4 Eylül 2018 Salı


GİZEMLİ ADAM

 

 

 

Tam bir yıl önceydi. Yine bir nisan sabahıydı. Hayatının en dalgalı, en bunalımlı günlerini yaşıyordu. On yıllık ilişkisini bitirmiş, inzivaya çekilmişti. Öfkeliydi, huzursuzdu, sıkıntılıydı; bir yerde uzun süre duramıyordu. Kapalı yerlerde kalmak boğuyordu onu. İşe gitmediği zamanlarda evinin karşısında, deniz kıyısındaki parka atıyordu kendini. Bir bankta oturup saatlerce Marmara’nın mavi sularına dalıp gidiyordu. Ayrılığı bir türlü içine sindiremiyordu. On yıllık birliktelik bir anda bitmişti. Koca bir on yıl!  Abartıyor muydu yoksa? Çevresinde yirmi yıllık, otuz yıllık evliliklerini bitirenler vardı. Kırklı yaşlara merdiven dayamış bir kadın için ayrılığın ne anlama geldiğini acı bir tecrübeyle öğrenmişti. Yedi şiddetinde bir deprem yaşamışçasına sarsılmıştı. Aradan geçen bir yıla karşın depremin artçı sarsıntılarından hâlâ kurtulamamıştı. Bu gidişle kurtulacağa da benzemiyordu.

Sevgilisinden yeni ayrılmış bir kadının, üstelik ruhsal sorunlarıyla boğuşurken, dönüp bir erkeğe bakacağını ve onu delicesine merak edeceğini hiç ummazdı. Büyük konuşmayacaksın derler ya, haklıymışlar. Buraya geldiğinden beri, parkın diğer ucunda, denize bakan bir bankta oturan adamdan gözlerini alamıyordu. Kısa saçlı, uzun boylu bir adamdı. Tahminen kırklı yaşların ortalarındaydı. Saçlarına kırlar düşmüştü. Elindeki simidi parçalara ayırarak güvercinlere atıyordu. Güvercinler ürkekti, adamın ayaklarının dibine düşen simit parçalarını almak için olmadık numaralar yapıyorlardı. Bazen adam avucuna koyduğu kırıntıyı güvercinlere uzatıyor, güvercinler gelip alsınlar diye beş on saniye kıpırdamadan bekliyordu. Adamı ve güvercinleri izlerken kendinden geçiyordu. O an aklına ne işi, ne sorunları, ne de hüsranla biten aşkı geliyordu.

Yarım saattir buradaydı, artık gitmesi gerekiyordu, evde bekleyenleri vardı. Adamın yerine o sabırsızlanıyordu. Güvercinlerden birinin gelip simit parçasını bir an önce almasını adamdan çok o istiyordu. Sonunda bir güvercin üç dört kanat çırpışıyla adamın avucuna ulaştı, simidi kaptığı gibi havalandı. Adam büyük bir zafer kazanan kumandan edasıyla ayağa kalktı. İki elini birbirine vurarak avucunda kalan son simit kırıntılarını da silkeledi. Sonra yürüyüp parktan çıktı. Adamın arkasından bakakalmıştı. Onu parktan çıkana kadar gözleriyle takip etti. Hafiften kamburunu çıkarmış, başı önde yürüyordu. Hayatında hiç görmediği bir adamdan böylesine etkilenmek garibine gitmişti. Uzaktan yüzünü iyi görememişti, ama düzgün fiziğini tamamlayan bir yakışıklılığı olduğunu tahmin etmek zor değildi. Gizemli bir adamdı…

Adamı görebilirim umuduyla her sabah işe gitmeden önce ve akşam iş dönüşlerinde parka şöyle bir uğruyordu. Adam hafta sonları, sabah saatlerinde parka geliyordu. Diğer zamanlarda ise arada bir rastlıyordu ona. Adam daha ellisinde bile değildi, büyük ihtimalle onun da bir işi vardı. Sabah akşam durmadan parka gelecek değildi ya! Adamın işini merak ediyor, kendince ona uygun meslek bulmaya çalışıyordu. Bir gün veterinerliği yakıştırırken, başka bir gün masa başı işini uygun görüyordu. Gizemli adam her boş vaktinde parka koştuğuna göre tüm gününü kapalı bir ortamda geçiriyor olmalıydı. Stres ve yorgunluktan kurtulabileceği cennetten bir köşeydi burası. Belli ki ince ruhlu bir adamdı. Bazıları iş çıkışı bara gitmeyi -iki tek atıp gevşemeyi- tercih ederdi, tıpkı eski erkek arkadaşı gibi…  Yine yüreğinde o artçı sarsıntılardan birini hissetti…    

Gün geçtikçe cesareti artıyordu. Her seferinde biraz daha yaklaşıyordu adama. Çok değil birkaç güne, adamla aynı bankta oturabileceğini tahmin ediyordu. Hayali bile yetiyordu heyecanlanmasına. Bu halleri garibine gidiyordu. Çekingen bir kadın değildi, ama nedense bu gizemli adamın yanında tuhaflaşıyordu. Bitirdiği bir ilişkinin hemen ardından başka bir adama yakınlaşmayı kendine yediremiyor olabilirdi. Aslında yeni bir ilişkiye de hazır değildi. Düşünmek bile istemiyordu. Öyleyse neydi onu adama çeken? Gizem ve merakın çekiciliği mi yoksa?

Sonunda gizemli adamın birkaç metre ötesindeki banka kadar gelebilmişti. Ondan tarafa bakarken onu izlemiyormuş havası veriyordu. Orada olduğu sürede bir kez bakışları kesişmişti. Adam hemen mahcubiyetle sırtını dönmüştü. Yeşille ela arasıydı gözlerinin rengi gizemli adamın. Yoksa mavi miydi? Anlayamamıştı. Bir erkekte ilk defa böylesine değişik ve güzel göz rengine rastlıyordu. Sadece göz rengi değildi adamı özel kılan; banka oturuşu, hareketleri, her şeyiyle farklıydı. Naif ve zarif bir erkek ona çekici gelmezdi. Ama bu adam… Tabii ya, tüm mesele bu iki kelimede saklıydı. Annesi, ablası, arkadaşları onu uyarmışlardı, kusur sende değil karşındaki adamda demişlerdi. Dinlememişti onları, daha doğrusu kendine itiraf edememişti...

Delice bağlı olduğu sevgilisi, adam gibi adamdı! Dobraydı, lafı dolandırmaz, aklından geçeni pat diye söyleyiverirdi. Kaslıydı, adaleliydi, yüz hatları kemikliydi. Tam onun istediği gibiydi kısacası. İlişkileri başladığında ablası, en yakın arkadaşları uyarmışlar; sen bu adamla yapamazsın demişlerdi. Dinlememişti kimseyi. İlişki ciddiye bindikten sonra da herkes susmuş onay vermişti. Ta ki ayrıldıkları güne değin. Sanki herkes onun ayrılmasını bekliyormuş gibi, önüne gelen, ben dememiş miydim diye başlıyordu söze: “Basbayağı bir öküzle koca bir on yılı nasıl geçirdin?” Sahi nasıl geçirmişti?

Geçmişe öyle bir gömülmüştü ki gizemli adamın parktan gittiğini görememişti. Telaşla ayağa kalktı. Etrafına bakındı, görünürlerde yoktu gizemli adam. Canı sıkıldı. Yoksa adam ondan rahatsız mı olmuştu? Bu kadar mahcubiyet de fazlaydı ama! Belki adam evliydi ya da onun da benzer bir derdi vardı. Öyle ya günlerce, gelip burada güvercinleri doyurması, başka nasıl açıklanabilirdi? Belki de teselliyi kuşları beslemekte buluyordu… Güzel, alımlı bir kadındı. Görenler dönüp bir kez daha bakarlardı ona. Sadece erkeklerin değil kadınların da dikkatini çekerdi. Ama gizemli adam ona göz ucuyla bile bakmamıştı. İlle de konuşması gerekmezdi, başını eğip bir selam verebilirdi pekâlâ. Kendini beğenmiş, kasıntı bir tip dese, değildi. Kesinlikle öyle bir havası yoktu. Adı üstünde gizemli adamdı! Ya da sıradan biriydi… Adamın ilgisizliği miydi onu etkileyen? İlgisizliği içine hiç sindiremezdi…

Bir daha göremedi onu. Buhar olup uçmuştu sanki. Yoksa bir hayal miydi? Bunalımlı günlerinde aklının ona oynadığı bir oyun muydu ya da? Kimdi, ne iş yapıyordu, burada mı oturuyordu, yoksa misafir miydi? Yanıtsız kalan o kadar çok soru vardı ki, artık başka bir şey düşünemez olmuştu. Gizemli adamın görüntüsü belleğinde silikleşmiş; yeşil, ela, mavi karışımı gözlerini anımsayabiliyordu sadece. Aşk demeye dili varmıyordu. Platonik aşka inanmazdı. Öyleyse neydi bu tutkunun sebebi? Onun durgun, melankolik halleri yakınlarını da kaygılandırıyordu. Annesi, ablası onunla konuşmaya çalışmışlardı. Onlara gizemli adamdan söz edememişti. Ne diyecekti? Karşılıklı gelip iki laf etmediği birine, karşıdan bakarak âşık oldum mu diyecekti? Gerçekten âşık mıydı?

Günler günleri kovaladı, aradan bir yıl geçti. Bir cumartesi sabahıydı, erkenden kalkıp kahvaltısını etmişti. İçi bir hoştu, daha bir umutluydu. İçine doğuyordu, bir yıl süren özlem sona erecekti. Parka gitmeden önce köşedeki simitçiye uğrayıp iki simit aldı. Gizemli adamın yerine güvercinleri çoktandır o doyuruyordu. Koşar adımlarla parka girdi, doğrudan gizemli adamla özdeşleşmiş banka yöneldi. Bankta biri oturuyordu. Heyecanlandı, kalbi göğüs kafesine sığmıyordu. Öylece kalakaldı, gözlerine inanamıyordu. Oydu, gizemli adam…

Sanki aradan bir yıl geçmemişti. O hep oradaydı. Yine elinde simit parçaları, karşısında güvercinler… Ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Aklından delice düşünceler geçiyordu. Uzatmayacaktı bu sefer, doğrudan adamın yanına gidecekti. Aynı banka oturacak ve güvercinleri birlikte besleyeceklerdi. Belki konuşacaklar, çok iyi iki arkadaş olacaklardı. Sen bir yıldır yoktun, ama ben güvercinleri aç bırakmadım. Senin yerine de onlara simit attım diyecekti. Gizemli adam yeşil gözleriyle ona bakıp mavimsi gülümseyecekti… Teşekkür edecekti, yanına yaklaşıp elini uzatacaktı. “Ben de seni bekliyordum, biliyordum beni unutmayacağını…” diyecekti ela gözlerini kırpıştırarak…

Kararlı adımlarla yürüdü, gidip bankın ucuna oturdu. Gizemli adama şöyle bir göz attı. Eğer kendisinden tarafa baksaydı bir merhaba diyecekti, ama adam oralı değildi. Başka bir âleme dalıp gitmişti. Elindeki simit parçalarını tek tek güvercinlere atıyordu. Her düşen parçanın üzerine birkaç güvercin birden üşüşüyordu. Kırıntılar bittiğinde güvercinler telaşla yiyecek aramaya devam ediyorlardı. Arada bir başlarını kaldırıp banktan onlara uzanacak ele bakıyorlardı. Son simit parçasına sıra geldiğinde adam avucunu kuşlara uzatıp beklemeye başladı. İşte o an yapmaması gereken bir davranışta bulundu kadın, elindeki simitten birkaç parça kırıp güvercinlere attı. Güvercinler parçaları kapmak için yarışırken adam başını çevirip soran bakışlarla kadına baktı.

“Özür dilerim, tutamadım kendimi…” diyebildi kadın.

Adam hâlâ bakıyordu. Elayla yeşil karışımı gözlerinde korku vardı, endişe vardı.

“Benim adım Dilek, sizi geçen yıldan anımsıyorum…”

Daha o, sözünü tamamlayamadan adam hızla yerinden kalktı. Tam gidecekken durup banka baktı. Küçük kırmızı oyuncak arabasını aldı. Sonra arkasına bakmadan hızla, çocuk adımlarıyla oradan uzaklaştı.

Adam, tam parktan çıkacakken yanına beyaz saçlı bir kadın geldi. Kadınla adamın ayaküstü konuşmalarını şaşkın bakışlarla izliyordu Dilek. Adam dönüp eliyle onu işaret etti. Beyaz saçlı kadın, gülümseyerek adama bir şeyler söyledikten sonra Dilek’in yanına geldi. Dilek hemen ayağa kalktı. Yüzü kızarmıştı, suçluluk hissediyordu. Bir açıklama yapmayı düşünüyor ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Çaresizlik içindeydi.

“Ben emekli öğretmen Sabiha,” dedi beyaz saçlı kadın.

“Ben… Adım Dilek… Kötü bir…” Devam edemedi sözlerine. Sesi çatallaşmış, gözleri dolmuştu.

“Kardeşim Necmi beş yaşındayken menenjit geçirdi…” Tahminen altmış yaşın üzerinde görünen beyaz saçlı kadın, ne demek istediğimi anladın değil mi, dercesine Dilek’e bakıyordu.

“Anladım…” diyebildi Dilek. Aslında neyi, nasıl anladığını bilemiyordu. Yanlış bir şey söylerim korkusuyla başını önüne eğdi.

“Tanımayanlar onu bazen yanlış anlayabiliyor…”

“Şey… Çok özür dilerim hocam…”

“Özür dileyecek bir şey yok. Siz yanlış anlamayın diye açıklama gereğini duydum… Kardeşimi bekletmeyeyim. Size iyi günler…”

Beyaz saçlı, güleç yüzlü kadın kardeşini yanına gidince dönüp ikisi birden Dilek’e baktı. Abla ve kardeşin gülümseyerek el sallayışlarına o da aynı şekilde karşılık verdi. Abla ve kardeşi oradan uzaklaşırken o, uzun süre yerinden kalkmadan bankta oturmaya devam etti. 

Çocuk seslerinin şenlendirdiği, kuşların cıvıldadığı, yeşilliklerle süslü parkta bir kadın hıçkırarak ağlıyordu. Sadece ağlıyordu, sebebini bilmeden…

 

                                                       04.09.2018 / AKBÜK