KARGA GAK DEDİ
Başımdan geçen bir olayı anlatacağım size, ama
biliyorum ki okuyunca “Hadi be, mümkün değil!” diyeceksiniz. Hatta bazılarınız
benimle dalga geçecektir. Bu nedenle bugüne kadar yazmaya cesaret edemedim.
Aradan iki yıl geçtikten sonra hikâyeleştirerek anlatmaya karar verdim. Umarım
inanır ve beğenirsiniz. Neyse, ben lafı fazla dolandırmadan sizi hikâyemle baş
başa bırakayım.
Olay eşimin köyünde geçti. Sakarya’nın Kaynarca ilçesinin
Kitler Köyü’nden söz ediyorum. Köy, Kaynarca’ya üç kilometre uzaklıktadır.
Adapazarı’ndan gelirken yolun solunda, bir kilometre kadar içerde kalıyor. Eşimin
dede evi, köyün ayrı bir mahallesi gibidir. Hafif eğimli vadinin bir yakasında
iki evlik bir mahallecik diyebiliriz. Halk arasında mahalleye Çevkerler deniyor.
Burayı yurt edinen en büyük dedenin lakabı Çevkeroğlu imiş. Şimdi Çevkeroğlu’nun
torunlarının çocukları ata yurtlarını yaşatmaya çalışıyorlar. Diyeceksiniz ki
“Yaşatmak ne demek?” Bu konunun öyküyle ilgisi yok, ama yazmadan da geçmek istemiyorum:
Kaynarca’da Organize Sanayi Bölgesi kuruluyor. Şu günlerde
kamulaştırmalar yapılıyor. Kitler Köyü’nün tarlaları da bu bölgenin içinde
kalıyor. Köydeki ev yerleri hariç, toprakların neredeyse tamamı Organize Sanayi
Bölgesi’ne devrediliyor. Köylüler önceleri direndiler, kararın iptali için
davalar açtılar. Özellikle yaşlılar hiç istemiyorlar. Hepsi mutsuz. Nasıl üzülmesinler;
toprakları ellerinden alınıyor, ata yurdu diye bir şey kalmayacak ortada. İnternete
girdiğinizde OSB ile ilgili birçok haber gözünüze çarpacaktır. Köylüler hayatlarında
ilk kez mitingler düzenlediler. Eşimin abisi bu eylemlerde hep en öndeydi. Seksenine
merdiven dayamış İsmail Abi’nin elinde pankartla fotoğrafları çıktı gazetelerde...
En iyisi, ben konuyu daha fazla dağıtmadan hikâyeme döneyim. Yoksa okumaktan
vazgeçeceksiniz.
İsmail Abi, babadan kalma evi eskiyince yenisini biraz
daha yukarı yaptırdı. Eski ev kerpiçtendi, doğayla bütünleşmişti. Etrafı
ağaçlarla çevriliydi. Yeni evin çevresi sonradan ağaçlandırıldı. Dikilen diğer
fidanlara göre ceviz ağaçları daha hızlı büyüdü. Cevizlerden biri avlunun
önünde bulunuyor. Ceviz ağacının altında oturulmaz derler ama evin gelini
Gülser, zaman zaman misafirlerini burada ağırlar. Ben genelde evin duvarına
dayalı sedirde oturmayı yeğliyorum. Vadinin bu yakasından karşı dağın bin bir çeşit
yeşilini izlemenin keyfine doyamıyorum. Köyden yarım saatlik mesafedeki Adapazarı
ve İzmit’in hengâmesinden uzakta, yeşillikler içinde, sessiz ve tertemiz bir
ortamda bulunmak beni hep şaşırtmıştır. Kendimi düş âleminde hissederim. Mis
gibi havayı solurken huzuru içime çektiğim duygusuna kapılırım. Yine böyle bir
gündü, sedirde mindere uzunlamasına
oturmuş keyif çatıyordum. Yalnızdım. Ev halkı, çoluk çocuk fındıklığa gitmişti.
Ama yanıldığımı, yalnız olmadığımı çok geçmeden anlayacaktım.
Sedirde kendimden geçmek üzereyken evin önündeki beton
zemine gökten bir ceviz düştü. Parçalanan cevizi almak için hamle yapan kargaya,
beni, dalmakta olduğum uykumdan uyandırdığı için öfkeyle “Hişt!” diye bağırdım.
Bağırmamla kaçması bir oldu karganın. Gidip cevizin dalına kondu. Çok sevimli
bir kargaydı, onu korkuttuğuma üzüldüm. Beni kolluyordu, bir bana bir yerdeki
cevize bakıyordu. Hayvanı ürkütmemek için kıpırdamadan duruyordum. Bu şekilde
ne kadar durduğumu anımsamıyorum. Bir şikâyetim de yoktu durumumdan. Hafiften
bir esinti vardı. Tertemiz, mis gibi hava...
“Sevimlisin ama aptalsın!” diye seslendim kargaya.
Kargadan yanıt alamayınca bu kez “Karga karga gak dedi / Çık şu dala bak dedi...”
şarkısını söylemeye başladım. Kargadan yine ses yok. Diyeceksiniz ki karşındaki
insan değil, bir hayvan. Sıkı durun şimdi; “Çıktım baktım bu dala / Bu karga ne
budala...” dememe kalmadan öfkeli bir ses bana “Budala sensin!” diye bağırdı. Çevreme
bakındım, bana budala deme cüretini gösteren sesin sahibini aradım. Kimseler
yoktu. Karga konuşacak değil ya...
“Aptal aptal ne bakınıyorsun, sana budala diyen benim.”
“Kargalar konuşamaz ama...” Hem korktum hem şaşırdım,
karga konuşuyordu. Kekelediğimi görünce karga gülmeye başladı.
“Siz insanlar gerçekten aptalsınız; masallara
inanıyorsunuz da bir karganın konuşabileceğine inanmıyorsunuz...”
“Masala inandığımı nerden çıkarıyorsun?”
“Ezop’un, kargaları aptal yerine koyan masalından
etkilendiğin belli.”
“Sen gerçekten konuşuyorsun. Karganın konuşabildiğini
söylesem insanlar güler bana.”
“Sen de kimseye söyleme öyleyse.”
“Ben bir yazarım, bunu yazmadan duramam.”
“Konuşmandan senin kargaları tanımadığın anlaşılıyor.
Hakkımızda yazılanları oku, konuşabileceğimizi, çok zeki olduğumuzu göreceksin.
Biz kuş beyinli değiliz, beynimiz insan beynine benzer. Öğrendiklerimizi
kalıtımsal yollarla sonraki kuşaklara da aktarabiliyoruz. Özelliklerimiz
saymakla bitmez...”
Karga doğru söylüyor olabilirdi. Araştırma yapmadan söylediklerine
itiraz etmek bana yakışmazdı. Hemen cep telefonumdan internete girdim.
Parmaklarım titriyordu, bir yandan da kendime kızıyordum. Basbayağı, kargaya
inanıyordum. Kargalarla ilgili bilgileri okuyunca küçük dilimi yutacaktım
şaşkınlıktan. Karga doğru söylüyordu. Aslında kargaların söylendiği gibi aptal
olmadıklarını biliyordum, ama bu kadarını da beklemiyordum.
“Akıllı adamsın hemen araştırmaya başladın, aferin
sana. Hakkımızda ne öğrendin?”
Dikkatimi çeken önemli bulduğum bilgileri okudum.
“Kargalar öğrenme konusunda çok yeteneklidirler.
Onların bu zekâsı ve diğer özellikleri beyinlerinin fiziksel özelliklerinden
kaynaklanır. Karga beyni kuş beyniyle kıyaslanamaz. Karganın beyni insan
beyniyle benzer özelliklere sahiptir...”
Başımı kaldırıp hayretle kargaya baktım. Gülüyordu.
“Devam etsene!”
“Beyinde yüksek zekâyı sağlayan ön beyin, aynı
insanlarda olduğu gibi beynin en geniş alanını oluşturur.”
“Neden yazının başını okumadın?”
Utanarak yanıtladım sorusunu.
“Nasıl anladın?”
“O yazıyı yazan kişi konuşabileceğimizi belirtmeden geçmezdi.”
“Haklısın... Haklarında yapılan araştırmalarda 100
kelime ve 50 cümle öğrenen kargalar tespit edilmiştir.”
Okumaya devam etmedim. Yaşadığım anı yorumlamakta
güçlük çekiyordum.
“Aptallığımızla, kurnazlığımızla ilgileneceğinize,
kargaların kendi aralarında gösterdikleri dayanışmayı örnek alın...”
“Ama Ezop’un masalında...”
“Ezop, Ezop başka bir laf bilmez misin sen? Ezop M.Ö.
6. yüzyılda yaşamış. O günden bugüne çok şey değişti. Ben sana o masalın
devamın anlatayım, sen de onu yaz.”
Birden ortam sessizleşti. Sağıma soluma bakındım, kimseler
yoktu. Beni böyle görseler, bu adam delirmiş, kendi kendine konuşuyor derlerdi.
Kargaya baktım, başını eğmiş bana bakıyordu.
“Ezop’un o masalını biliyorsun değil mi?”
Sorusuna hemen yanıt veremedim. Artık kendimden şüphe
etmeye başlamıştım. Neyi bilip bilmediğimden emin değildim.
“Evet, biliyorum.”
“Anlat bir de senden dinleyeyim.”
“Hırsız karga evin birinden peynir çalmış, kaçıp bir
ağacın dalına konmuş. Bir tilki ağzında peynirle kargayı görünce peyniri
kargadan aşırmak için hemen bir plan yapmış...”
“Kes, kes! Yanlış anlatıyorsun, peynir değil et
olacak.”
Çok sinirlenmiştim kargaya. Oldum olası çokbilmişlerden
pek hoşlanmazdım.
“Ne fark eder, ha peynir, ha et?”
“Çok şey fark eder, dinle de öğren: Tilki, dedelerimin
dedesi kargaya seslenmiş: ‘Ey koca karga! Sen kuşların en yavuzu, en yamanısın.
Bir de sesin olsaydı, hepsine sen baş olurdun.’ Bizim dede, tilkinin oyununa
gelmiş, sesini beğendirmek için başlamış gaklamaya. Ağzını açınca eti düşürmüş.
Düşen eti de tilki oracıkta mideye indirmiş. ‘Güzel olsan neye yarar, senin aklın
kıt, aklın!’ demeyi de ihmal etmemiş.”
Tamam, karganın konuşabileceğine inanayım inanmasına
da ukalalığı dayanılır gibi değildi.
“Ne değişti şimdi? Peynir...” Sözümü tamamlayamadım.
Öfkeyle bağırdı.
“Bir sus, dinlemesini bil!”
“Tamam, kızma sustum, devam et.”
“Etini kaptıran dedemiz bu olayı tüm kargalara
duyurmuş. Kulaktan kulağa aktarılan bu olay sayesinde hiçbir karga bir daha
aynı tuzağa düşmemiş, yiyeceğini başkalarına kaptırmamış...”
Bu sefer ben kızgınlıkla kargayı susturdum.
“Aynı, Ezop’un anlattığı gibi kendini beğenmiş bir
hayvansın. Hâlâ benim itirazıma doğru dürüst yanıt veremedin...”
Karga öyle bir kahkaha attı ki görmeliydiniz.
Biliyorum inanmıyorsunuz; hem konuşuyor, hem de kahkaha atıyor.
“Siz insanların ortak bir düşüncesi var: Değişim
yasasına inanırsınız. Ama aradan binlerce yıl geçse de kendinizi değiştirmiyorsunuz.
Biz kargalar öyle değiliz; yaşadıklarımızdan ders alırız. Övünmek gibi olmasın
ama akıllı hayvanlarız. Az önce dediğim gibi tecrübelerimizi gelecek kuşaklara
aktarırız... Dur, hemen sözümü kesme, izin ver bitireyim.”
Mimiklerimden anlamıştı sözünü keseceğimi, gerçekten
akıllı hayvandı.
“Dinliyorum, eğer saçmalarsan taşı kafana yersin
bilmiş ol.”
“Şiddet içeren sözlerine yanıt vermeyeceğim. Ezop’un
bu masalıyla büyüyen dedelerimden biri, ben bunu tilkilerin yanına kâr
bırakmam, diyerek bir plan yapmış. Bir gün bir evden peynir aşırmış gidip bir
dala konmuş. Oradan bir tilkinin geçmesini beklemiş. Çok geçmeden tilkinin biri
dalın altına gelip dedemizi o masaldaki gibi övmüş. Dedemiz kanatlarını
şişirmiş gururla. ‘Sesin de güzel mi?’ diye sorunca tilki, dedemiz gak gak diye
ötmeye başlamış. Tabii ağzından düşen peyniri de tilki kapıp midesine indirmiş...”
Bu kez ben kahkaha attım. Hem de yattığım yerde göbeğimi
tuta tuta.
“Tüm kargalar aptal, yok bir birinizden farkınız.”
“Sen öyle san, biz insan mıyız ki her seferinde
emeğimizi kendini uyanık sananlara kaptıralım. Ama siz insanlar böyle misiniz?
“Karga ile Tilki” masalının yazıldığı çağdan bugüne dek emek hırsızları insanları
hep benzer yöntemlerle kandırıyorlar.”
Karganın bu sözleri ağrıma gitmişti, altında
kalamazdım, verdim cevabını.
“Siz hırsızlık yapıyorsunuz, yiyeceklerimizi
çalıyorsunuz, bu yaptığınızı da insanların emeği ile kıyaslıyorsunuz.”
“Unutma biz hayvanız, doğa yasalarına göre hareket
ediyoruz, siz insansınız toplum yasalarına göre yaşıyorsunuz. Kaldı ki, bu, insan
emeğinin sömürülmesiyle bir değil. Sen ki emeğin kutsallığına inanan bir dünya
görüşünü savunuyorsun...”
Artık dayanamayacaktım, haddini aşıyordu bu karga. Öfkeleniyordum öfkelenmesine de bir yandan da
hak vermeye başlamıştım.
“Görüyorum ki yola geliyorsun. Nerde kalmıştık? Ha, peyniri
kaptırmıştı bizim dedemiz. Tilkiyi oracıkta bırakıp yeniden en yakın eve uçar.
Çok geçmeden ağzında kocaman bir kalıp peynirle döner. Tilkinin ağzının suları
akmış, çünkü gördüğü peynir önceki yediğinin en az iki katıymış. Hemen övgü
dolu sözleri arka arkaya sıralamış. Dedemiz ağzını kapayan peyniri atmış, başlamış
gaklamaya. O öte dursun kurnaz tilki hemen atılıp peyniri yere düşmeden havada
kapmış, bir lokmada yutup karnına indirmiş. Evet yutmuş! Kulaklarını aç ve iyi
dinle; tilkinin yuttuğu bir kalıp sabunmuş. İyi mi? Tilkinin düştüğü durumu
düşünebiliyor musun? Bir kalıp sabunun midede neler yapacağını sen benden daha
iyi bilirsin. O günden sonra tilkiler kargaların yanından bile geçmemişler...”
Sus pus olmuştum. Karga iyi bir ders vermişti bana.
Şimdi bu yaşadıklarımı, duyduklarımı anlatsam kim inanır?
“Görüyorum ki bana hak veriyorsun, böbürlenmek, seni
yermek gibi bir amacım yok. Senden tek bir dileğim var; Ezop’un o masalına
karşılık dedemizin tilkiye verdiği dersi yazmanı istiyorum...”
“Söz yazacağım ama...”
Sözümü tamamlayamadım, büyük bir hışırtıyla yerimden
fırladım. Az önceki karga yerden cevizi kapmış uçuyordu. Uyuduğumu o an
anladım... Nasıl bir rüyaydı? Karabasan gibi mi demeliyim? Karar veremedim. Şimdi
bazılarınız, “Ben zaten anlamıştım rüya olduğunu,” diyecek. Ben de onlara diyeceğim
ki düşle gerçeği ayırmak mümkün müdür? Düşle gerçeği...
7. 11. 2017 / Kdz. Ereğli