19 Kasım 2017 Pazar

KARGA GAK DEDİ

Başımdan geçen bir olayı anlatacağım size, ama biliyorum ki okuyunca “Hadi be, mümkün değil!” diyeceksiniz. Hatta bazılarınız benimle dalga geçecektir. Bu nedenle bugüne kadar yazmaya cesaret edemedim. Aradan iki yıl geçtikten sonra hikâyeleştirerek anlatmaya karar verdim. Umarım inanır ve beğenirsiniz. Neyse, ben lafı fazla dolandırmadan sizi hikâyemle baş başa bırakayım.
Olay eşimin köyünde geçti. Sakarya’nın Kaynarca ilçesinin Kitler Köyü’nden söz ediyorum. Köy, Kaynarca’ya üç kilometre uzaklıktadır. Adapazarı’ndan gelirken yolun solunda, bir kilometre kadar içerde kalıyor. Eşimin dede evi, köyün ayrı bir mahallesi gibidir. Hafif eğimli vadinin bir yakasında iki evlik bir mahallecik diyebiliriz. Halk arasında mahalleye Çevkerler deniyor. Burayı yurt edinen en büyük dedenin lakabı Çevkeroğlu imiş. Şimdi Çevkeroğlu’nun torunlarının çocukları ata yurtlarını yaşatmaya çalışıyorlar. Diyeceksiniz ki “Yaşatmak ne demek?” Bu konunun öyküyle ilgisi yok, ama yazmadan da geçmek istemiyorum:
Kaynarca’da Organize Sanayi Bölgesi kuruluyor. Şu günlerde kamulaştırmalar yapılıyor. Kitler Köyü’nün tarlaları da bu bölgenin içinde kalıyor. Köydeki ev yerleri hariç, toprakların neredeyse tamamı Organize Sanayi Bölgesi’ne devrediliyor. Köylüler önceleri direndiler, kararın iptali için davalar açtılar. Özellikle yaşlılar hiç istemiyorlar. Hepsi mutsuz. Nasıl üzülmesinler; toprakları ellerinden alınıyor, ata yurdu diye bir şey kalmayacak ortada. İnternete girdiğinizde OSB ile ilgili birçok haber gözünüze çarpacaktır. Köylüler hayatlarında ilk kez mitingler düzenlediler. Eşimin abisi bu eylemlerde hep en öndeydi. Seksenine merdiven dayamış İsmail Abi’nin elinde pankartla fotoğrafları çıktı gazetelerde... En iyisi, ben konuyu daha fazla dağıtmadan hikâyeme döneyim. Yoksa okumaktan vazgeçeceksiniz.
İsmail Abi, babadan kalma evi eskiyince yenisini biraz daha yukarı yaptırdı. Eski ev kerpiçtendi, doğayla bütünleşmişti. Etrafı ağaçlarla çevriliydi. Yeni evin çevresi sonradan ağaçlandırıldı. Dikilen diğer fidanlara göre ceviz ağaçları daha hızlı büyüdü. Cevizlerden biri avlunun önünde bulunuyor. Ceviz ağacının altında oturulmaz derler ama evin gelini Gülser, zaman zaman misafirlerini burada ağırlar. Ben genelde evin duvarına dayalı sedirde oturmayı yeğliyorum. Vadinin bu yakasından karşı dağın bin bir çeşit yeşilini izlemenin keyfine doyamıyorum. Köyden yarım saatlik mesafedeki Adapazarı ve İzmit’in hengâmesinden uzakta, yeşillikler içinde, sessiz ve tertemiz bir ortamda bulunmak beni hep şaşırtmıştır. Kendimi düş âleminde hissederim. Mis gibi havayı solurken huzuru içime çektiğim duygusuna kapılırım. Yine böyle bir gündü,  sedirde mindere uzunlamasına oturmuş keyif çatıyordum. Yalnızdım. Ev halkı, çoluk çocuk fındıklığa gitmişti. Ama yanıldığımı, yalnız olmadığımı çok geçmeden anlayacaktım.
Sedirde kendimden geçmek üzereyken evin önündeki beton zemine gökten bir ceviz düştü. Parçalanan cevizi almak için hamle yapan kargaya, beni, dalmakta olduğum uykumdan uyandırdığı için öfkeyle “Hişt!” diye bağırdım. Bağırmamla kaçması bir oldu karganın. Gidip cevizin dalına kondu. Çok sevimli bir kargaydı, onu korkuttuğuma üzüldüm. Beni kolluyordu, bir bana bir yerdeki cevize bakıyordu. Hayvanı ürkütmemek için kıpırdamadan duruyordum. Bu şekilde ne kadar durduğumu anımsamıyorum. Bir şikâyetim de yoktu durumumdan. Hafiften bir esinti vardı. Tertemiz, mis gibi hava...
“Sevimlisin ama aptalsın!” diye seslendim kargaya. Kargadan yanıt alamayınca bu kez “Karga karga gak dedi / Çık şu dala bak dedi...” şarkısını söylemeye başladım. Kargadan yine ses yok. Diyeceksiniz ki karşındaki insan değil, bir hayvan. Sıkı durun şimdi; “Çıktım baktım bu dala / Bu karga ne budala...” dememe kalmadan öfkeli bir ses bana “Budala sensin!” diye bağırdı. Çevreme bakındım, bana budala deme cüretini gösteren sesin sahibini aradım. Kimseler yoktu. Karga konuşacak değil ya...
“Aptal aptal ne bakınıyorsun, sana budala diyen benim.”
“Kargalar konuşamaz ama...” Hem korktum hem şaşırdım, karga konuşuyordu. Kekelediğimi görünce karga gülmeye başladı.
“Siz insanlar gerçekten aptalsınız; masallara inanıyorsunuz da bir karganın konuşabileceğine inanmıyorsunuz...”
“Masala inandığımı nerden çıkarıyorsun?”
“Ezop’un, kargaları aptal yerine koyan masalından etkilendiğin belli.”
“Sen gerçekten konuşuyorsun. Karganın konuşabildiğini söylesem insanlar güler bana.”
“Sen de kimseye söyleme öyleyse.”
“Ben bir yazarım, bunu yazmadan duramam.”
“Konuşmandan senin kargaları tanımadığın anlaşılıyor. Hakkımızda yazılanları oku, konuşabileceğimizi, çok zeki olduğumuzu göreceksin. Biz kuş beyinli değiliz, beynimiz insan beynine benzer. Öğrendiklerimizi kalıtımsal yollarla sonraki kuşaklara da aktarabiliyoruz. Özelliklerimiz saymakla bitmez...”
Karga doğru söylüyor olabilirdi. Araştırma yapmadan söylediklerine itiraz etmek bana yakışmazdı. Hemen cep telefonumdan internete girdim. Parmaklarım titriyordu, bir yandan da kendime kızıyordum. Basbayağı, kargaya inanıyordum. Kargalarla ilgili bilgileri okuyunca küçük dilimi yutacaktım şaşkınlıktan. Karga doğru söylüyordu. Aslında kargaların söylendiği gibi aptal olmadıklarını biliyordum, ama bu kadarını da beklemiyordum.
“Akıllı adamsın hemen araştırmaya başladın, aferin sana. Hakkımızda ne öğrendin?”
Dikkatimi çeken önemli bulduğum bilgileri okudum.
“Kargalar öğrenme konusunda çok yeteneklidirler. Onların bu zekâsı ve diğer özellikleri beyinlerinin fiziksel özelliklerinden kaynaklanır. Karga beyni kuş beyniyle kıyaslanamaz. Karganın beyni insan beyniyle benzer özelliklere sahiptir...”
Başımı kaldırıp hayretle kargaya baktım. Gülüyordu.
“Devam etsene!”
“Beyinde yüksek zekâyı sağlayan ön beyin, aynı insanlarda olduğu gibi beynin en geniş alanını oluşturur.”
“Neden yazının başını okumadın?”
Utanarak yanıtladım sorusunu.
“Nasıl anladın?”
“O yazıyı yazan kişi konuşabileceğimizi belirtmeden geçmezdi.”
“Haklısın... Haklarında yapılan araştırmalarda 100 kelime ve 50 cümle öğrenen kargalar tespit edilmiştir.”
Okumaya devam etmedim. Yaşadığım anı yorumlamakta güçlük çekiyordum.
“Aptallığımızla, kurnazlığımızla ilgileneceğinize, kargaların kendi aralarında gösterdikleri dayanışmayı örnek alın...”
“Ama Ezop’un masalında...”
“Ezop, Ezop başka bir laf bilmez misin sen? Ezop M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış. O günden bugüne çok şey değişti. Ben sana o masalın devamın anlatayım, sen de onu yaz.”
Birden ortam sessizleşti. Sağıma soluma bakındım, kimseler yoktu. Beni böyle görseler, bu adam delirmiş, kendi kendine konuşuyor derlerdi. Kargaya baktım, başını eğmiş bana bakıyordu.
“Ezop’un o masalını biliyorsun değil mi?”
Sorusuna hemen yanıt veremedim. Artık kendimden şüphe etmeye başlamıştım. Neyi bilip bilmediğimden emin değildim.
“Evet, biliyorum.”
“Anlat bir de senden dinleyeyim.”
“Hırsız karga evin birinden peynir çalmış, kaçıp bir ağacın dalına konmuş. Bir tilki ağzında peynirle kargayı görünce peyniri kargadan aşırmak için hemen bir plan yapmış...”
“Kes, kes! Yanlış anlatıyorsun, peynir değil et olacak.”
Çok sinirlenmiştim kargaya. Oldum olası çokbilmişlerden pek hoşlanmazdım.
“Ne fark eder, ha peynir, ha et?”
“Çok şey fark eder, dinle de öğren: Tilki, dedelerimin dedesi kargaya seslenmiş: ‘Ey koca karga! Sen kuşların en yavuzu, en yamanısın. Bir de sesin olsaydı, hepsine sen baş olurdun.’ Bizim dede, tilkinin oyununa gelmiş, sesini beğendirmek için başlamış gaklamaya. Ağzını açınca eti düşürmüş. Düşen eti de tilki oracıkta mideye indirmiş. ‘Güzel olsan neye yarar, senin aklın kıt, aklın!’ demeyi de ihmal etmemiş.”
Tamam, karganın konuşabileceğine inanayım inanmasına da ukalalığı dayanılır gibi değildi.
“Ne değişti şimdi? Peynir...” Sözümü tamamlayamadım. Öfkeyle bağırdı.
“Bir sus, dinlemesini bil!”
“Tamam, kızma sustum, devam et.”
“Etini kaptıran dedemiz bu olayı tüm kargalara duyurmuş. Kulaktan kulağa aktarılan bu olay sayesinde hiçbir karga bir daha aynı tuzağa düşmemiş, yiyeceğini başkalarına kaptırmamış...”
Bu sefer ben kızgınlıkla kargayı susturdum.
“Aynı, Ezop’un anlattığı gibi kendini beğenmiş bir hayvansın. Hâlâ benim itirazıma doğru dürüst yanıt veremedin...”
Karga öyle bir kahkaha attı ki görmeliydiniz. Biliyorum inanmıyorsunuz; hem konuşuyor, hem de kahkaha atıyor.
“Siz insanların ortak bir düşüncesi var: Değişim yasasına inanırsınız. Ama aradan binlerce yıl geçse de kendinizi değiştirmiyorsunuz. Biz kargalar öyle değiliz; yaşadıklarımızdan ders alırız. Övünmek gibi olmasın ama akıllı hayvanlarız. Az önce dediğim gibi tecrübelerimizi gelecek kuşaklara aktarırız... Dur, hemen sözümü kesme, izin ver bitireyim.”
Mimiklerimden anlamıştı sözünü keseceğimi, gerçekten akıllı hayvandı.
“Dinliyorum, eğer saçmalarsan taşı kafana yersin bilmiş ol.”
“Şiddet içeren sözlerine yanıt vermeyeceğim. Ezop’un bu masalıyla büyüyen dedelerimden biri, ben bunu tilkilerin yanına kâr bırakmam, diyerek bir plan yapmış. Bir gün bir evden peynir aşırmış gidip bir dala konmuş. Oradan bir tilkinin geçmesini beklemiş. Çok geçmeden tilkinin biri dalın altına gelip dedemizi o masaldaki gibi övmüş. Dedemiz kanatlarını şişirmiş gururla. ‘Sesin de güzel mi?’ diye sorunca tilki, dedemiz gak gak diye ötmeye başlamış. Tabii ağzından düşen peyniri de tilki kapıp midesine indirmiş...”
Bu kez ben kahkaha attım. Hem de yattığım yerde göbeğimi tuta tuta.
“Tüm kargalar aptal, yok bir birinizden farkınız.”
“Sen öyle san, biz insan mıyız ki her seferinde emeğimizi kendini uyanık sananlara kaptıralım. Ama siz insanlar böyle misiniz? “Karga ile Tilki” masalının yazıldığı çağdan bugüne dek emek hırsızları insanları hep benzer yöntemlerle kandırıyorlar.”
Karganın bu sözleri ağrıma gitmişti, altında kalamazdım, verdim cevabını.
“Siz hırsızlık yapıyorsunuz, yiyeceklerimizi çalıyorsunuz, bu yaptığınızı da insanların emeği ile kıyaslıyorsunuz.”
“Unutma biz hayvanız, doğa yasalarına göre hareket ediyoruz, siz insansınız toplum yasalarına göre yaşıyorsunuz. Kaldı ki, bu, insan emeğinin sömürülmesiyle bir değil. Sen ki emeğin kutsallığına inanan bir dünya görüşünü savunuyorsun...”
Artık dayanamayacaktım, haddini aşıyordu bu karga.  Öfkeleniyordum öfkelenmesine de bir yandan da hak vermeye başlamıştım.
“Görüyorum ki yola geliyorsun. Nerde kalmıştık? Ha, peyniri kaptırmıştı bizim dedemiz. Tilkiyi oracıkta bırakıp yeniden en yakın eve uçar. Çok geçmeden ağzında kocaman bir kalıp peynirle döner. Tilkinin ağzının suları akmış, çünkü gördüğü peynir önceki yediğinin en az iki katıymış. Hemen övgü dolu sözleri arka arkaya sıralamış. Dedemiz ağzını kapayan peyniri atmış, başlamış gaklamaya. O öte dursun kurnaz tilki hemen atılıp peyniri yere düşmeden havada kapmış, bir lokmada yutup karnına indirmiş. Evet yutmuş! Kulaklarını aç ve iyi dinle; tilkinin yuttuğu bir kalıp sabunmuş. İyi mi? Tilkinin düştüğü durumu düşünebiliyor musun? Bir kalıp sabunun midede neler yapacağını sen benden daha iyi bilirsin. O günden sonra tilkiler kargaların yanından bile geçmemişler...”
Sus pus olmuştum. Karga iyi bir ders vermişti bana. Şimdi bu yaşadıklarımı, duyduklarımı anlatsam kim inanır?
“Görüyorum ki bana hak veriyorsun, böbürlenmek, seni yermek gibi bir amacım yok. Senden tek bir dileğim var; Ezop’un o masalına karşılık dedemizin tilkiye verdiği dersi yazmanı istiyorum...”
“Söz yazacağım ama...”
Sözümü tamamlayamadım, büyük bir hışırtıyla yerimden fırladım. Az önceki karga yerden cevizi kapmış uçuyordu. Uyuduğumu o an anladım... Nasıl bir rüyaydı? Karabasan gibi mi demeliyim? Karar veremedim. Şimdi bazılarınız, “Ben zaten anlamıştım rüya olduğunu,” diyecek. Ben de onlara diyeceğim ki düşle gerçeği ayırmak mümkün müdür? Düşle gerçeği...
                                                                                         7. 11. 2017 / Kdz. Ereğli      






14 Kasım 2017 Salı

Yıldırım B. Doğan’ın Özgün Romanı
ANKARALI NEFİSE
Roman sanatı öncelikle insanı anlatır. Bana göre bir romanın sanat değerini belirleyen en önemli unsur yazarın yarattığı karakterlerdir. Yıdırım B. Doğan’ın Ankaralı Nefise romanı bu düşüncemi destekleyen çok güzel bir örnek; okur okumaz bu romanı kahramanlar üzerinden irdelemek isteği duydum. Eleştirmen olmadığım için özellikle irdelemek sözcüğünü kullandım. Ankaralı Nefise salt kahramanlarıyla öne çıkmıyor, kurgusuyla da övgüyü hak ediyor.
“Çocukluğundan bu yana en çok konuştuğu insan kendisi olmuştu. Onu sabırla dinleyen, sızlanmalarına aldırmayan, sözünü kesmeyen kendisiydi. Kendisiyle konuşurken sabırlı eski bir dostun gözlerinde dalıp gidiyor, dışarıdan bir uyarıcı gelene dek konuşmalarını sürdürüyordu. İş yaparken dakikalarca süren konuşmalarının, sonradan anımsayabilmeyi çok istemiş olmasına rağmen, tek bir sözcüğü bile aklında kalmıyordu. Hemen unutuyordu. Kendini yine kendi koruyor, söylediklerinden ötürü duyabileceği suçluluğa izin vermiyordu.” (Sayfa:9 Giriş Bölümünden)
Yukarıdaki satırlar romanın başkahramanı Nefise karakterini merak ettiriyor okuyucuya. Bir insan kendisiyle neden konuşur? Diyelim konuşuyor, konuştuklarını neden unutmak ister? Akla gelen bu sorular ister istemez ilgiyi roman kahramanı üzerinde topluyor, merak ettiriyor. Oysa genelde merak duygusu olay kurgusuyla yaratılmaya çalışılır. Sadece Nefise değil diğer kahramanlar da aynı ustalıkla işlenmiş romanda. Olayların nasıl gelişeceğinden çok kahramanların olaylar karşısında nasıl bir tavır alacağı sorusu öne çıkıyor.
Yıldırım B. Doğan’ın romanlarından önce Karakter Yaratmak ve Roman Nasıl Oluşur adlı kitaplarını okumuştum. Psikoloji bilimini kendine meslek edinen ve roman kuramı üzerinde söz sahibi birinin romanları ilginç olmalıydı; Ankaralı Nefise’yi okuduğumda yanılmadığımı anladım.
Yıldırım B. Doğan romanlarında sıradan insanların hikâyelerini anlatıyor. Ankaralı Nefise de bunlardan biri. Yazar romanın karakterlerini yaratırken değişimi de ustalıkla işlemiş. Romanın başında bize tanıtılan karakterler romanın sonunda bambaşka insanlar oluyor. Sıradan insanların hikâyesi anlatılarak özgün bir roman nasıl yazılacağının çok başarılı bir örneği Ankaralı Nefise...  
Nefise isteği dışında İrfan’la evlendiriliyor. Evlenmelerinden sonra İrfan’ın babası onları Ankara’ya gönderiyor. İrfan Ankara’da bir mahalle bakkalını çalıştırıyor. İrfan’ın hayatı bakkalla ev arasında geçmektedir. Nefise evde mutsuz günlerini sürdürürken kocasının önerisiyle bir avukatın ev işlerini yapmak üzere çalışmaya başlıyor. Haftada üç gün avukatın evinin temizliğini yaparken Nefise’nin de değişimi başlıyor. Avukat Şadi çok okuyan biridir, evi kitaplarla doludur. Çok güzel bir kadın olan Nefise’den etkilenir. Nefise’nin ilgisini çekmek için onu eğitmeği kendine amaç edinir.
“Haftada üç kez azimle tırmandığı yokuş, Nefise’yi sadece temizleyip toparladığı eve değil, aynı zamanda öğrendikçe değişen bir dünyaya götürüyordu. Acele etmeden, sabırla kurduğu merak dünyasına Nefise’yi çekmeyi başaran Şadi, öğrenmenin tek adresi, bilmenin tek yolu haline gelmişti.” (S:42) Şadi’nin umudu böyleydi ama Nefise’nin “Şadi’nin bedeni ilgisini çekmemişti...” Nefise’nin Şadi’den beklediği ve istediği tek şey onu eğitmesi ve değiştirmesidir. Şadi’nin amacı ise “Yeni birisini yaratmak, onun vefa duyacağı sadık sahibi olmak ...” Çünkü Şadi şişmandır, bedenini kendisi de beğenmemektedir. Nefise “Aldığı paranın karşılığını yaptığı işle öderken, fazladan sessizliği ve suskunluğuyla Şadi’nin hayallerine izin veriyordu.” Bu satırlar Nefise’nin ne kadar akıllı ve sezgisi güçlü bir kadın olduğunu gösteriyor. Böyle davranarak Şadi’nin beklentisine bir ölçüde karşılık vermiş oluyordu.
Nefise’deki değişimi kocası İrfan da fark ediyor. Ama bunu anlamakta geç kalmıştır. Daha önce dövdüğü karısı, çaresizlikten kasabalarına geri dönmüştü, şimdi ise böyle olmayacağını sezinliyordu. Karısını dövdüğü için de onunla yeterince ilgilenmediği için de pişmandı. “Eşeklik ettim... Keşke...” diye düşünüyor İrfan. “Bir kez daha giderse, gideceği yer bu kez kasabaları olmayacaktı. Bundan emindi.” (S:128) Nefise kasabasına döndüğü zaman Ankara’yı bilmiyordu. Çalışmaya başladıktan sonra şehri tanıyor, farklı hayatların olduğunu öğreniyor, öğrendikçe de değişiyor.
Nefise, kasabadan döndüğü gece dolmuşla evine giderken daha sonra hayatına girecek olan Asker’le karşılaşıyor. Evli ama mutsuz bir kadınla, bıçkın bir dolmuş şoförünün aşkı mutlu sona kavuşacak mı? Bu sorunun yanıtını ancak son sayfalarda öğrenebiliyoruz.
Normalde Nefise’nin başka bir erkeği sevdiği için değiştiği düşünülür. Nefise, Asker’le buluşmaya başlamadan çok önce değişmeye başlamıştır. Yazar, kadındaki değişimin şehirle başladığını çok güzel yansıtıyor. “Kadın çok haklı! Dediğin doğru, şehri tanımaya başladıysa ne istediğini de anlamaya başlamıştır.” (S:178) Nefise’nin kocasından ayrılma kararını nasıl verdiğini Şadi şöyle açıklıyor: “İçindeki aklı büyütmeyi öğrenmiş sadece. Ne istediğini bilene kadar beklemiş, senin anlayacağın.” (S:179)
Nefise değişmişti, bıçkın bir delikanlıyı seviyordu, aşkı karşılıksız değildi. Sevdiği adam uğruna tüm tehlikeleri göze almıştı. Aşkı doludizgin yaşıyordu. “Kendiyle konuşma alışkanlığı, hatırlayamayacağı kadar uzun bir zaman önce kesilmişti. Kafasının içindeki sesler düşünceleri tarafından emiliyor, yüreğindeki kanla beraber temizleniyor, rahat soluk alıp veriyordu. Ama şimdi gene konuşmaya başlamıştı.” (S:234) Nefise kocasından ayrılıp Asker’le evlenebilecek mi? Ailesi, Asker’in Nefise’yle evlenmesine izin verecek mi? Romanın sonunda tüm bu soruların yanıtını alabiliyoruz.
İrfan karakteri de en az Nefise karakteri kadar ilginç. İrfan, talihsiz bir olaydan sonra kendini Ankara’da buluyor. İleri derecede bozuk gözleriyle dolmuş şoförlüğü yaparken kaza yapıyor. Bu olay üzerine kasabanın hatırı sayılı zenginlerinden olan babası, oğlunu Nefise ile evlendirip Ankara’ya gönderiyor. Bir bakıma sürgün ediliyor İrfan. Babası ona Ankara’da bir mahallede bakkal dükkânı açıyor. İrfan’ın tekdüze hayatı karısının avukat Şadi’nin evinde çalışmaya başlamasıyla renkleniyor. Kısa sürede Şadi’yle ahbap oluyorlar.
İrfan oldukça değişik bir karakterdir. “Adının İrfan olduğunu ilkokula kayıt yaptırırken babasından duymuş”. Çirkin bir adam olmasına rağmen kasabanın en güzel kızlarından biriyle evlendiriliyor. Kocasıyla zoraki evlendirilen Nefise, İrfan’ı sevmiyor. Oysa “Kaderin sırtına sardığı torbadaki tek değerli görünen mülkü Nefise idi. Beklediği şefkati görmese bile, tam anlamıyla kadını gibi hissetmese de onu yanında yöresinde istiyordu. Yatakta asla itiraz etmeyen eti güzel bu kadın, ona bir kez sarılsa...” (S:45)
İrfan Ankara’ya geldiğinden beri eviyle bakkalı arasında gidip gelmektedir. Evinde yaptığı şey ise yemeğini yedikten sonra pencerenin kenarına oturup çayını içmesidir. Tek lüksü pencereden karanlık caddeyi izlemektir. “Gecenin karanlığına bakmak geçmişin her anına, her yerine yapılan canlı bir yolculuktur. Bu yolculuk sırasında insan sadece kendini görebilir Kendini görebilmek için karanlığa ihtiyaç duyuyordu.” Ta ki Nefise’deki değişimi fark edene kadar sürer bu durum.
İrfan’ı zor günler bekliyordu; çünkü “Uyanan bir kadını zapt etmek kolay değildir. Bunu sezmiş, iyiden iyiye anlamıştı. Ama tanımadığı, onu giderek daha çok rahatsız etmeye başlayan kendi karanlığındaki boşluktan kurtulması pek olanaklı görünmüyordu. Hissediyor, seziyor, somut hale getiremiyordu. Nefise ondan uzak, ayrı bir yolculuğa başlamış görünüyordu.” (S:149) Ancak “Bu pencerede bir sihir olmalı; pencere önüne oturmakla, karanlığa kardeş olmakla insan böyle değişir mi? Hem de bu kadar kısa sürede?”(S:199)
 İrfan’ın “Alışmaya başladığı, içine girmeye çalıştığı şehir yapacağını yapmış, karısını elinden almıştı.” (S: 212) Karısını kaybetmenin acısını yaşayan bir adam ne hisseder? İrfan’ın hisleri şaşırtıcıdır. “Keşke dün gece memelerini elleseydi, üstüne çıksaydı; hiç değilse son bir defa!..” Sadece bu satırlar değil okuyucuyu şaşırtan, Nefise’nin bir başkasının koynuna girdiğinden emin olduktan sonra karısının eve geldiğini görünce ya da “Onu gördüğünü düşündüğü anda duyduğu sevinç, birkaç saattir yaşadıklarına hiç mi hiç uymuyordu.” (S:216)
Romanın kilit karakterlerinden biri de avukat Şadi; kilolu, çok okuyan, yazan biri. Çevresindekilere bildiklerini anlatmayı, onları eğitmeyi kendine görev biliyor. Nefise’ye bilgisayarı kullanmasını öğretiyor, İrfan’a kadın erkek ilişkisi hakkında “derin” bilgiler veriyor. Bunları yaparken kendini karşısındaki insanlara önemsetme dürtüsüyle hareket ediyor. Bu özelliği onun en belirgin karakteristik özelliği. Evine temizliğe gelen Nefise’nin güzelliğinden etkileniyor, ama İrfan’dan çekindiği için bir türlü kadına yanaşamıyor. Nefise’ye kendini beğendiremediğini görünce geri adım atıyor. Yazar, Şadi karakterini de oldukça güzel çizmiş.
Şehir, romanın önemli karakterinden biri desek abartmış olmayız. Şehrin karakterler üzerindeki değiştirici etkisini yazar çok iyi vermiş. Nefise sokağa çıkıp Ankara’yı gezmeye başlayınca değişimi de hızlanıyor. “Oysa kente ilgisi yeni yeni uyanmaya başlamış, bilmediği yerin kapısını ilk kez açıp giren birisinin ilk adımdan sonra duyduğu coşkuyu duymaya başlamıştı.” (S: 99) Şehrin, karısının üzerindeki etkisini gören İrfan da sığındığı bakkalından çıkarak şehri tanımaya başlıyor. “Alışmaya başladığı, içine girmeye çalıştığı şehir yapacağını yapmış, karısını elinden almıştı.” (S: 212) Şehirden korkan İrfan Ankara’yı gezdikçe korkusundan da kurtuluyor. “Ankara büyük şehir; ama bilirsen küçülür. Sen ne kadar bilirsen o kadar küçülecek demektir.” (S: 234)
Yıldırım B. Doğan anlatımı güçlendirmek için kullandığı benzetmeleri, örneklemeleri yerinde ve tadında kullanmış. Dikkatimi çeken altını çizdiğim cümlelerin sayısı oldukça fazla:
“... kazara silinmiş kayıtlar için kaygı duymayan aç bir belleğin canlılığıyla karısını bir daha görmemişti.” (S: 24)
“Böyle zamanlarda sis inadıyla yayılan suskunluk,” (S: 47)
“Yanakları kor bir ateşin dokunuşuyla yandı; yüzündeki kızarma gözlerindeki elayı tutuşturmuş, gözbebekleri büyümüştü. Tenine aynı anda bastıran bıyıkların her bir telindeki kan erkeğin dudaklarındaki alevle tutuşmuş, ortaya çıkan elektrik narin bedenini sarmış ve kasıklarında yeni çimlenen toprağa gömüldüğünde ancak durulabilmişti.” (S: 109)
“Öfkesi tamamen geçmiş, şeş kapısını kapatmanın rahatlığıyla oyuna tepeden bakıyordu.” (S: 126)
“Sevdiği adamdan adını duymak, ona adıyla seslenmek ikisini de etkilemiş, ağırlığını yitirip yüzeye vuran deniz kabuğu gibi hafiflemişlerdi.” (S: 135)
Romanında altını çizdiğim çok sayıda güzel ve anlamlı sözler de var:
“Merak, insanın ne zaman doyacağını bilemeden tükettiği en çekici gıdadır.”
“Kadın, karşısındaki erkek gibidir; yaşadıkları onu görünür kılar?”
“Kadını sahici yapan, o anda, hayatında olan erkektir.”
“Akıl yeni keşfedenler için zehirdir.”
“Kimi kadınlar bakışından, kimi kadınlar yürüyüşünden, kimi kadınlar sesinden doğru erkeğin belleğinde kalıcı konuk olurlar.”
“Öfke doğaldır. Onu hissetmek her insan için haktır. Önemli olan öfkenizin size ne yaptırdığıdır.”
“Sabahleyin yatakta yanında gördüğün kadın, bir gece önceki fotoğrafın banyo edilmiş şeklidir.”
“Anladım; sevgilisiyle sevişir, kocasıyla yatar...” “Suçluluk seviştirir. Görevinse yatarsın.”
Ankaralı Nefise’yi okuyup bitirdiğinizde aklınızı meşgul edecek çok şey olacak. Ama sanırım benim gibi her okuyucunun üzerinde düşüneceği sözcük “koku” olacaktır. Yazarın kokuyla neyi anlattığını sanırım herkes kendine göre yanıtlayacaktır. Ama ben yine de ipucu niteliğinde küçük bir alıntı yapayım romandan:
“Ona ulaşan kokunun, yüzüne sadece saniyeler süresince baktığı dolmuş şoförüne aylar sonra tesadüfen karşılaştıkları anda ulaşması; kulaklarında artan basınç hissi planladığından daha uzun bir süre durmasına neden olmuştu. Kanı dondu. İlk kez birbirinden farklı iki koku aynı anda genzini tırmalamaya başlamıştı.” (S: 53) Eğer bu satırlar yeterince açıklayıcı olmadıysa şu küçücük alıntıyı da yapayım: “Kokuların sözlere gereksinimi var, sözlerin de dokunuşa.”
Ankaralı Nefise Yıldırım B. Doğan’ın Ankara Altılısı adını verdiği serinin birincisi; üçüncü baskısı Kurgu Kültür Merkezi Yayınları’ndan çıkmış. Ankaralı Nefise son yıllarda okuduğun en güzel romanlardan; ama düşünmeden ve sormadan edemiyorum: Neden hak ettiği ilgiyi bulamıyor?
                                                                                            (19 Mart 2017 – Bodrum)