AYDIN ÖĞRETMEN
Çok değil, yarım saat önce kalabalıktan odaya
girilemiyordu. Şimdi ise akşamın hüzünlü sessizliği doldurmuştu odayı. Eğer
hemşire gelip uygun bir dille ziyaretçileri göndermeseydi hiç kimsenin gitmeye
niyeti yoktu. Son ziyaretçilerin ardından, dinlenmesi için üç dört saatliğine
Gülsüm Hanımı da eve göndermiştik. Kadıncağız dün geceyi sandalye üzerinde
geçirmişti. Birkaç saat dinlenip dönecekti. Benim ve Aydın Öğretmenin ısrarıyla,
istemeye istemeye evin yolunu tutmuştu. Kapıdan tam çıkacakken dönüp eşinin
ateşini kontrol edişi, bir anne edasıyla kocasının yüzünü, alnını okşayışı çok
hoştu. İkisinin de gözleri minnetle, sevgiyle, şefkatle ışıldıyordu. O anın sıcaklığına
kendimi kaptırmış, duygusal bir film sahnesi izlercesine seyrediyordum onları.
Oda boşalınca, nedense birden yalnızlık duygusuna kapıldım.
Omuzlarıma bir yorgunluk, bir ağırlık çökmüştü. Anlam veremediğim bir sıkıntı
yüreğimi daraltıyordu. Herkes gidince konuşmak, bir şeyler bulup söylemek benim
görevimmiş gibi hissediyordum. Ne diyecektim?
Teselli edecek, söyleyecek söz bulamıyordum ki! Laf olsun diye konuşmayı zaten
sevmezdim, hem Aydın Öğretmen de anlardı niyetimi. Bazen sessizliğin altında
ezilir insan, aynen o durumdaydım. Sessizlik uzadıkça içimdeki sıkıntı da
artıyordu. “Aydın Abi, sakın yanlış şeyler kurma kafanda, hiç kimse senin
hakkında kötü düşünmez, herkes seni tanıyor...” diyemezdim. Konuşurken sesim
çatallaşır, sözcükler dişlerimin arasında ezilirdi. Bırak konuşmayı yüzüne
bakamıyordum. Bakışlarıma farklı anlamlar yükleyip ona acıdığımı sanabilirdi.
Hastaneye geldiğimde Aydın Öğretmeni yoğun bakım ünitesinden
çıkarıp odaya almışlardı. Gülsüm Hanım ve ziyaretçiler vardı yanında. Orada
bulunanların aksine Aydın Öğretmen neşeli görünmeye çalışıyordu. Beni görünce
sevindi. 1970’li yıllardan beri tanışıyorduk onunla. Saygı ve sevgiye dayalı
düzeyli bir ilişkimiz vardı. Meslekte benden oldukça eskiydi. Kırkıncı yılında
emekliye ayrıldığını biliyordum. Bir konuşmamızda söz etmişti. Mesleğe
başladığı yıl, kendine hedef koymuş, 2005 yılında emekliye ayrılacağım demiş,
dediğini yapmıştı. Çok iyi bir öğretmendi, başarılıydı. Sınava girecek
öğrencilerini dershaneye yönlendirir, dershane parasını ödemeye gücü yetmeyen
öğrencilerini kontenjandan dershane kurslarına kaydettirirdi. Bu şekilde çok
sayıda öğrencisinin hayatını değiştirdiğine tanık olmuştum.
Söz, yaşadığı talihsiz olaydan açıldığında gözleri
doluyor, hemen konuyu değiştiriyordu. Yaşadıklarını anlatmak, içini dökmek
istediğini sezinliyordum. Ağrılarına, sızılarına aldırmadığını, onu asıl üzenin
ruhunda açılan onulmaz yaranın olduğunu söylüyordu bakışları. Ne o
kendiliğinden konuştu, ne de ben sordum. Konu evlerinden açıldığında anlatmaya
başladı:
“Emekli olunca eski evimizi sattık, hanımla emekli ikramiyelerimizi
birleştirdik, üzerine de birikimlerimizi koyup Kadıtarlası’ndan şimdiki evimizi
satın aldık. Daha önce Kepez’de oturuyorduk. Bilirsin fabrikanın zehirli gazlarını
rüzgar vadi boyunca Kepez’e doğru sürükler. Daha fazla zehirlenmek istemedik. Şimdiki
evimiz, İhsan Yılmaz İlkokuluyla karşılıklı, evin balkonundan okulun bahçesi
görünüyor. Tam karşımızda Karadeniz’in uçsuz bucaksız maviliği, hemen önümüzde sabahtan
akşama değin çocukların koşuşturduğu okulun bahçesi…” Susup keyifle yüzüme
baktı. “Dünyanın en güzel manzaralı evinde oturuyoruz. Emeklilikte de bundan
iyisi can sağlığı.”
“Siz çok daha iyilerine layıksınız Aydın Abi.”
“Yok, bu kadarı da yeter bize. İnsan küçücük şeylerden
mutlu olmasını bilmeli. Sabahları pencereden çocukların okula gelişlerini izlerim.
Güne çocuk sesleriyle başlamak bana iyi geliyor. Teneffüs zili çalınca kahvemi
alır, balkona çıkarım. Kahvemi keyifle höpürdetirken anılara dalıp giderim.
Benden mutlusu yoktur o anda… Ama son zamanlarda…”
Derin bir iç çekerek sustu. Canını sıkan her neyse anlatmak
istemiyordu. Ben de üstelemedim. Belki canı yanıyordu. Ya da aldığı ağrı kesicinin
etkisi geçiyordu. Kaygıyla yerimden doğruldum.
“Abi, ağrın mı var?”
“Yok, yok! İyiyim… Geçenlerde halk otobüsünde on yaşlarında
bir çocuğu benim eski öğrencilerden Hakan’a benzettim. İstemsizce Hakan diye
seslendim. Neyse ki çocuk dönüp benden tarafa bakmadı. Yanımdaki insanların o
an bana bakışlarını görmeliydin. Bu adam kafayı yemiş, kendi kendine konuşuyor
diye düşünmüşlerdir, kesin.”
“Arada bir benim de başıma geliyor böyle şeyler. Buna
mı üzülüyorsun?”
“Son yıllarda çok sık yaşıyorum ama. Hakan dediğim öğrencim
belki şimdi ellisindedir. Alzaymır olmaktan çok korkuyorum, bazen kuşkuya
kapılıyorum. Alzaymır hastaları eski anılarını daha iyi hatırlarmış.”
“Yakın zamanlarda yaşadıklarını anımsamıyor musun?”
“Bilmem, düşünmedim. Hatırlıyorum herhalde.”
“Hazır hastanedesin, kontrolden geçersin. Ama ben sanmıyorum.”
“Dün öğlen Çınaraltı’na indim. Bilirsin her öğleden
sonra arkadaşlarla orada buluşuruz. Selahattin, Halil, Fehmi… Bir de Süleyman
Abi vardı. Zaten şuracıkta kaç kişi kaldık? Tek tek göçüp gidiyor arkadaşlar bu
dünyadan… En son Erdal’ı uğurladık. Benim yaşlarımdaydı…” Susup susup devam
ediyordu anlatmaya. Araya girmek istemiyordum. Konuştukça yüzündeki endişe dağılıyor,
her zamanki sevecen gülümseyişiyle gözleri ışıldıyordu. “Bir, bir buçuk saat ya
oturdum ya oturmadım, kalkıp çarşıya geçtim. Hanım, yemeklik kıyma almamı
istemişti. Huyum kurusun; üstlendiğim görevi yerine getirmeden rahat edemem,
işimi bir an önce bitirmek isterim. Başıma ne geldiyse hep bu tez canlılığımdan
gelmiştir. Otur oturduğun yerde değil mi?
Rahat batıyor!.. Önce belediyeye uğradım. Küçük bir işim vardı, kısa
sürdü. Oradan dönüşte çok eskilerden bir öğrencim aklıma geldi. Yolum o tarafa
düşünce hep onu hatırlarım. Evleri hapishaneye giden yolun üzerindeydi. Derme
çatma bir evdi. Öğrencimin adı Ayça idi. Annesiyle babası ayrıydılar. Onlar
anneannesiyle yaşıyorlardı. Elimden geldiğince ilgileniyordum kızcağızla…”
Gözlerini karşı duvarda bir noktaya dikmiş öylece dalıp
gitmişti. Başını kaldırıp gülümseyerek bana baktı.
“Teneffüslerde yanıma gelir, elimi tutardı. Baba
özlemi çektiğini anlardım. Ondan babalık sevgisini esirgeyecek değildim ya…
Hem, yeri geldiğinde öğretmeni, anne baba yerine koymuyor muyuz? Şarkısı bile
var… Ya şimdi? Dünya nasıl bu kadar kötüleşti? Biz hangi amaçlarla yola
çıkmıştık? Aklım almıyor…” Sesi çatallaşınca başını camdan tarafa çevirdi. Gözlerinin
nemini benden saklamaya çalışıyordu.
“Ayça çok şanslı bir kızmış.”
“İlkokuldan mezun olduğu yıl Ereğli’den taşındılar.
Uzun süre haber alamadım ondan. Üç yıl önce, bir arkadaşından öğrendim, okumuş
doktor olmuş…”
“Bunlar hayatımızın güzellikleri Aydın Abi, ne mutlu
bizlere; iyi ki öğretmen olmuşuz.”
“Sürekli alış veriş ettiğimiz kasap pazar yerindedir.
Oraya kadar gitmişken limon da alayım dedim. Yıllardır sabah aç karnına limonlu
su içerim. Mideme iyi geldiğine inanıyorum.”
“Ben de içiyorum.”
“Bazı doktorlar tersini söylese de, bugüne değin bir
zararını görmedim. 12 Eylül döneminde yaşadığım stresler mideme vurmuştu. Doktora
gitmiştim, gastrit demişti. Verdiği ilaçlar pek işime yaramamıştı. Bir
arkadaşın tavsiyesiyle sabahları aç karnıma limonlu su içmeye başlamıştım… Konu
limonlu su değildi, bazen böyle, konudan konuya atlıyorum. Yeni huylar ediniyorum,
bir şeyi anlatırken lafı alıp başka yerlere götürenlere eskiden kızardım…
Yaşlılık işte! Yaş yetmiş üç…”
“Benim de altmış bir.”
“Dünkü çocuksun… Şimdi düşünüyorum da boşuna korkuyormuşum.
İnsan kendini önemser ya benimki de o misal. Cumhuriyet Gazetesi okuyan,
öğretmenlerin yasal derneğine üye sosyal demokrat bir öğretmendim. Sizlerden
bize sıra mı gelirdi?”
“Saydıkların az şeyler değil Aydın Abi, o dönemde
neler görmedik ki! Bir kitaptan bile aylarca hapiste yatanlar vardı.”
“En çok da kitaplarımdan korkmuştum. Evi arasalar mutlaka
bulurlardı sakıncalı bir kitap. Hanımla günlerce düşünmüştük, ne yapalım bu
kitapları diye. Saklayalım desek, hangi birini nereye saklayacaktık? Yakmak da
zorumuza gidiyordu. Sonunda, bırak kalsınlar Gülsüm dedim…” Akşamdan beri ilk
defa gülüyordu. “Hasan’ı bilirsin değil mi? Bizim okulda çalışırdı, sağ
eğilimliydi ama korkup tüm kitaplarını yakmıştı. Sabaha doğru bitirebilmiş
kitapları…” Konuşurken bir yandan da gülmeye devam ediyordu. Hasan Öğretmen
tıknaz, her haliyle komik bir öğretmen arkadaşımızdı. Ondan söz edildiğinde
gülünecek bir şey mutlaka bulunurdu. Neyse, dercesine elini sallayıp yeniden
asıl konuya döndü. Birileri bizi kapının ardından dinliyormuşçasına tedirgindi
konuşurken. Sesini zor duyabiliyordum. Ağzından çıkan her sözcük yaş olup
gözlerindeki nemi çoğaltıyordu adeta.
“Bilirsin, pazarın sonundaki tezgahlar daha ucuzdur.
Oraya doğru yürüyordum… Anılara dalıp gitmişim... Önümde bir kız çocuğunu görünce omzuna dokunarak Ayça
diye seslendim. Kız irkilerek dönüp bana baktı.
Çok korkmuştu, tepinerek bağırmaya başladı. Birden panikledim, neye
uğradığımı şaşırdım. Elim ayağım zangır zangır titriyordu. Kızım yanlış
anladın, dememe kalmadan arkadan kafama bir darbe aldım. Yere düştüm. Tekmeler
orama burama geliyordu. Başımı iki elimin arasına almış, büzüşmüştüm. ‘Irz
düşmanı, namussuz, yaşına başına bak!..’ Kulaklarım uğulduyordu. Acı
hissetmiyordum… Utanç içindeydim… Bayılmışım…”
Ağlıyordu. Hıçkırıklarını bastırmaya çalıştıkça
sarsılıyordu. Benim de boğazıma koca bir yumru oturmuştu. Çene kemiklerim
zonkluyordu. Fazla dayanamadım… Koca iki adam karşılıklı ağlıyorduk.
“Efsane öğretmen Aydın Öğretmen’in düştüğü duruma bak…
Rezillik!”
“Haksızlık etme kendine Aydın Abi, olmuş bir yanlış
anlaşılma…”
“Hayır, insanların aklına türlü düşünce gelir…
Arkadaşlar tamam, anlarlar, ama uzaktan tanıyanlar… Torunlarım var… Acıyacaklar
bana… Son yıllarda gazetelerde rastlıyordum bu tür haberlere… Düşündükçe
kahroluyorum… Gülsüm’e, çocuklara hemen haber verme dedim, iyileşip ayağa kalkınca
söylemek en iyisi… En iyisi hiç söylememek...”
Onu teselli edecek söz bulamıyordum. Aklıma hiçbir şey
gelmiyordu.
“Seni de ağlattım ya!” Gülümsüyordu. Nemli
kirpiklerinin altında sevecen bakışları anında beni de sardı. Gözlerimin yaşını
silerek derin bir nefes aldım.
“Aydın Abi, insan yaşlandıkça çocukluğuna dönermiş, doğruymuş.
Çocukken sulu gözdüm, hemen ağlardım.”
“Ben de!”
Üç saate yakın sürdü sohbetimiz. Söz öğrencilerinden
açılınca canlanıyor, gözleri ışıldıyordu. Çok sürmüyordu ama, ara ara dalıp
gidiyordu. Böyle anlarda onun için kaygılanıyordum, yaşadığı travmayı kolayca
atlatacağa benzemiyordu. Onun yerine kendimi koyunca ona hak veriyordum…
“Kırk yıl düşünsem böyle bir şey yaşayacağım aklımın
ucundan geçmezdi. En iyisi evi satıp buralardan gitmek…”
“Ne gitmesi abi! Zaten üç beş kişi kaldık şurada, otur
oturduğun yerde! Zaman her şeyin ilacıdır derler. Unutulur gider. Senin nasıl
bir insan olduğunu bilmeyen mi var Ereğli’de?”
“Sağ ol, iyi ki geldin. Sayende biraz olsun rahatladım.
İlk seninle konuşuyorum… İnsanlara anlatamam ki! Nasıl anlatırım?”
Gözleri yeniden dolunca sustu. Kalkıp yanına gittim.
Uzanıp boynuna sarıldım.
“Seni çok seviyorum Aydın Abi. İyileşecek, yine balkonunda
çayını yudumlarken öğrencileri seyredeceksin…”
Saat on birde hastaneden ayrıldım. Gülsüm Hanım çocuklarıyla
birlikte gelmişti. Oğlu, kızı ve torunları cümbür cemaat odaya doluştuklarında
Aydın Öğretmen’le göz göze geldim. Yüzündeki ifadeyi değiştirmişti. Ne bir acı
ne de mahcubiyet vardı bakışlarında. Gözlerinin içi gülüyordu. Tabii Gülsüm Hanımı
sitemlerinden mahrum etmedi: “Benden habersiz yine işler çevirmişsin! Sana
demedim mi çocukları rahatsız etme, haber verme diye…”
*
Yanıldığımı ertesi gün öğrenecektim. Aydın Öğretmen çocuklarının
ve torunlarının karşısında bir öğretmen edasıyla rol yapmıştı. Acısını onlara
belli etmemişti. Yüreği kan ağlarken gülümsediğini ben de anlayamamıştım.
Öğrencilerin derslikleri doldurduğu sabahın ilk saatlerinde bir selayla Aydın
Öğretmenin ölüm haberini aldım. Ölüm nedeni ne kaburgalarındaki kırık, ne de
başına aldığı darbelerdi; kalp kriziydi. Kalbi daha fazla dayanamamıştı...
Cenazesi ikindi namazından sonra Kestaneci Köyü mezarlığa
defnedildi. Öğrencilerinin, sevenlerinin omuzlarında sonsuzluğa uğurlandı.
Çocukları, torunları, yakınları; hepimiz şaşkındık. Mezarının başında benden
konuşma yapmam istendi. Konuşamadım, sesim izin vermedi. Her ağzımı açtığımda
boğazım düğümleniyordu. “O bir öğretmendi, Aydın Öğretmenimizdi…” Devam
edemedim, konuşamadım... Sustum, saygıyla başımı önüme eğdim…
Kestaneci Köyüne gidenler bilirler, mezarlıkla köyün
ilkokulu, yolun iki yanındadır. Okulun bahçe kapısının tam karşısında, yoldan
birkaç metre içeride, zil seslerinin, çocuk cıvıltılarının duyulabileceği
mesafedeki mezarlardan birinde yatıyor Aydın Öğretmen…
07.02.2019 / Kdz. Ereğli