GİZEMLİ ADAM
Tam bir yıl önceydi. Yine bir nisan sabahıydı. Hayatının
en dalgalı, en bunalımlı günlerini yaşıyordu. On yıllık ilişkisini bitirmiş,
inzivaya çekilmişti. Öfkeliydi, huzursuzdu, sıkıntılıydı; bir yerde uzun süre
duramıyordu. Kapalı yerlerde kalmak boğuyordu onu. İşe gitmediği zamanlarda
evinin karşısında, deniz kıyısındaki parka atıyordu kendini. Bir bankta oturup
saatlerce Marmara’nın mavi sularına dalıp gidiyordu. Ayrılığı bir türlü içine
sindiremiyordu. On yıllık birliktelik bir anda bitmişti. Koca bir on yıl! Abartıyor muydu yoksa? Çevresinde yirmi
yıllık, otuz yıllık evliliklerini bitirenler vardı. Kırklı yaşlara merdiven
dayamış bir kadın için ayrılığın ne anlama geldiğini acı bir tecrübeyle
öğrenmişti. Yedi şiddetinde bir deprem yaşamışçasına sarsılmıştı. Aradan geçen
bir yıla karşın depremin artçı sarsıntılarından hâlâ kurtulamamıştı. Bu gidişle
kurtulacağa da benzemiyordu.
Sevgilisinden yeni ayrılmış bir kadının, üstelik
ruhsal sorunlarıyla boğuşurken, dönüp bir erkeğe bakacağını ve onu delicesine
merak edeceğini hiç ummazdı. Büyük konuşmayacaksın derler ya, haklıymışlar.
Buraya geldiğinden beri, parkın diğer ucunda, denize bakan bir bankta oturan
adamdan gözlerini alamıyordu. Kısa saçlı, uzun boylu bir adamdı. Tahminen
kırklı yaşların ortalarındaydı. Saçlarına kırlar düşmüştü. Elindeki simidi
parçalara ayırarak güvercinlere atıyordu. Güvercinler ürkekti, adamın
ayaklarının dibine düşen simit parçalarını almak için olmadık numaralar
yapıyorlardı. Bazen adam avucuna koyduğu kırıntıyı güvercinlere uzatıyor, güvercinler
gelip alsınlar diye beş on saniye kıpırdamadan bekliyordu. Adamı ve güvercinleri
izlerken kendinden geçiyordu. O an aklına ne işi, ne sorunları, ne de hüsranla
biten aşkı geliyordu.
Yarım saattir buradaydı, artık gitmesi gerekiyordu,
evde bekleyenleri vardı. Adamın yerine o sabırsızlanıyordu. Güvercinlerden
birinin gelip simit parçasını bir an önce almasını adamdan çok o istiyordu. Sonunda
bir güvercin üç dört kanat çırpışıyla adamın avucuna ulaştı, simidi kaptığı
gibi havalandı. Adam büyük bir zafer kazanan kumandan edasıyla ayağa kalktı. İki
elini birbirine vurarak avucunda kalan son simit kırıntılarını da silkeledi.
Sonra yürüyüp parktan çıktı. Adamın arkasından bakakalmıştı. Onu parktan çıkana
kadar gözleriyle takip etti. Hafiften kamburunu çıkarmış, başı önde yürüyordu.
Hayatında hiç görmediği bir adamdan böylesine etkilenmek garibine gitmişti.
Uzaktan yüzünü iyi görememişti, ama düzgün fiziğini tamamlayan bir
yakışıklılığı olduğunu tahmin etmek zor değildi. Gizemli bir adamdı…
Adamı görebilirim umuduyla her sabah işe gitmeden önce
ve akşam iş dönüşlerinde parka şöyle bir uğruyordu. Adam hafta sonları, sabah
saatlerinde parka geliyordu. Diğer zamanlarda ise arada bir rastlıyordu ona. Adam
daha ellisinde bile değildi, büyük ihtimalle onun da bir işi vardı. Sabah akşam
durmadan parka gelecek değildi ya! Adamın işini merak ediyor, kendince ona uygun
meslek bulmaya çalışıyordu. Bir gün veterinerliği yakıştırırken, başka bir gün masa
başı işini uygun görüyordu. Gizemli adam her boş vaktinde parka koştuğuna göre
tüm gününü kapalı bir ortamda geçiriyor olmalıydı. Stres ve yorgunluktan kurtulabileceği
cennetten bir köşeydi burası. Belli ki ince ruhlu bir adamdı. Bazıları iş
çıkışı bara gitmeyi -iki tek atıp gevşemeyi- tercih ederdi, tıpkı eski erkek
arkadaşı gibi… Yine yüreğinde o artçı
sarsıntılardan birini hissetti…
Gün geçtikçe cesareti artıyordu. Her seferinde biraz
daha yaklaşıyordu adama. Çok değil birkaç güne, adamla aynı bankta
oturabileceğini tahmin ediyordu. Hayali bile yetiyordu heyecanlanmasına. Bu
halleri garibine gidiyordu. Çekingen bir kadın değildi, ama nedense bu gizemli
adamın yanında tuhaflaşıyordu. Bitirdiği bir ilişkinin hemen ardından başka bir
adama yakınlaşmayı kendine yediremiyor olabilirdi. Aslında yeni bir ilişkiye de
hazır değildi. Düşünmek bile istemiyordu. Öyleyse neydi onu adama çeken? Gizem
ve merakın çekiciliği mi yoksa?
Sonunda gizemli adamın birkaç metre ötesindeki banka kadar
gelebilmişti. Ondan tarafa bakarken onu izlemiyormuş havası veriyordu. Orada
olduğu sürede bir kez bakışları kesişmişti. Adam hemen mahcubiyetle sırtını
dönmüştü. Yeşille ela arasıydı gözlerinin rengi gizemli adamın. Yoksa mavi
miydi? Anlayamamıştı. Bir erkekte ilk defa böylesine değişik ve güzel göz rengine
rastlıyordu. Sadece göz rengi değildi adamı özel kılan; banka oturuşu, hareketleri,
her şeyiyle farklıydı. Naif ve zarif bir erkek ona çekici gelmezdi. Ama bu adam…
Tabii ya, tüm mesele bu iki kelimede saklıydı. Annesi, ablası, arkadaşları onu
uyarmışlardı, kusur sende değil karşındaki adamda demişlerdi. Dinlememişti
onları, daha doğrusu kendine itiraf edememişti...
Delice bağlı olduğu sevgilisi, adam gibi adamdı!
Dobraydı, lafı dolandırmaz, aklından geçeni pat diye söyleyiverirdi. Kaslıydı,
adaleliydi, yüz hatları kemikliydi. Tam onun istediği gibiydi kısacası.
İlişkileri başladığında ablası, en yakın arkadaşları uyarmışlar; sen bu adamla
yapamazsın demişlerdi. Dinlememişti kimseyi. İlişki ciddiye bindikten sonra da
herkes susmuş onay vermişti. Ta ki ayrıldıkları güne değin. Sanki herkes onun
ayrılmasını bekliyormuş gibi, önüne gelen, ben dememiş miydim diye başlıyordu
söze: “Basbayağı bir öküzle koca bir on yılı nasıl geçirdin?” Sahi nasıl
geçirmişti?
Geçmişe öyle bir gömülmüştü ki gizemli adamın parktan
gittiğini görememişti. Telaşla ayağa kalktı. Etrafına bakındı, görünürlerde
yoktu gizemli adam. Canı sıkıldı. Yoksa adam ondan rahatsız mı olmuştu? Bu
kadar mahcubiyet de fazlaydı ama! Belki adam evliydi ya da onun da benzer bir
derdi vardı. Öyle ya günlerce, gelip burada güvercinleri doyurması, başka nasıl
açıklanabilirdi? Belki de teselliyi kuşları beslemekte buluyordu… Güzel, alımlı
bir kadındı. Görenler dönüp bir kez daha bakarlardı ona. Sadece erkeklerin
değil kadınların da dikkatini çekerdi. Ama gizemli adam ona göz ucuyla bile bakmamıştı.
İlle de konuşması gerekmezdi, başını eğip bir selam verebilirdi pekâlâ. Kendini
beğenmiş, kasıntı bir tip dese, değildi. Kesinlikle öyle bir havası yoktu. Adı
üstünde gizemli adamdı! Ya da sıradan biriydi… Adamın ilgisizliği miydi onu
etkileyen? İlgisizliği içine hiç sindiremezdi…
Bir daha göremedi onu. Buhar olup uçmuştu sanki. Yoksa
bir hayal miydi? Bunalımlı günlerinde aklının ona oynadığı bir oyun muydu ya
da? Kimdi, ne iş yapıyordu, burada mı oturuyordu, yoksa misafir miydi? Yanıtsız
kalan o kadar çok soru vardı ki, artık başka bir şey düşünemez olmuştu. Gizemli
adamın görüntüsü belleğinde silikleşmiş; yeşil, ela, mavi karışımı gözlerini
anımsayabiliyordu sadece. Aşk demeye dili varmıyordu. Platonik aşka inanmazdı.
Öyleyse neydi bu tutkunun sebebi? Onun durgun, melankolik halleri yakınlarını
da kaygılandırıyordu. Annesi, ablası onunla konuşmaya çalışmışlardı. Onlara gizemli
adamdan söz edememişti. Ne diyecekti? Karşılıklı gelip iki laf etmediği birine,
karşıdan bakarak âşık oldum mu diyecekti? Gerçekten âşık mıydı?
Günler günleri kovaladı, aradan bir yıl geçti. Bir cumartesi
sabahıydı, erkenden kalkıp kahvaltısını etmişti. İçi bir hoştu, daha bir
umutluydu. İçine doğuyordu, bir yıl süren özlem sona erecekti. Parka gitmeden
önce köşedeki simitçiye uğrayıp iki simit aldı. Gizemli adamın yerine
güvercinleri çoktandır o doyuruyordu. Koşar adımlarla parka girdi, doğrudan
gizemli adamla özdeşleşmiş banka yöneldi. Bankta biri oturuyordu. Heyecanlandı,
kalbi göğüs kafesine sığmıyordu. Öylece kalakaldı, gözlerine inanamıyordu. Oydu,
gizemli adam…
Sanki aradan bir yıl geçmemişti. O hep oradaydı. Yine
elinde simit parçaları, karşısında güvercinler… Ne yapması gerektiğine karar
veremiyordu. Aklından delice düşünceler geçiyordu. Uzatmayacaktı bu sefer, doğrudan
adamın yanına gidecekti. Aynı banka oturacak ve güvercinleri birlikte besleyeceklerdi.
Belki konuşacaklar, çok iyi iki arkadaş olacaklardı. Sen bir yıldır yoktun, ama
ben güvercinleri aç bırakmadım. Senin yerine de onlara simit attım diyecekti.
Gizemli adam yeşil gözleriyle ona bakıp mavimsi gülümseyecekti… Teşekkür edecekti,
yanına yaklaşıp elini uzatacaktı. “Ben de seni bekliyordum, biliyordum beni
unutmayacağını…” diyecekti ela gözlerini kırpıştırarak…
Kararlı adımlarla yürüdü, gidip bankın ucuna oturdu. Gizemli
adama şöyle bir göz attı. Eğer kendisinden tarafa baksaydı bir merhaba
diyecekti, ama adam oralı değildi. Başka bir âleme dalıp gitmişti. Elindeki
simit parçalarını tek tek güvercinlere atıyordu. Her düşen parçanın üzerine
birkaç güvercin birden üşüşüyordu. Kırıntılar bittiğinde güvercinler telaşla
yiyecek aramaya devam ediyorlardı. Arada bir başlarını kaldırıp banktan onlara
uzanacak ele bakıyorlardı. Son simit parçasına sıra geldiğinde adam avucunu
kuşlara uzatıp beklemeye başladı. İşte o an yapmaması gereken bir davranışta
bulundu kadın, elindeki simitten birkaç parça kırıp güvercinlere attı.
Güvercinler parçaları kapmak için yarışırken adam başını çevirip soran
bakışlarla kadına baktı.
“Özür dilerim, tutamadım kendimi…” diyebildi kadın.
Adam hâlâ bakıyordu. Elayla yeşil karışımı gözlerinde
korku vardı, endişe vardı.
“Benim adım Dilek, sizi geçen yıldan anımsıyorum…”
Daha o, sözünü tamamlayamadan adam hızla yerinden
kalktı. Tam gidecekken durup banka baktı. Küçük kırmızı oyuncak arabasını aldı.
Sonra arkasına bakmadan hızla, çocuk adımlarıyla oradan uzaklaştı.
Adam, tam parktan çıkacakken yanına beyaz saçlı bir kadın
geldi. Kadınla adamın ayaküstü konuşmalarını şaşkın bakışlarla izliyordu Dilek.
Adam dönüp eliyle onu işaret etti. Beyaz saçlı kadın, gülümseyerek adama bir
şeyler söyledikten sonra Dilek’in yanına geldi. Dilek hemen ayağa kalktı. Yüzü
kızarmıştı, suçluluk hissediyordu. Bir açıklama yapmayı düşünüyor ama aklına
hiçbir şey gelmiyordu. Çaresizlik içindeydi.
“Ben emekli öğretmen Sabiha,” dedi beyaz saçlı kadın.
“Ben… Adım Dilek… Kötü bir…” Devam edemedi sözlerine.
Sesi çatallaşmış, gözleri dolmuştu.
“Kardeşim Necmi beş yaşındayken menenjit geçirdi…”
Tahminen altmış yaşın üzerinde görünen beyaz saçlı kadın, ne demek istediğimi
anladın değil mi, dercesine Dilek’e bakıyordu.
“Anladım…” diyebildi Dilek. Aslında neyi, nasıl
anladığını bilemiyordu. Yanlış bir şey söylerim korkusuyla başını önüne eğdi.
“Tanımayanlar onu bazen yanlış anlayabiliyor…”
“Şey… Çok özür dilerim hocam…”
“Özür dileyecek bir şey yok. Siz yanlış anlamayın diye
açıklama gereğini duydum… Kardeşimi bekletmeyeyim. Size iyi günler…”
Beyaz saçlı, güleç yüzlü kadın kardeşini yanına
gidince dönüp ikisi birden Dilek’e baktı. Abla ve kardeşin gülümseyerek el
sallayışlarına o da aynı şekilde karşılık verdi. Abla ve kardeşi oradan uzaklaşırken o, uzun süre yerinden kalkmadan bankta oturmaya devam etti.
Çocuk seslerinin şenlendirdiği, kuşların cıvıldadığı,
yeşilliklerle süslü parkta bir kadın hıçkırarak ağlıyordu. Sadece ağlıyordu,
sebebini bilmeden…
04.09.2018 / AKBÜK