8 Şubat 2019 Cuma


AYDIN ÖĞRETMEN

 

Çok değil, yarım saat önce kalabalıktan odaya girilemiyordu. Şimdi ise akşamın hüzünlü sessizliği doldurmuştu odayı. Eğer hemşire gelip uygun bir dille ziyaretçileri göndermeseydi hiç kimsenin gitmeye niyeti yoktu. Son ziyaretçilerin ardından, dinlenmesi için üç dört saatliğine Gülsüm Hanımı da eve göndermiştik. Kadıncağız dün geceyi sandalye üzerinde geçirmişti. Birkaç saat dinlenip dönecekti. Benim ve Aydın Öğretmenin ısrarıyla, istemeye istemeye evin yolunu tutmuştu. Kapıdan tam çıkacakken dönüp eşinin ateşini kontrol edişi, bir anne edasıyla kocasının yüzünü, alnını okşayışı çok hoştu. İkisinin de gözleri minnetle, sevgiyle, şefkatle ışıldıyordu. O anın sıcaklığına kendimi kaptırmış, duygusal bir film sahnesi izlercesine seyrediyordum onları.

Oda boşalınca, nedense birden yalnızlık duygusuna kapıldım. Omuzlarıma bir yorgunluk, bir ağırlık çökmüştü. Anlam veremediğim bir sıkıntı yüreğimi daraltıyordu. Herkes gidince konuşmak, bir şeyler bulup söylemek benim görevimmiş gibi hissediyordum.  Ne diyecektim? Teselli edecek, söyleyecek söz bulamıyordum ki! Laf olsun diye konuşmayı zaten sevmezdim, hem Aydın Öğretmen de anlardı niyetimi. Bazen sessizliğin altında ezilir insan, aynen o durumdaydım. Sessizlik uzadıkça içimdeki sıkıntı da artıyordu. “Aydın Abi, sakın yanlış şeyler kurma kafanda, hiç kimse senin hakkında kötü düşünmez, herkes seni tanıyor...” diyemezdim. Konuşurken sesim çatallaşır, sözcükler dişlerimin arasında ezilirdi. Bırak konuşmayı yüzüne bakamıyordum. Bakışlarıma farklı anlamlar yükleyip ona acıdığımı sanabilirdi.

Hastaneye geldiğimde Aydın Öğretmeni yoğun bakım ünitesinden çıkarıp odaya almışlardı. Gülsüm Hanım ve ziyaretçiler vardı yanında. Orada bulunanların aksine Aydın Öğretmen neşeli görünmeye çalışıyordu. Beni görünce sevindi. 1970’li yıllardan beri tanışıyorduk onunla. Saygı ve sevgiye dayalı düzeyli bir ilişkimiz vardı. Meslekte benden oldukça eskiydi. Kırkıncı yılında emekliye ayrıldığını biliyordum. Bir konuşmamızda söz etmişti. Mesleğe başladığı yıl, kendine hedef koymuş, 2005 yılında emekliye ayrılacağım demiş, dediğini yapmıştı. Çok iyi bir öğretmendi, başarılıydı. Sınava girecek öğrencilerini dershaneye yönlendirir, dershane parasını ödemeye gücü yetmeyen öğrencilerini kontenjandan dershane kurslarına kaydettirirdi. Bu şekilde çok sayıda öğrencisinin hayatını değiştirdiğine tanık olmuştum.

Söz, yaşadığı talihsiz olaydan açıldığında gözleri doluyor, hemen konuyu değiştiriyordu. Yaşadıklarını anlatmak, içini dökmek istediğini sezinliyordum. Ağrılarına, sızılarına aldırmadığını, onu asıl üzenin ruhunda açılan onulmaz yaranın olduğunu söylüyordu bakışları. Ne o kendiliğinden konuştu, ne de ben sordum. Konu evlerinden açıldığında anlatmaya başladı:

“Emekli olunca eski evimizi sattık, hanımla emekli ikramiyelerimizi birleştirdik, üzerine de birikimlerimizi koyup Kadıtarlası’ndan şimdiki evimizi satın aldık. Daha önce Kepez’de oturuyorduk. Bilirsin fabrikanın zehirli gazlarını rüzgar vadi boyunca Kepez’e doğru sürükler. Daha fazla zehirlenmek istemedik. Şimdiki evimiz, İhsan Yılmaz İlkokuluyla karşılıklı, evin balkonundan okulun bahçesi görünüyor. Tam karşımızda Karadeniz’in uçsuz bucaksız maviliği, hemen önümüzde sabahtan akşama değin çocukların koşuşturduğu okulun bahçesi…” Susup keyifle yüzüme baktı. “Dünyanın en güzel manzaralı evinde oturuyoruz. Emeklilikte de bundan iyisi can sağlığı.”

“Siz çok daha iyilerine layıksınız Aydın Abi.”

“Yok, bu kadarı da yeter bize. İnsan küçücük şeylerden mutlu olmasını bilmeli. Sabahları pencereden çocukların okula gelişlerini izlerim. Güne çocuk sesleriyle başlamak bana iyi geliyor. Teneffüs zili çalınca kahvemi alır, balkona çıkarım. Kahvemi keyifle höpürdetirken anılara dalıp giderim. Benden mutlusu yoktur o anda… Ama son zamanlarda…”

Derin bir iç çekerek sustu. Canını sıkan her neyse anlatmak istemiyordu. Ben de üstelemedim. Belki canı yanıyordu. Ya da aldığı ağrı kesicinin etkisi geçiyordu. Kaygıyla yerimden doğruldum.

“Abi, ağrın mı var?”

“Yok, yok! İyiyim… Geçenlerde halk otobüsünde on yaşlarında bir çocuğu benim eski öğrencilerden Hakan’a benzettim. İstemsizce Hakan diye seslendim. Neyse ki çocuk dönüp benden tarafa bakmadı. Yanımdaki insanların o an bana bakışlarını görmeliydin. Bu adam kafayı yemiş, kendi kendine konuşuyor diye düşünmüşlerdir, kesin.”

“Arada bir benim de başıma geliyor böyle şeyler. Buna mı üzülüyorsun?”

“Son yıllarda çok sık yaşıyorum ama. Hakan dediğim öğrencim belki şimdi ellisindedir. Alzaymır olmaktan çok korkuyorum, bazen kuşkuya kapılıyorum. Alzaymır hastaları eski anılarını daha iyi hatırlarmış.”

“Yakın zamanlarda yaşadıklarını anımsamıyor musun?”

“Bilmem, düşünmedim. Hatırlıyorum herhalde.”

“Hazır hastanedesin, kontrolden geçersin. Ama ben sanmıyorum.”

“Dün öğlen Çınaraltı’na indim. Bilirsin her öğleden sonra arkadaşlarla orada buluşuruz. Selahattin, Halil, Fehmi… Bir de Süleyman Abi vardı. Zaten şuracıkta kaç kişi kaldık? Tek tek göçüp gidiyor arkadaşlar bu dünyadan… En son Erdal’ı uğurladık. Benim yaşlarımdaydı…” Susup susup devam ediyordu anlatmaya. Araya girmek istemiyordum. Konuştukça yüzündeki endişe dağılıyor, her zamanki sevecen gülümseyişiyle gözleri ışıldıyordu. “Bir, bir buçuk saat ya oturdum ya oturmadım, kalkıp çarşıya geçtim. Hanım, yemeklik kıyma almamı istemişti. Huyum kurusun; üstlendiğim görevi yerine getirmeden rahat edemem, işimi bir an önce bitirmek isterim. Başıma ne geldiyse hep bu tez canlılığımdan gelmiştir. Otur oturduğun yerde değil mi?  Rahat batıyor!.. Önce belediyeye uğradım. Küçük bir işim vardı, kısa sürdü. Oradan dönüşte çok eskilerden bir öğrencim aklıma geldi. Yolum o tarafa düşünce hep onu hatırlarım. Evleri hapishaneye giden yolun üzerindeydi. Derme çatma bir evdi. Öğrencimin adı Ayça idi. Annesiyle babası ayrıydılar. Onlar anneannesiyle yaşıyorlardı. Elimden geldiğince ilgileniyordum kızcağızla…”

Gözlerini karşı duvarda bir noktaya dikmiş öylece dalıp gitmişti. Başını kaldırıp gülümseyerek bana baktı.

“Teneffüslerde yanıma gelir, elimi tutardı. Baba özlemi çektiğini anlardım. Ondan babalık sevgisini esirgeyecek değildim ya… Hem, yeri geldiğinde öğretmeni, anne baba yerine koymuyor muyuz? Şarkısı bile var… Ya şimdi? Dünya nasıl bu kadar kötüleşti? Biz hangi amaçlarla yola çıkmıştık? Aklım almıyor…” Sesi çatallaşınca başını camdan tarafa çevirdi. Gözlerinin nemini benden saklamaya çalışıyordu.

“Ayça çok şanslı bir kızmış.”

“İlkokuldan mezun olduğu yıl Ereğli’den taşındılar. Uzun süre haber alamadım ondan. Üç yıl önce, bir arkadaşından öğrendim, okumuş doktor olmuş…”

“Bunlar hayatımızın güzellikleri Aydın Abi, ne mutlu bizlere; iyi ki öğretmen olmuşuz.”

“Sürekli alış veriş ettiğimiz kasap pazar yerindedir. Oraya kadar gitmişken limon da alayım dedim. Yıllardır sabah aç karnına limonlu su içerim. Mideme iyi geldiğine inanıyorum.”

“Ben de içiyorum.”

“Bazı doktorlar tersini söylese de, bugüne değin bir zararını görmedim. 12 Eylül döneminde yaşadığım stresler mideme vurmuştu. Doktora gitmiştim, gastrit demişti. Verdiği ilaçlar pek işime yaramamıştı. Bir arkadaşın tavsiyesiyle sabahları aç karnıma limonlu su içmeye başlamıştım… Konu limonlu su değildi, bazen böyle, konudan konuya atlıyorum. Yeni huylar ediniyorum, bir şeyi anlatırken lafı alıp başka yerlere götürenlere eskiden kızardım… Yaşlılık işte! Yaş yetmiş üç…”

“Benim de altmış bir.”

“Dünkü çocuksun… Şimdi düşünüyorum da boşuna korkuyormuşum. İnsan kendini önemser ya benimki de o misal. Cumhuriyet Gazetesi okuyan, öğretmenlerin yasal derneğine üye sosyal demokrat bir öğretmendim. Sizlerden bize sıra mı gelirdi?”

“Saydıkların az şeyler değil Aydın Abi, o dönemde neler görmedik ki! Bir kitaptan bile aylarca hapiste yatanlar vardı.”

“En çok da kitaplarımdan korkmuştum. Evi arasalar mutlaka bulurlardı sakıncalı bir kitap. Hanımla günlerce düşünmüştük, ne yapalım bu kitapları diye. Saklayalım desek, hangi birini nereye saklayacaktık? Yakmak da zorumuza gidiyordu. Sonunda, bırak kalsınlar Gülsüm dedim…” Akşamdan beri ilk defa gülüyordu. “Hasan’ı bilirsin değil mi? Bizim okulda çalışırdı, sağ eğilimliydi ama korkup tüm kitaplarını yakmıştı. Sabaha doğru bitirebilmiş kitapları…” Konuşurken bir yandan da gülmeye devam ediyordu. Hasan Öğretmen tıknaz, her haliyle komik bir öğretmen arkadaşımızdı. Ondan söz edildiğinde gülünecek bir şey mutlaka bulunurdu. Neyse, dercesine elini sallayıp yeniden asıl konuya döndü. Birileri bizi kapının ardından dinliyormuşçasına tedirgindi konuşurken. Sesini zor duyabiliyordum. Ağzından çıkan her sözcük yaş olup gözlerindeki nemi çoğaltıyordu adeta.  

“Bilirsin, pazarın sonundaki tezgahlar daha ucuzdur. Oraya doğru yürüyordum… Anılara dalıp gitmişim... Önümde bir kız çocuğunu görünce omzuna dokunarak Ayça diye seslendim. Kız irkilerek dönüp bana baktı.  Çok korkmuştu, tepinerek bağırmaya başladı. Birden panikledim, neye uğradığımı şaşırdım. Elim ayağım zangır zangır titriyordu. Kızım yanlış anladın, dememe kalmadan arkadan kafama bir darbe aldım. Yere düştüm. Tekmeler orama burama geliyordu. Başımı iki elimin arasına almış, büzüşmüştüm. ‘Irz düşmanı, namussuz, yaşına başına bak!..’ Kulaklarım uğulduyordu. Acı hissetmiyordum… Utanç içindeydim… Bayılmışım…”

Ağlıyordu. Hıçkırıklarını bastırmaya çalıştıkça sarsılıyordu. Benim de boğazıma koca bir yumru oturmuştu. Çene kemiklerim zonkluyordu. Fazla dayanamadım… Koca iki adam karşılıklı ağlıyorduk.

“Efsane öğretmen Aydın Öğretmen’in düştüğü duruma bak… Rezillik!”

“Haksızlık etme kendine Aydın Abi, olmuş bir yanlış anlaşılma…”

“Hayır, insanların aklına türlü düşünce gelir… Arkadaşlar tamam, anlarlar, ama uzaktan tanıyanlar… Torunlarım var… Acıyacaklar bana… Son yıllarda gazetelerde rastlıyordum bu tür haberlere… Düşündükçe kahroluyorum… Gülsüm’e, çocuklara hemen haber verme dedim, iyileşip ayağa kalkınca söylemek en iyisi… En iyisi hiç söylememek...”

Onu teselli edecek söz bulamıyordum. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu.

“Seni de ağlattım ya!” Gülümsüyordu. Nemli kirpiklerinin altında sevecen bakışları anında beni de sardı. Gözlerimin yaşını silerek derin bir nefes aldım.

“Aydın Abi, insan yaşlandıkça çocukluğuna dönermiş, doğruymuş. Çocukken sulu gözdüm, hemen ağlardım.”

“Ben de!”

Üç saate yakın sürdü sohbetimiz. Söz öğrencilerinden açılınca canlanıyor, gözleri ışıldıyordu. Çok sürmüyordu ama, ara ara dalıp gidiyordu. Böyle anlarda onun için kaygılanıyordum, yaşadığı travmayı kolayca atlatacağa benzemiyordu. Onun yerine kendimi koyunca ona hak veriyordum…

“Kırk yıl düşünsem böyle bir şey yaşayacağım aklımın ucundan geçmezdi. En iyisi evi satıp buralardan gitmek…”

“Ne gitmesi abi! Zaten üç beş kişi kaldık şurada, otur oturduğun yerde! Zaman her şeyin ilacıdır derler. Unutulur gider. Senin nasıl bir insan olduğunu bilmeyen mi var Ereğli’de?”

“Sağ ol, iyi ki geldin. Sayende biraz olsun rahatladım. İlk seninle konuşuyorum… İnsanlara anlatamam ki! Nasıl anlatırım?”

Gözleri yeniden dolunca sustu. Kalkıp yanına gittim. Uzanıp boynuna sarıldım.

“Seni çok seviyorum Aydın Abi. İyileşecek, yine balkonunda çayını yudumlarken öğrencileri seyredeceksin…”

Saat on birde hastaneden ayrıldım. Gülsüm Hanım çocuklarıyla birlikte gelmişti. Oğlu, kızı ve torunları cümbür cemaat odaya doluştuklarında Aydın Öğretmen’le göz göze geldim. Yüzündeki ifadeyi değiştirmişti. Ne bir acı ne de mahcubiyet vardı bakışlarında. Gözlerinin içi gülüyordu. Tabii Gülsüm Hanımı sitemlerinden mahrum etmedi: “Benden habersiz yine işler çevirmişsin! Sana demedim mi çocukları rahatsız etme, haber verme diye…”

*

Yanıldığımı ertesi gün öğrenecektim. Aydın Öğretmen çocuklarının ve torunlarının karşısında bir öğretmen edasıyla rol yapmıştı. Acısını onlara belli etmemişti. Yüreği kan ağlarken gülümsediğini ben de anlayamamıştım. Öğrencilerin derslikleri doldurduğu sabahın ilk saatlerinde bir selayla Aydın Öğretmenin ölüm haberini aldım. Ölüm nedeni ne kaburgalarındaki kırık, ne de başına aldığı darbelerdi; kalp kriziydi. Kalbi daha fazla dayanamamıştı...

Cenazesi ikindi namazından sonra Kestaneci Köyü mezarlığa defnedildi. Öğrencilerinin, sevenlerinin omuzlarında sonsuzluğa uğurlandı. Çocukları, torunları, yakınları; hepimiz şaşkındık. Mezarının başında benden konuşma yapmam istendi. Konuşamadım, sesim izin vermedi. Her ağzımı açtığımda boğazım düğümleniyordu. “O bir öğretmendi, Aydın Öğretmenimizdi…” Devam edemedim, konuşamadım... Sustum, saygıyla başımı önüme eğdim…

Kestaneci Köyüne gidenler bilirler, mezarlıkla köyün ilkokulu, yolun iki yanındadır. Okulun bahçe kapısının tam karşısında, yoldan birkaç metre içeride, zil seslerinin, çocuk cıvıltılarının duyulabileceği mesafedeki mezarlardan birinde yatıyor Aydın Öğretmen…    

                                      07.02.2019 / Kdz. Ereğli