15 Haziran 2019 Cumartesi


 

KÜRTAJ

 

          Kırkından sonra anne olmak zormuş, bunu yaşayarak öğrendim. İnanın, ilk hamileliğimde bu kadar zorlanmamıştım. Aslında karar verirken de zorlanmıştık. İkinci çocuğu yapıp yapmamayı eşimle aramızda hep konuşurduk. İkimiz de kalabalık aileden geliyorduk. Çok sevdiğimiz kardeşlerimiz vardı. Neden oğlumuzun da bir kardeşi olmasındı? Son yıllarda bu soruyu çok sık sorar olmuştuk. Baktık zaman geçiyor, oğlumuz on yaşına gelmiş, ha deyip çocuk yapsak tam on bir yaş olacak aralarındaki yaş farkı. Kıyamadık oğlumuza, bir kardeşi olsun istedik, o da isteyince “Tamam” dedik. Yaş ilerleyince hâliyle hamileliğin riskleri de artıyor. Eşim devlette öğretmen, ben sigortalı bir çalışanım, gelirimiz belli; yine de hiçbir masraftan kaçınmadık, hamileliğimin ilk günlerinden itibaren kontrollerimi hiç aksatmadık. Ereğli’deki doktorumuzun yönlendirmesiyle Ankara’ya da gidiyorduk.

          Bebek karnımda on sekiz haftalık olunca hep ötelemeye çalıştığım kontrole gelmişti sıra. Tıp epeyce ilerlemişti, yapılan bir test bebeğin normal gelişip gelişmediğini ortaya çıkarıyordu. “Testi yaptırmak mı zor, yoksa testin sonucunu sabırsızlıkla beklemek mi?” diye sorarsanız, “Beklemek” derim. Değil bir gün, bir saat bile insanı serseme çeviriyor. Binlerce kötü düşünce beynimde fır dönerken “Kendine gel kızım, çocuk değilsin, böyle davranırsan karnındaki bebeğine de zarar verirsin,” diyordum kendime, ama laf anlayan kim! Olumlu düşünmenin gücüne inandığım gibi, hislerime de güvenirim. “Ben böyle kafaya taktığıma göre kesin bir şeyler olacak, içime doğuyor belli ki,” diye endişeleniyordum...

          Anlayacağınız testin sonucunu elimize almadan rahat yoktu bana. Doktorumuzun aracılığı ile Ankara’daki bir uzmanla bağlantı kurduk. İlk muayenede bana gösterdiği ilgi tüm kaygılarımdan kurtulmama yetti: “Her şeyin sağlıklı geliştiği belli, bana güven, binlerce hastam oldu, bazı küçük veriler bile yetiyor teşhis koymamıza, ama biliyorsun ki yüzde yüz emin olmak için bu test şart...” Muayeneden çıktıktan sonra oldukça sakinleşmiştim. Şimdi geriye rahimden sıvı almak kalıyordu. Diyorum ya “Doktorum çok iyi” diye, beni odaya alıp yatırdıklarında yaptığı yatıştırıcı konuşma onun insan psikolojisinden de anladığının kanıtıydı. Amniyosentez için karnıma bir karış uzunluğunda iğne sokulacaktı. İğnenin içime girişini, sıvıyı alışını, hatta bebeğimin hareketlerini hemen yanı başımdaki ekrandan ben de izleyebilecektim. “İğnenin büyüklüğü seni korkutmasın, kalçadan yapılan iğne daha çok acıtır, çocuğa da bir zararı olmaz, sen içini ferah tut. Birlikte başaracağız...”

          İğnenin karnıma yavaş yavaş girişini, rahmime ulaşmasını ve bebeğimin o anda kenara çekilip büzülmesini ben de izledim. Gördüklerimi kelimelerle anlatmak mümkün değil. O kısacık sürede neler düşünmedim ki! Heyecan mı? O an farkında bile değildim heyecanlanıp heyecanlanmadığımın, gördüklerimi algılamakla meşguldüm. Düşünebiliyor musunuz, yavrum, iğneyi fark ediyor ve kenara çekilip kendini korumaya alıyor... Anne olmanın, bebeğini bedeninin en korunaklı yerinde büyütmenin hazzı, mutluluğu, gururu hiçbir şeyle kıyaslanamaz... Bana sorsalar “Dünyadaki en mükemmel, en güzel şey nedir?” diye, ikiletmeden “Anne olmak” derim...

          İğnenin tüpü, rahmimden alınan sıvıyla dolunca doktorum iğneyi yavaş yavaş geri çekti. Bebeğimi görmeliydiniz, iğne dışarı çıktığında o da tekrar çekildiği köşeden çıktı, yeniden şöyle bir özgürce yayıldı yuvasına. Mutluydum, kuş gibi hafiflemiştim; çünkü bebeğim beklediğimiz, vermesi gereken tepkileri veriyordu, her şey yolundaydı, beş ay sonra kucağıma alacağım çocuğum sağlıklıydı. Yine de testin sonucunu merak ediyorduk. Bebeğimin gelişiminde bozukluk var mı yok mu, birkaç saat içinde öğrenecektik. Bu testi yaptırmak için en az üç bin lira para gerekiyordu. Devlet hastanelerinde testi yaptırmak için aylarca sıra bekleniyordu, bizim ne zamanımız ne de bekleyecek sabrımız vardı. En ölümcül vakalarda bile dört-beş ay sonraya gün verildiğini biliyorduk. Düşünebiliyor musunuz, siz, bebeğinizin gelişiminde bir bozukluk var mı yok mu diye öğrenmek istiyorsunuz; ama gerekli süre içinde testi yaptıramıyorsunuz. Diyelim testi yaptırdık, sonuç negatif çıktı ve bebeğin kürtaj yoluyla alınması gerekiyor; ama yasal kürtaj zamanı geçmiş... Şimdi ne olacak? İnanın bu soruları o zaman defalarca sordum? Yanıtını da çok acı verici bir örnekle Ankara’da aldım. Anlatacaklarımı duyunca, “Sakın böyle de tesadüf olmaz” demeyin. İnanın bana anlatacaklarımın eksiği vardır, fazlası yoktur. Hani derler ya “Geç gelen adalet, adalet değildir; geç gelen sağlık hizmeti de sağlık değil!”

          Elimde rahmimden alınan sıvının içinde bulunduğu tüple laboratuvara giderken karmaşık duygular içindeydim. Yüreğimin bir köşesinde o bildik endişeyi hissediyordum. Diyeceksiniz ki, “Hani rahatlamıştın?” İnsanın bir anı bir anını tutmuyor ki, hele anne iseniz, söz konusu olan da karnınızda taşıdığınız yavrunuzsa... Laboratuvarın önüne geldiğimizde hemen kapının yan tarafında otuzlu yaşlarda bir çifti birbirlerine sokulmuş ağlarken gördük. Hıçkırıklarını yutuyorlardı adeta. Belli ki çevrelerini rahatsız etmek istemiyorlardı. Onların bu hâlleri içime dokundu, anında moralim dibe vurdu, yüreğim sıkıştı. Sanki benim başıma bir iş gelmiş gibi endişelendim. Demek ki sonuçları kötü çıkmıştı. Ya benim bebeğimde de ters giden bir şeyler varsa?

          Elimizdeki tüpü içeri vermeyi unutmuş, onları teskin etmeye çalışıyorduk. Tahmin ettiğimiz gibi sonuçları olumsuzmuş, çaresiz kalmışlar, ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Öğlen paydosu olmadan elimizdeki tüpü laboratuvara vermemiz gerekiyordu. Tüpü içeri verip hemen yanlarına geldik. Ereğli’den geldiklerini öğrenince daha bir yakınlaştık. Memleketlerinden birilerini karşılarında görmek onlara da iyi geldi. Bize bakışlarını bir görseydiniz... Böyle anlarda insan nasıl davranacağını bilemiyor. Durup düşünecek zaman yok ki, birden karşılaştığımız bir durum. Neyse ki eşim akıl edebildi de öğlen yemeği için alt kattaki kantine indik birlikte.

          Ne onlar ne de biz bir şey yiyebildik, canımız istemiyordu. Hikâyelerini dinledik. Adam taşeronda çalışıyormuş, evleri köydeymiş. İşe köyden gidip geliyormuş. Kıt kanaat geçinebiliyorlarmış. Geçim sıkıntısı yetmezmiş gibi birde başlarına bu felaket gelmiş. Onları dinledikçe korkmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Sırayla konuşuyorlardı, biri susunca, daha doğrusu sesi düğümlenince diğeri araya giriyordu. Eşinin kaldığı yerden o anlatmaya devam ediyordu, ta ki onunda dudakları titremeye başlayana kadar.

          Onların da ikinci çocuklarıymış, dokuz yaşında bir oğulları varmış. Hamileliğin ilk gününden itibaren doktor kontrollerini hiç ihmal etmemişler. Altıncı aya kadar her şey yolunda gitmiş. Son kontrollerinde bebeğin enfeksiyon kaptığını öğrenmişler. Gün geçtikçe enfeksiyon azalacağına çoğalmış, tüm vücuda yayılmış. Doktor sebebini anlayamamış, birden ortaya çıkmış bir durummuş; “En iyisi siz Ankara’ya gidin, bir de orda baktırın,” demiş. Ereğli’de yaptırdıkları testleri, çektirdikleri filmleri alıp gelmişler. Buradaki uzman doktor muayene etmiş, filmlere bakmış, artık bir şey yapılamayacağını söylemiş. Kürtaj için de çok geç kalındığından normal süre beklenecek, bebek öyle alınacakmış.

          “Düşünebiliyor musunuz, bebeğim karnımda yavaş yavaş ölüme gidecek ve ben bunu bilerek yaşayacağım...” derken kadının hâlini görmeliydiniz, hıçkırarak ağlıyordu. Benim de gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. O an eşimle göz göze geldik, onun da gözleri sulanmıştı...

          “Öleyim daha iyi, bize yaşamak haram, bebeğim ölüyor ve ben çaresizim. Karnımdaki bebeğimi koruyamadıktan sonra...”

          “Karıma bir şey olursa, ben ne yaparım? Karnındayken ölürse anne zehirlenebilirmiş de. ‘Öyleyse alın’ diyorum, ‘Alamayız, kürtaj yasak!” diyor doktor...”

          “Hayır, ben de istemiyorum alınmasını, onun yaşaması gerekir, o ölürse ben nasıl yaşarım?..”

          Kendimi karşımdaki acılı kadının yerine koyuyorum, biliyorum ki eşim de benim gibi düşünüyor, o da kendini babanın yerine koyuyordu. Bir düşünün, içinizde büyüttüğünüz bebek ölmek üzere... Ama sizin elinizden bir şey gelmiyor... Dile kolay, yavrunuz karnınızda ve ölüme gidiyor... Kelimelerle anlatılabilir mi hissedilenler?

          Ağlaşmamız epeyce sürdü. Öğlen arası bitiyordu. Onlara bir de bizim doktorumuzla görüşmelerini önerdik. “Gerekirse muayene etsin, hem benim doktorum hâlden anlayan biri, eminim size en doğru yolu gösterecektir,” dedim. Ne yapalım dercesine birbirlerine baktılar. Bakışlardaki ifadeyi söylemeye dilim varmıyor... Sonra kısık bir sesle, “Ama bizim paramız yok” dedi adam. Bu kez eşimle biz bakıştık. İkimiz aynı anda, “Bir çaresine bakarız” deyip kalktık.

          Doktorumuzun sekreteriyle konuştuk, aslında muayene mümkün değilmiş, sıra doluymuş, ama bir hasta gelemeyeceğini bildirdiğinden onun yerine bizi kabul edebileceklermiş. Randevuyu alınca sıra asıl probleme yani muayene ücretine gelmişti. Eşimle cebimizdeki paraya baktık, yol parasını ayırdıktan sonra kalan paramız muayene ücretinin yarısını anca karşılıyordu. Doktorumuza durumu anlattık; paralarının olmadığını mümkünse yarısını verebileceğimizi söyledik. Doktorumuz önerimizi kabul etti.

          Sonuç yine olumsuzdu, “Yapılabilecek hiçbir şey yok” dedi doktor. Bekleyeceklerdi. Bu süreçte Ereğli’deki kontrolleri ihmal etmemeleri gerektiğini özellikle tembihledi. Annenin sağlığı için gerekliydi bu, bebekten umut yoktu. Doktorum güzel bir konuşma yaptı; genç olduklarını, isterlerse yine çocuk sahibi olabileceklerini, her şeyden önce dokuz yaşındaki oğullarını düşünmeleri gerektiğini söyledi. “Kendinizi bırakırsanız, size bir şey olursa, diğer yavrunuza kim bakacak, onu da düşünmelisiniz,” gibi sözler iyi geldi onlara. Ama benim aklımda hep, ya bebek annenin içinde ölürse, ya anneyi zehirlerse... Sorular, sorular...

          Ankara’da o gün yaşadıklarımız her aklıma geldiğinde kalbimin atışları değişir. Sesimin titremesinden siz de fark ediyorsunuzdur bunu... Hikâyenin sonunu dinleyenler mutlu son diyebilir, ama bence tartışmalı. Belki zamanın o bildik gücüdür bizi bu düşünceye iten. Oysa anne, dokuz ayı tamamlayana kadar her gün bebeğiyle birlikte öldü, acısı gün gün artarak devam etti, işkence gibi... Neymiş kürtaj yasakmış!

          Bebeğimi sağlıklı bir şekilde dünyaya getirdiğimin ikinci ayıydı, kapımızın zili çaldı. Eşim kapıyı açtı; onlar gelmişti, yanlarında oğulları da vardı. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Kucağımda çocukla öylece kalakalmıştım. O anki duygumu anlatamam, bebeğimle onların karşısına çıkmanın mahcubiyetini hissediyordum... Güzel bakışları, beni kendime getirdi, gülümsedim... Elleri doluydu, köyden fındık ve ıhlamur getirmişlerdi. Buyur ettik içeri. Sıkılarak eve girerlerken, adam “Borcumuzu getirdik,” dedi...

 

7 Haziran 2019 Cuma


MATEMATİK HAYATTIR

 

Okulun kapanmasının üzerinden daha bir hafta geçmeden sıkılmaya başlamıştı evde. Oysa “Okullar tatil olsun öğlene kadar uyuyacağım” diyordu. Ama ne mümkün, inadına sabah erkenden uyanıyordu. Annesi ve babasıyla kahvaltı yapıyor, onları işlerine uğurladıktan sonra günlük programını uyguluyordu.

Kitap okumak ve müzik dinlemek öncelikleri arasındaydı. Rap müziği seviyordu. Yerli, yabancı tüm Rapçileri dinliyordu. Sözlerini kendisinin yazdığı besteleri vardı. Birkaçını okul gösterilerinde söylemişti. Arkadaşları ve öğretmenleri çok beğenmişlerdi. Müziği gelip geçici bir heves olarak görmüyordu… Bir de futbol merakı vardı; oynamaktan da izlemekten de büyük zevk aldığı. Aslında basketbolu da seviyordu. Ama boyu bu spora göre biraz kısa kalıyordu. Kaan gibi uzun boylu olsaydı belki basketi de seçebilirdi.

Kaan okuldan arkadaşıydı. O da bu yıl altıncı sınıfa geçmişti. Farklı sınıflardaydılar, çok istemelerine karşın ilkokuldan sonra aynı sınıfa düşememişlerdi. Çok iyi arkadaştılar. Kankaydılar. Arkadaşlıkları beşinci sınıfta kankalığa dönüşmüştü. İkisini birbirine yakınlaştıran matematik dersiydi. Dördüncü sınıfta matematik derslerine girmeye başlayan öğretmenleriyle birlikte matematiğe ilgileri artmıştı. Matematik sevgileri beşinci sınıfta doruğa çıkmıştı. Öğretmenlerine göre ikisinin de matematiğe karşı özel yeteneği vardı.

Matematik öğretmenleri başarılı öğrencilerini ulusal düzeyde yapılacak matematik olimpiyatlarına hazırlarken iki arkadaş ilk defa birlikte ders almaya başlamışlardı. Akşamları dersler bittikten sonra bir sınıfta toplanıyorlardı. Öğretmenleri, onları yarışmada çıkabilecek sorular üzerinde çalıştırıyordu. Daha çok soru cevap şeklinde işlenen derste öğrenciler bazen zorlanıyorlardı. Soruyu yapamadıklarında her öğrenci kendine özgü tepki gösteriyordu. Örneğin Teoman küserek arkasını dönüyordu. Hatta bazen sandalyesini köşeye çekip başını iki duvarın arasına gömüyor, dakikalarca öylece kalıyordu.  Kaan ise hırsını alamayıp ağlıyordu. Onun en belirgin özelliğiydi ağlamak; daha çok haksızlıkla karşılaştığında ağlardı. Bir öğretmeninden ya da yöneticiden aldığı haksız/yersiz bir uyarı onun çileden çıkmasına yetiyordu.

Mehmet Eren’in Kaan’la kanka oluşu da böyle bir ağlamanın ardından gerçekleşmişti. Kaan soruyu yanıtlayamamış hırsından ağlamaya başlamıştı. Öğretmeni onu yatıştırmaya çalışmıştı. “Önemli değil Kaan, her soruyu yapacaksın diye bir kural yok, rahat ol,” demişti. Kaan “Biliyorum öğretmenim, ama kendimi tutamıyorum,” diyerek ağlamaya devam etmişti. İşte bu sırada Mehmet Eren’in “Kaan, benim de yapamadığım sorular oluyor…” diye başlayıp süren yatıştırıcı sözleri üzerine sakinleşmiş, Mehmet Eren’e sevgiyle bakmıştı… Aralarındaki rekabeti güzel yapan bu sevgiydi. Matematik öğretmenleri böyle diyordu. Oyunlarda en kıyasıya yarışa girip arkadaş kalabilmek ancak böyle mümkündü. Bunu en iyi başarabilecekler matematikçilerdi… Matematik öğretmenlerinin hayata dair bu tür konuşmalarını dinlemekten büyük keyif alıyorlardı.

Okul günlerini düşününce canı sıkıldı. Çok sevdiği matematik öğretmeni emekliye ayrılıyordu. Önümüzdeki sene okulda olmayacaktı. Her aklına geldiğinde üzülüyordu. Kabullenemiyordu. Birkaç arkadaşıyla okul yönetimine gidip konuşmuşlardı. “O gider yenisi gelir, öğretmeniniz emekli oluyor, onun kararına saygı duymalıyız çocuklar,” demişti yönetici. Üzülmekten başka bir şey gelmiyordu elinden... İçi daralınca annesine mesaj attı. Kaanlara gitmek istediğini söyledi. Annesinden izin alınca bisikletine binip Kaanlara gitti. Arkadaşının evi bir sokak aşağıdaydı.

Kaan’la buluşunca hem öğretmenlerini hem de okul günlerini andılar. Konuşulacak o kadar çok şey vardı ki… Matematik öğretmenlerine bağlılıklarının tek nedeni dersini öğrencilerine sevdirmesi değildi. İkisinin de içinde bulunduğu bir olaydan sonra öğretmenlerine hayranlıkları daha da artmıştı.

Okulda sınıflar arası voleybol maçları düzenlenmişti. Her takımda bir öğretmen yer alacaktı. Kaan ve Mehmet Eren, arkadaşlarına sosyal bilgiler öğretmenlerinin takıma alınmasını önerdiler. Sosyal bilgiler öğretmenleri de çok seviliyordu, öneri hemen kabul edildi. Maçların başlayacağı hafta beden eğitimi öğretmenine takım listeleri verildiğinde beklemedikleri bir durumla karşılaştılar. Sosyal bilgiler öğretmeninin yerine matematik öğretmeninin adı yazılmıştı. Bunun üzerine ikisi de biz oynamıyoruz deyip takımdan çıktı. Maçlar başladığında matematik öğretmenleri siz neden yoksunuz deyince soruyu geçiştirmişlerdi. Matematik öğretmenlerinin yapılan değişiklikten haberi yoktu. Üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra durumu tesadüfen öğrenecekti öğretmenleri.

Mayıs ayının ilk haftasında düzenlenecek futbol karşılaşmaları için takımlar kuruluyordu. Kaan ve Mehmet Eren takımlarını kendileri kuracaktı. Diğer arkadaşlarını ikna ederek takıma sosyal bilgiler öğretmenlerini aldılar. Bu konuyu iki arkadaş aralarında çok konuşmuştu. Sosyal bilgiler öğretmenine yapılan haksızlığı gidermek istiyorlardı. Önlerine güzel bir fırsat çıkmıştı. Tabii matematik öğretmenlerini kırmadan, üzmeden bu olayın altından kalkmaları gerekiyordu. Çok düşündüler. Sonunda öğretmenleriyle konuşmaya karar verdiler.

Gözlerinde büyüttükleri sorunun kolayca çözümlenmesine (üstelik beklemedikleri şekilde) ikisi de çok sevindi.

“Öğretmenim voleybol maçları sırasında Mansur Beye haksızlık ettik, önce ona söylemiştik, ama arkadaşlar sizi aldılar takıma. Bu sefer onun oynamasını istedik.” Mehmet Eren sözünü bitirdiğinde Kaan’la göz göze geldiler. İkisi de panik halindeydi. Matematik Öğretmenlerinin anlayışla karşılayacağından emindiler, ama yine de içlerinde bir tedirginlik vardı. Matematik öğretmenleri beklemedikleri bir davranışta bulundu, ikisini de kucaklayıp öptü.

“Sizi işte bunun için çok seviyorum. Matematikçiler gündelik hayatın içinde de farklılıklarını gösterirler. Adalet duyguları çok yüksektir, sadece kendilerine yapılan haksızlıklara değil başkalarına yapılan haksızlıklara da karşı çıkarlar. Bazıları ‘Matematik dersinde öğrendiklerimizin çoğunu unuttuk, bir işimize de yaramıyor,’ diyor. Bilmiyorlar ki amaç konuları ezberlemek ya da öğrenmek değildir, düşünebilme yeteneği, sorgulayabilme becerisi kazanmaktır asıl amaç. Yüzlerce roman okuruz, aradan zaman geçer çoğunu unuturuz; şimdi roman okumayacak mıyız?”

“Haklısınız öğretmenim,” diyebilmişlerdi mahcup bir sesle.

“Onca meyve sebze yeriz, besleniriz. Bir yararını göremiyoruz der miyiz? Oysa onlardan aldığımız vitaminleri de göremeyiz. Kanımıza, hücrelerimize karışır, sağlıklı yaşamamızı sağlarlar. Kitaplardan okuduklarımız ve matematik derslerinden aldıklarımız da beynimizi besler… Tamam mı? Anlaştık mı?”

“Anlaştık öğretmenim.”  

“Siz mükemmel çocuklarsınız, sizi çok seviyorum…”

O konuşmayı her anımsadıklarında aynı sevinci ve coşkuyu hissediyorlardı, şimdi olduğu gibi. “Büyüdüğünüzde bu olayı gururla anlatacağınızı biliyorum çocuklar. Böyle anlamlı anılar sizin en büyük zenginliğinizdir… Unutmayın matematik hayattır…” Sözlerini böyle bitirmişti öğretmenleri. Bugün de gelecekte heyecanla anlatacakları bir macera yaşayacaklarından ikisi de habersizdi… 

İçeride fazla duramadı iki arkadaş. Dışarı çıktılar, Kaanların evinin önündeki basket potasına sırayla atış yaptılar. Çabuk sıkıldılar ama. En iyisi bilgisayarda oyun oynamaktı. Bilgisayar oyunları deyince akıllarına hemen İlyas geldi. Onun oyun arşivi genişti. Hem üç kişinin kapışması daha heyecanlı oluyordu.

İlyas’ı arayıp geleceklerini söylediler. Yahşi’ye nasıl gidecekleri konusunda ikileme düştüler. İkisi de bisiklete çok iyi biniyordu, ama Yahşi’ye giden yol dar ve çok virajlıydı. Bazı dönemeçlerde yol iyice daralıyordu, aniden karşılarına araba çıkabilirdi, arkadan gelen araçlar da tehlike yaratabilirdi. En iyisi dolmuşla gitmekti. Tam karar vermişlerdi ki Yahşi’ye, İlyasların evine farklı bir yoldan da gidebileceklerini akıl ettiler.

Bodrum’dan gelen yol büyük alışveriş merkezlerinin bulunduğu yerde Turgutreis ve Yalıkavak’a ayrılıyordu. Aynı kavşaktan başka bir yol da sola gidiyordu. Bu yolu kullanacaklardı. Gidişi çözmüşlerdi, geriye dönüşleri kalıyordu. Geriye gelirken aynı yolu kullanmaları çok zordu; dik yokuşu bisikletleriyle çıkmaları mümkün değildi. İyi birer matematikçi olduklarına göre problem çözmek de onların işiydi. Biraz düşününce dönüş sorununu da çözdüler. İlyas’ın babası pikabıyla onları evlerine bırakabilirdi. Yeniden İlyas’ı aradılar, Yusuf Amcalarının arabasıyla onları götürebileceği sözünü alınca yola koyuldular.

Trafikten kurtulmanın keyfiyle pedallara basmaya başladılar. Yol tatlı bir eğimle tepeye doğru kıvrılıyordu. Yol boştu yan yana gidiyorlardı. Haziran güneşi altında bisiklet sürebiliyorlarsa bunu Bodrum’un o ünlü esintisine borçluydular. Yüz metrelik tırmanışın ardından önce dağa paralel gidecekler, sonra da inişe geçeceklerdi.

“Az kaldı kanka! Ha gayret!”

“Yokuş aşağı su gibi kayarız birazdan kanka…”

Tam o sırada bir taksi korna çalarak hızla yanlarından geçti. Taksiden biri kafasını çıkarıp el kol hareketi yaparak bağırdı.

“Ulan velet, yolu babanın malı mı sandın?”

Araba biraz daha yanaşsaydı Kaan’a çarpabilirdi. O panikle Mehmet Eren neredeyse yoldan çıkıp bayır aşağı yuvarlanacaktı. Durup nefes aldılar. Kalpleri hem yorgunluğun etkisiyle hem de korkuyla delicesine atıyordu. Yüzlerinin rengi gitmişti.

“Plakasını ezberime aldım, şikâyet edelim kanka.”

“Şikâyet de ederiz internette de paylaşırız.”

“Serseriydiler...”

Yeniden yola koyulmuşlardı. İlk baştaki gibi hızlı değillerdi. Dile getirmeseler de keyifleri kaçmıştı. Düzlüğe çıktıklarında, az önceki aracın ileride dağın içine doğru kıvrılan dönemeçte durduğunu gördüler. Yüz metre kadar vardı aralarındaki uzaklık. İyice yavaşladılar. Tedirgin olmuşlardı. Biraz daha yaklaştıklarında taksiden biri indi. Başını camdan çıkarıp Kaan’a bağıran adamdı. Onlara bakıyordu. Adam el kol hareketi yapmaya başlayınca durdular.

“Kanka duralım…”

“İstersen dönelim.”

“Dönersek korktuğumuzu sanırlar, dönüp bize yetişirler.”

“Yokuş aşağı zor yetişirler. Zaten hemen mahalleye ulaşırız.”

“Neden kaçacakmışız? Biz mi suçluyuz onlar mı?”

“Doğru diyorsun. Öyle hemen tırsmak yok!”

“Bak aklıma ne geldi…”

Mehmet Eren telefonunu çıkardı, adamın göreceği şekilde kulağına götürdü. Sanki birini arıyormuş gibi yaptı. Kaan arkadaşının niyetini anlayınca o da telefonunu çıkardı. Parmağıyla adama ‘bak telefon ediyoruz dercesine’ telefonu gösterdi. Olup biteni gören adam hızla arabaya döndü, taksinin kapısını açtı. Birini kolundan çekerek dışarı sürükledi. Diğer arka kapıdan bir başkası çıkıp dışarıdakilerin yanına geldi. Yerdeki adamı sürüyerek yolun altına doğru yuvarladılar. Sonra aceleyle arabaya bindiler. Taksi hızla oradan uzaklaştı. Her şey gözlerinin önünde, birden olup bitmişti.

“Birini öldürüp yoldan aşağı attılar.”

“Yok, ölü değildi, canlıydı.”

“Ne yapalım?”

Birkaç saniye sessiz kaldılar. Kararsızlardı. On bir, on iki yaşında çocuktular, ne yapabilirlerdi ki? Sanki filmlerde gördükleri sahnelerden biri gözlerinin önünde oynanmıştı. Hem de gerçeği. Bilgisayardaki savaş oyunlarına ise hiç benzemiyordu.

“Hadi gidip bakalım, nasılsa adamlar gitti…”

Bir dakikada olay yerine geldiler. Yolun hemen altında çalıların arasında biri debeleniyordu. Tıknaz yapılı irice biriydi. Zorlanarak doğrulup dikildi. Ayakta zor duruyordu, her an yamaçtan aşağı yuvarlanabilirdi. Anlamadıkları sesler çıkarıyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu. Yolun kenarında durmuş yukarı çıkmaya çalışan bu garip görünümlü genci seyrediyorlardı. Ne yapmaları gerektiği konusunda kararsızdılar.

“Abi, elini uzatır mısın? Yardım eder misiniz?”

“Abi!” Şaşkındılar, iri yarı bir genç onlara abi demişti. O an ikisi de gencin Down Sendromlu olduğunu anladı.

“Yardım edelim,” diyerek Kaan yolun altına indi. Elini uzattı, yüzü çizik içindeki genç çok ağırdı. Kaan’ın onu yukarı çekmeye gücü yetmeyince Mehmet Eren de onların yanına indi.

Yola çıktıklarında genç yere çöküp ağlamaya başladı. Dizleri kan içindeydi. Yüzündeki çizikler kanıyordu.

“Canın çok mu yanıyor?”

“Ailene telefon et, gelip seni alsınlar…”

Kaan daha sözünü bitirmeden genç bağırmaya başladı.

“Telefonumu, saatimi aldılar… Paramı da aldılar…”

“Onlar kimdi?”

“Tanımıyorum. Beni arabalarıyla gezdireceklerdi…” Ağlamaktan konuşamıyordu. İç çekerken bacağını ovalıyordu bir yandan da.

Kaan’la Mehmet Eren yerde oturan gençten uzaklaşıp aralarında değerlendirme yaptılar.

“Dowm Sendromlu, bize zararı dokunmaz, yardıma muhtaç.”

“Evet, doğru söylüyorsun. Ona nasıl yardım edebiliriz. Yoldan geçen de yok.”

“En iyisi biz arayalım ailesini.”

Yeniden gencin yanına geldiler.

“Adın ne senin?”

“Ege…”

“Kaç yaşındasın?”

“On altı…”

Soruları yanıtlarken konuşmasını yarıda kesiyordu. Ya korktuğundan ya da konuşmakta zorlandığından böyleydi.

“Annenin ya da babanın telefonunu biliyor musun?”

Yerden hızla doğrulup şortundaki tozları silkeledi.

“Annemim telefonunu ezbere biliyorum.” Az önce ağlayan o değildi sanki. Büyük bir iş başarmışçasına coşkuluydu. “Annem bana ezberletmişti. Hiç unutmadım.”

Mehmet Eren telefonunu çıkardı.

“Söyle hadi.”

“Olmaz, annem kızar.”

“Neden kızsın?”

“Ondan izin almadan yabancıların arabasına bindim…”

Kaan sözünü kesti kızgınlıkla.

“Sen bilirsin, seni burada bırakıp gideriz, tek başına kalırsın.”

“Lütfen beni de götürün… Lütfen!”

“Sen telefonu söyle, ben annene kızmamasını söylerim.”

“Söyler misin? Söylersen kızmaz değil mi?”

“Biz dersek kızmaz…”

Çocuk telefonu yazdırdı. Mehmet Eren uygun sözcüklerle anneye durumu açıkladı. Kadıncağız defalarca teşekkür etti. Hemen geleceğini söyledi. Yalnız bırakmamalarını özellikle vurguladı. Sonra telefonu oğluna vermesini istedi.

“Annen seninle konuşacak,” diyerek telefonu Ege’ye uzattı Mehmet Eren.

Çocuk telefonda annesiyle önce sakin konuşurken birden bağırmaya başladı. Elindeki telefonu kapatıp Mehmet Eren’e verdi.

“Kızdı işte bana… Söz vermiştiniz…”

Yere çömeldi. Başı iki bacağının arasında hıçkırarak ağlıyordu.

“Geciktik, İlyas bizi merak etmiştir.”

“Böyle bırakıp gidemeyiz…”

Tam o sırada bir araç aşağıdan çıkageldi. Onlara yaklaştığında yavaşlayıp durdu. Araçta iki kadın vardı.

“Ne oldu çocuklar, bir sorun mu var?”

*

İki arkadaş orada daha fazla kalmadan bisikletlerine binip Yahşi’ye doğru hızla indiler. Çocuk, nasılsa emin ellerdeydi. İki kadın, çocuğun annesi gelene kadar orada bekleyecekti. Zor durumdaki birine yardım etmenin gururuyla İlyaslara geldiler. Bilgisayarın başına geçtiklerinde yaşadıkları olayı çoktan unutulmuşlardı bile.

Haziran ayının yakıcı güneşi Yahşi’nin tepelerine doğru kayarken oyunlarını bitirdiler. İlyas’ın annesi ve babası kapıdan içeri girdiklerinde onların da evlerine dönme vakitleri gelmişti. Yokuş yukarı pedal çevirmenin zorluğunu yaşamayacaklardı. Bisikletlerini pikabın arkasına yerleştirirken çok mutluydular.  Yusuf Amcaları, onları evlerinin sokağına kadar götürdü.

Mehmet Eren eve girdiğinde henüz annesi babası gelmemişti. Duşunu alıp onları beklemeye başladı. Aniden aklına öğlen yaşananlar geldi. Annesine babasına söz edip etmeme konusunda kararsız kaldı. Gerçi İlyaslara gitmek için onlardan izin almıştı, ama atlattıkları tehlike özellikle annesini kaygılandıracaktı. En iyisi onlar sormadıkça konuyu açmamaktı. Dediğini de yaptı, ancak düşünmediği, aklından geçirmediği şekilde olay yeniden önüne geldi.

Akşamın alacakaranlığı çöktüğü bir vakit evlerinin kapısı çalındı. Kapıyı Mehmet Eren’in annesi açtı. Rana Hanım karşısında iki polisi ve ileride bekleyen ekip arabasını görünce şaşırdı.

“İsmail Bey evde mi?”

“Evet, evde, neden sordunuz?”

Sesleri duyan Mehmet Eren ve babası da kapıya gelmişti.

Mehmet Eren polisleri gördüğü anda onların neden geldiklerini tahmin etti...

*

Çocuk kaçırma ve gasp basit bir suç değildi. Polis, Ege’nin annesinin şikâyeti üzerine olayı soruşturmaya başlamış. Ege’nin ve diğer iki kadının ifadelerinden bir sonuç alınamayınca asıl görgü tanıkları araştırılmış. Mehmet Eren’i bulmaları zor olmamış. Ege’nin annesine edilen telefon işlerini kolaylaştırmış, adrese bu şekilde ulaşmışlar.

Mehmet Eren ve Kaan’ın yardımıyla suçluların kimlikleri kısa sürede tespit edildi. Arabadan başını çıkarıp onlara bağıran adamı teşhis etmek ve arabanın plakasını söylemek onlar için çocuk oyuncağıydı. Boşuna adları matematikçiye çıkmamıştı. Polisten övgü ve Ege’nin ailesinden duyulan minnet sözleri kahramanlarımızın göğsünü kabarttı. Elbette aileleri de onlarla gurur duydular, ama dikkatten kaçan, yanlış olan şeyler de vardı. Anneleri, İlyaslara bisikletle değil, dolmuşla gitme izni vermişti.  Gerçi böyle bir uyarıda bulunmamışlardı, ama onların bunu bilmeleri gerekiyordu. Bugüne değin trafiğin yoğun olduğu cadde ve yollarda bisiklete binmemeleri konusunda hep uyarılmışlardı…

*

Bu olay bana anlatıldığında şunu söyledim ailelere: “Tamam çok zekiler, matematikçiler, ama henüz çocuklar. Çocukça bir güdüyle hareket etmeleri onların sağlıklı geliştiklerinin bir göstergesidir. Genelde anne babalar çok zeki çocuklarından büyüklerin davranışlarını beklerler. Öğretmenlik yaşantımda çok zeki olup ailelerinin aşırı beklentilerinin baskısı altında ezilen öğrencilerim oldu. Üzülerek söylüyorum, birçoğu ileriki hayatlarında sorunlar yaşadılar, başarısız ve mutsuz bireyler oldular… Eğitimin ilk kuralı çocuğa çocukluğunu yaşatmaktır…”  

27.05.2019 / Kdz. Ereğli

(Sevgili öğrencilerim Kaan, Mehmet Eren, İlyas ve Teoman’a… Sizi çok seviyorum ve sizinle gurur duyuyorum benim matematikçi öğrencilerim…)