryolar yazmaya başlıyordum. Şimdi olduğu gibi... Ölmek neyse de kolu bacağı kopmuş şekilde yaşama olasılığı daha bir korkutuyordu beni. “Bu kadar çok kuruntu etme, bir gün başına gelir,” dediklerinde çok öfkeleniyorum. Sanki benim elimdeydi düşünmemek...
 Boğucu hava, o gün yaşayacağım olayın habercisiydi sanki. Nem ve sıcak İstanbullulara nefes aldırmıyordu. Oldum olası sıcak havaları sevmem, mecbur kalmadıkça böyle zamanlarda dışarı çıkmam. Ofisimde klimanın altında keyif çatarken bir müşterimden telefon geldi. Bir tanıdığı iş vermek istiyormuş. Epeyce uzun sürecek reklamdan söz ediliyordu. Hemen gelmemi istediler. Normal koşullarda ağırdan alırdım, ama bu iş kaçırılacak cinsten değildi. İşler kötü giderken nazlanmanın bir âlemi yok, deyip ofisimden çıktım.
Gideceğim yer Taksim’deydi. Arabamla oraya gitmem çok zordu. İstanbul trafiğinde saatli randevulara özel arabanızla gitmek cesaret ister... Metrobüs durağı iş yerime yakındı. Şansıma fazla beklemedim. Aslında kolay kolay toplu taşıma araçlarını kullanmam, üstelik böylesine vesveseliyken. Metrobüse binince kendime kızdım, neden bir taksi çevirmemiştim? Aceleciliğim başıma hep iş açar. Şimdiki gibi! Diyeceksiniz ki Afrika sıcağına mı çıktın da bu kadar mızırdanıyorsun? Asıl sıkıntım sıcak değil ki, kalabalıklarda bulunmak.
17 Şubat 2016: Ankara'da Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait bir servis aracı hedef alındı. TBMM'den beş dakika uzaklıkta patlayan bombalar 28 kişinin canına mal oldu, 61 kişi de yaralandı.
Canlı bomba eylemlerinden sonra kalabalık içine girmiyordum. Daha doğrusu giremiyordum. Sokakta etrafıma üç beş kişi toplansa anında betim benzim atıyor, ter içinde kalıyordum. Panik atak dedikleri hastalıkla da böyle tanıştım. Bir haftadır psikologa gidiyorum bu nedenle. Doktorum, atlatırsın diyor, ama bana pek öyle gelmiyor.
 Metrobüse Maslak Atatürk Oto Sanayi durağında binmiştim. İçerisi fazla kalabalık değildi. Birkaç tane boş koltuk bile vardı. Ben ayakta dikilmeyi tercih ettim. Önce rahattım, kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Her zamanki sıradan günlerden farkı yok bugünün, birazdan hiçbir şey olmadan ineceksin metrobüsten. Gidip sözleşmeyi yapacak, işi alacaksın, sakin ol Murat! Daha neler neler demiyordum ki içimden. Ama fazla direnemedim; lanet olsun, nerden bindim ben buna diye kızmaya başladım kendime. Sağ yanımda oturan çarşaflı kadını görmüştüm. Sanki benim inadıma birileri kadını getirip oraya oturtmuştu. Yanlış anlamayın, çarşaflı kadınlarla bir sorunum yoktur benim. İsteyen istediği gibi giyinebilir. Bizim kuşak böyle şeylere takıntılı değildir. Yaşım yirmi sekiz. Üniversitede anlatırlardı, bizden önce başörtüsü eylemleri olurmuş. Duyduklarımıza gülerdik. Gerçi şimdi de tersi kaygılar çok konuşuluyor; yarın öbür gün bir de bakmışsın ki sokağa başı açık çıkmak için kadınlar eylem yapıyorlar...
20 Temmuz 2015: Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde düzenlenen bombalı saldırıda 34 kişi hayatını kaybetti, 100’den fazla kişi de yaralandı. Saldırıda Suriye’nin Kobani kentine yardım götürmek isteyen solcu gençler hedef alındı.
Çarşaflı kadının yüzü kapalı değildi. Dudaklarının kıpırdadığını, bir şeyler söylediğini fark ettim. Dua ediyordu herhalde... Ama... Yanıp sönen kırmızı noktayı gördüğüm anda dizlerimin bağı çözüldü. Kadının elinde küçücük bir alet vardı. Başparmağı aletin üzerindeydi. Kadının dudakları bazen daha hızlı oynuyordu. Her zamanki gibi tepeden tırnağa su içinde kalmıştım. Ama böylede hiç terlememiştim. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Bağırmayı, insanları uyarmayı düşündüm. Ya yanılıyorsam... Durduk yere panik yaratacaktım. Hayır, yanılmıyordum, gördüklerimin başka bir açıklaması yoktu; kadının parmağı bomba düzeneğini ateşleyecek düğmenin üzerindeydi, gözlerimle görüyordum. Birazdan bombayı patlatacak... Yarın çıkacak gazetelerdeki manşetleri okuyabiliyordum. Kurbanların arasında benim de ismim vardı! Kaçamamıştım işte, beklediğim o korkunç son başıma geliyordu. Kadının yanından uzaklaşsam, kaçsam belki sağ kalabilirim. Ayaklarımı kıpırdatamıyorum ama... Ya kolsuz bacaksız kalırsam?..
8 Eylül 2015: Iğdır'da zırhlı polis aracına düzenlenen bombalı saldırıda 13 polis memuru hayatını kaybetti.
Metrobüs, Gayrettepe durağında durduğunda kendimi dışarı attım. İlk gördüğüm duvarın üzerine külçe gibi çöküp kaldım. Hareket eden metrobüsün ardından bakarken ağlamaklıydım. Ne sözleşme, ne de iş umurumda değildi. Yeter ki bacaklarıma can gelsindi! Bir saate yakın elimde telefon, sürekli son dakika haberlerine baktım. Her seferinde “Son Dakika- Flaş Haber” yazısını gördüğümde, işte bu, diyordum. Eğer telefonum çalmasaydı bekleyişim daha çok sürerdi. Arayan müşterimdi, nerde kaldın diye soruyordu. Sesimden durumumum iyi olmadığını anlayınca neyin var, diye sordu. Ben de yaşadıklarımı ayrıntısıyla anlattım.
“Sen çok yaşa emi! Sözünü ettiğin alet zikirmatik, zikir saymaya yarıyor.”
Ne mi yaptım; acı acı güldüm. Son yıllarda ne kadar çok acı acı güldüğümü fark ettim o an...
10 Ekim 2015: Ankara'de tren garının önünde meydana gelen saldırı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı terör saldırısı oldu. Barış Mitingi düzenlemek amacıyla toplanan kalabalığın arasında art arda patlayan iki bomba, 109 kişinin ölümüne neden oldu. Saldırıda 500'den fazla kişi de yaralandı.
                      (Ekim 2016 Bodrum / Ekim 2017 Kdz.Ereğli)