27 Şubat 2018 Salı

İYİLİK

İki gün önce ezan sesiyle uyandığında yüreği umutla doluydu. Gece, çok az uyuyabilmişti; o da bölük pörçük. Otuz yedi yıllık hayat arkadaşı amansız bir hastalığa yakalanmışken nasıl uyku tutardı onu? Uyur uyanık dönüp durmuştu yatakta. Kastamonu’ya götürmek için yeğeni saat sekizde gelip evlerinden alacaktı onları. Oradan da Ankara’ya geçeceklerdi. Ankara’yı özellikle tercih etmişlerdi. Gidecekleri hastane Türkiye’nin en köklü hastanelerinden biriydi. Hem orada Emine’nin doktor olan bir öğrencisi vardı. Aysun ellerinde büyümüştü. İnebolu’nun çocuğuydu. Okuyup meslek sahibi olmasında Emine’nin çok emeği geçmişti. Aysun’a telefon etmek istemişti, ama Emine karşı çıkmıştı. “Çocuk yanlış anlar,  yaptığımız iyiliklerin karşılığını beklediğimizi düşünür,” demişti.
Emine İnebolu’da sevilen bir öğretmendi. Dört yıllık öğretmen okullarının son mezunlarındandı. İdealistti, kendini mesleğine adamıştı. “Okuldayken her gün boşuna mı okuduk Öğretmen Marşını biz,” derdi. “Ant içtik, yolumuz Ata’mızın aydınlık yoludur. Biz Mustafa Kemal’in devrimcileriyiz. O’nun devrimlerini korumakla kalmayacağız, ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız...” Sağlık sorunları çıkmasaydı yaşına bakmadan devam edecekti öğretmenliğe. Yaptıklarının anlatılmasından hoşlanmazdı. Övülüp takdir edildiğinde hemen itiraz ederdi. “Kurtuluş Savaşı’mızdaki Şerife Bacıların fedakârlıklarının yanında bizim yaptıklarımızın lafı mı olur? Onlar bu vatanı yoktan var ettiler, biz onların bıraktığı yerden devam ediyoruz...”
“Ama şimdi sıra öğrencilerinde Emine, sen nasıl ki vatanıma borcumu ödüyorum dediysen, öğrencilerin de senin emeklerinin karşılığını verecekler. Bunda yanlış bir şey yok. Söz konusu olan senin sağlığın...”
“Ben onlara hakkı, hakkaniyeti de öğrettim Muzaffer. Ayrımcılık, adam kayırmak, torpille iş yaptırmak doğru değil...”
“Hastanede olduğumuzu duyunca belki kendiliğinden gelir bulur bizi...”
“Kimin nasıl tepki vereceğini bilemeyiz Muzaffer. Aradan yirmi, yirmi beş yıl geçti. Kızcağızın yardım edemediğini düşün, bize karşı kendini ezik hissedecektir.”
Emine’nin böyle konuşmasının nedenini biliyordu Muzaffer. Birinde komşularının oğlu İnebolu'ya gelmişti. Okul yıllarında evlerinden çıkmayan o çocuk, İnebolu’ya geldiğinde bir kez bile onların kapısını açmamıştı. Emine “Durma üzerinde, bazı insanlar yapılan iyilikleri kaldıramaz, altında ezilirler. Bu nedenle iyilik edenle karşılaşmak istemezler,” demişti. Eşine hak vermişti. “Söylediklerine katılıyorum. Böyleleri eski durumlarını anımsatan her şeyden nefret ederler. Geçmişlerinden kurtulmak isterler. Ama Aysun farklı...” Bu tartışma birkaç gün daha sürdü. Bir ara “Ben Ankara’ya gitmek istemiyorum,” diye tutturdu Emine. Zor ikna etti Muzaffer onu. “Tamam, söz, normal seyrine göre hareket edeceğim,” dedi. Gerekli işlemler yapıldı, Ankara’ya sevk edildi Emine. Akşam, kızı, damadı ve torunları geldiler evlerine. Çoluk çocuk hepsi umutluydu. Emine Öğretmen’in gülen yüzü onlara moral oluyordu. Gözlerindeki sevgi ışıltısı sadece Amerika’daki oğlundan söz açıldığında kararıyordu. Hepsine ayrı ayrı tembihlemişti, “Sakın Ozan’a bir şey söylemeyin. Çocukcağız ta oralardan kalkıp gelir... Duyarsam bağışlamam...”
Ev boşaldıktan sonra Emine yatak odasına çekildi. Muzaffer salonda kalıp yol hazırlıklarını bir kez daha gözden geçirdi. Başını yastığa koyduğunda bile yolculuğu, hastaneyi düşünüyordu. Bir yolunu bulup Doktor Aysun’a ulaşacaktı. Kararlıydı, koca hastanede işlerin tanıdıksız yürümesi çok zordu. Tedavi sürecini şansa bırakamazdı, ne gerekiyorsa yapacaktı. Sabah ezan sesiyle uyanınca usulca yataktan çıktı. Balkonun kapısını açıp ezanı dinledi. Müezzinin sesi etkileyiciydi, çok güzel okuyordu ezanı. Yüreğindeki umudu o an daha derinden hissetti. Fazla oyalanmadan abdestini alıp dışarı çıktı.
Kaymakam Yokuşu’ndaki evinden aşağı doğru yürürken Atatürk’ün kaldığı evin önünden geçerdi. Sokak lambalarının aydınlattığı ev şimdi sessizdi. Atatürk, 1925 yılında, dokuz günlük Kastamonu gezisinin üç gününü İnebolu’da geçirmişti. Ata’nın üç gün kaldığı tek taşra kasabasıydı İnebolu. İnebolulular için büyük bir onurdu bu. Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında “Gözüm Sakarya’da Dumlupınar’da, kulağım İnebolu’da...” demişti. Ata'nın bu sözlerini her anımsadığında gururlanıyordu.
Atatürk, İnebolu’dayken bir sabah ezan sesiyle uyanır. Müezzinin ezan okuyuşunu çok beğenir. Hatta söylendiğine göre kalkıp camiye gider, namaz kılar. Müftüye “Ben buradayım diye mi böyle özenerek okudu müezzin?” diye sorar. Yine anlatılanlara göre Atatürk, müezzine beş aylık maaşını ikramiye olarak verir. Yahya Paşa Camisine doğru yürürken Muzaffer’in içinin coşkuyla kabarmasında bu anlatılanların da etkisi vardı kuşkusuz...
Ankara’ya geldiklerinin ertesi günü sabah erkenden kalkıp hastanenin yolunu tutmuşlardı. Hastanenin kapısında içeri girdiklerinde Muzaffer’in umudu birden kırılmıştı. Koridorlar ana baba günüydü. Hastane çok kalabalıktı. Gerekli işlemleri yaptırıp beklemeye başlamışlardı. Emine’ye belli etmeden onun yüzüne bakıyordu. Karısının duygularını merak ediyordu. Acaba o da benim gibi mi hissediyor, diye düşünüyordu. Onun üzülmesine, moralinin kırılmasına dayanamazdı. Emine’nin yanında elinden geldiğince dik duruyordu. Her şey yolunda karıcığım, sen merak etme, bu illetten kurtulup döneceğiz. Daha seninle nice yıllar geçireceğiz... Söylemese de hayat arkadaşına hissettiriyordu umudunu.
Koridorda boş buldukları bir oturağa Emine’yi oturttu. “Hasta insanların saatlerce ayakta kalması doğru değil,” diye mırıldandı. “Bana bir şey mi dedin Muzaffer?” diye soran karısına “Hayır!” demekle yetindi. İçi daralıyordu. Etrafındaki insanların konuşmalarına kulak kabartınca morali daha da bozuldu. Tedavinin hemen başlaması zor görünüyordu. Muayene sırası bekleyen önlerinde çok hasta vardı. Öğlenden sonraya bile kalabilirlerdi. Keşke sabah erken kalksalardı. Bir hasta yakınından ameliyat için iki ay sonraya gün alabildiklerini duyunca kararını verdi Muzaffer; ne yapıp edip Aysun’a ulaşacaktı. Emine’ye sezdirmeden bunu nasıl yapacaktı? Aklına ilk gelen bahaneyi uydurdu.
“Emine, ben sıkıştım, tuvalete gideceğim. Daha sıramıza çok var, sen burada bekle, ben gecikmeden gelirim...” Konuşurken karısının gözlerine bakmıyordu. Anında anlardı kocasının bir şeyler çevireceğini. Kaç yıllık kocasıydı onun, anlamaz mıydı?
Emine’nin yanından uzaklaşır uzaklaşmaz hemen Aysun’a telefon etti. “Numaraya ulaşılamıyor” uyarısını duyunca telefonu kapattı. En iyisi gidip odasında yüz yüze görüşmekti. Aysun’un odasını bulmakta zorlanmadı. Odanın kapısı aralıktı. Cesaretini toplayıp yavaşça içeri süzüldü. Odada sekreter kız vardı. Ondan doktorun birazdan geleceğini öğrendi. Sekreter dışarıda beklemesini söyledi. Kalbi heyecanla atıyordu. Az sonra Aysun gelecek, öğretmeninin hastalığını duyunca bir an bile beklemeden aşağı inip Emine’nin ellerine sarılacaktı. “Kolon kanseri de ne, bağırsağın otuz kırk santimlik bir bölümünü alınca hiçbir şeyin kalmayacak öğretmenim,” diyecekti. Emine onu beş yıl okutmuştu. Sadece okulda ders vermemişti, haftanın birkaç günü de eve çağırır, eksiklerini tamamlardı. Kitabını kalemini de alırdı. Aysun yoksul bir ailenin çocuğuydu, çok zekiydi. Elinden tutulduğunda okuyup iyi yerlere geleceğini söylerdi Emine. İlkokuldan sonra da elleri hep Aysun’un üzerinde olmuştu. Lisede, sonrasında fakülteye gittiğinde de desteklemeye devam etmişlerdi onu. Aysun’a burslar ayarlamışlardı. Emine’nin isteyip de başaramayacağı iş mi vardı ki çocukcağıza bir bursu ayarlayamasın?
Ya Aysun bugün odasına gelmezse, ya onunla konuşamazsa, olumsuzlukları düşünmesi bile yetiyordu yüreğinin sıkışmasına. Sonunda gördü Aysun’u, yanındaki kadına bir şeyler anlatıyordu. Kapının önüne geldiklerinde, Aysun da onu gördü. Muzaffer, bakışlarından anladı Aysun’un da onu tanıdığını.
“Aysun, ben Muzaffer Amcan, tanıdın değil mi?” Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi adeta.
“Evet, tanıdım...” Aysun’un sesi soğuktu. Yanındaki kadına döndü. “Siz içeri geçin ben de geliyorum,” dedi.
“Öğretmenin... Emine Öğretmen aşağıda, çok hasta, kanser...” Kelimeler ağzından kopuk kopuk dökülüyordu. Yüreği daralmıştı. Boğazına oturan düğümü çözmek için birkaç kez yutkundu.
“Geçmiş olsun, arkadaşlar gereğini yaparlar, meraklanmayın...”
“Görmeyecek misin?”
“Ben cilt hastalıklarına bakıyorum, kanser benim alanım değil.”
“Belki bir yol gösterirsiniz, hem seni görünce Emine de mutlu olur... Moral...”
“Muzaffer Amca, senin ne istediğini biliyorum, ama ben yapamam, yapmam. Yüzlerce tanıdığım var hangi biriyle ilgilenebilirim. İşlerimiz yoğun. Kusura bakma. Öğretmenime geçmiş olsun dileklerimi ilet.”
“Onun haberi yok seni bulacağımdan, başından beri karşı çıkıyor... Ben bir umut...”
“İçeride hastam var, onu fazla bekletmeyeyim, tekrar geçmiş olsun.”
Kapıyı açıp içeri girdi Doktor Aysun. Muzaffer elinde dosyayla öylece kalakaldı. Gözleri doldu. Ağır adımlarla koridorun başındaki merdivenlere doğru yürüdü. Gözlerinden yaşlar boşalınca boş bulduğu bir oturağa çöktü. Beyni durmuştu. Gözleri dosyanın üzerine düşen gözyaşlarındaydı. Ağlaması durmadan, gözleri kurumadan Emine’nin yanına gidemezdi. Ne söyleyecekti ona? Ne? “Tuvalette kapalı kaldım, çıkamayacağım diye çok korktum, hırsımdan ağladım...” derim diye geçirdi içinden. Koridorda yürüyenler, ağlarken gülen adama şöyle bir bakıp geçiyorlardı. “Ağlanacak halime gülüyorum...”
“Muzaffer Amca, sensin değil mi? Yanılmıyorum...”
Beyaz bir önlüğün içinde esmer bir kadın soran bakışlarla ona bakıyordu. Ayağa kalkarken elinin tersiyle gözlerini sildi.
“Benim, ama sizi tanıyamadım doktor hanım.”
“Aradan çok yıllar geçti. Tanıyamazsınız tabii. Ben banka müdürü Tahir Yücesoy’un kızı Öykü. Emine Öğretmen’in öğrencisiydim. Sizin evden çıkmazdık. Öğretmenimin kurabiyelerini, keklerini çok yedim. Hafta sonları bize kurs verirdi. Sayesinde İstanbul Erkek Lisesini kazanmıştım. Aynı yıl İnebolu'dan ayrılmıştık.”
“Kızım ne yalan söyleyeyim, babanı hatırladım, ama seni çıkaramadım.”
“Sizi ağlarken görünce dikkatli baktım, yoksa ben de tanıyamazdım. Yok, tanırdım, çünkü değişmemişsiniz. Emine Öğretmenim nasıl?”
Soruyu yanıtlayamadı Muzaffer, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Koca adam hıçkırarak ağlıyordu. Doktor Öykü, Muzaffer’in koluna girerek ona daha da sokuldu.
“Lütfen Muzaffer Amca... Öğretmenim burada mı?”
“Evet, kızım, aşağıda, beni bekliyor...”
Susup elindeki dosyayı Doktor Öykü’ye uzattı Muzaffer. Doktor, dosyanın kapağına göz atınca önlüğünün cebinden telefonunu çıkarıp sekreterini aradı.
“Serpil ben on dakika gecikeceğim,” dedi. Sonra Muzaffer’in elinden tuttu. “Hemen öğretmenimin yanına gidelim...”
“Seni işinden alıkoymayalım...”
“Bir arkadaşımın yanına uğrayacaktım, sonra da görürüm onu, önemli değil.”
Muzaffer merdivenleri uçarak iniyordu, kuşlar kadar hafifti. Az önce katılarak ağlayan o değildi sanki. Yüzünde güller açıyordu. Öykü’yü durdurmak, ona sıkıca sarılmak istiyordu.
“Seni görünce çok sevinecek öğretmenin...”
“Ya ben Muzaffer Amca... Merak etme, bölüm başkanımız alanında Türkiye’nin sayılı doktorlarındandır...”
“Senin bölümün ne?”
“Onkoloji...”
‘İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş’ atasözünün anlamı buymuş meğer, diye düşündü Muzaffer.
Emine Öğretmen aynı yerindeydi. Bir kadınla konuşuyordu. Muzaffer’le Öykü yanlarına gelene kadar onları fark etmedi. Öykü gelip önünde durdu.
“Öğretmenim!”
Emine başını kaldırıp dikkatlice baktı karşısında duran genç kadına. Yavaşça ayağa kalktı.
“Öykü Yücesoy...”
“Biliyordum hatırlayacağınızı öğretmenim...”
“Unutur muyum benim çalışkan kızımı...”
Koridorda herkes başını çevirmiş özlemle kucaklaşan iki kadına bakıyordu...
                           26.02.2018 / Kdz. Ereğli

12 Şubat 2018 Pazartesi


SİMİT ARABASI

İri yarı cüssesiyle, yolun kenarındaki duvarın üzerine tavuk gibi tünemişti. Yoldan gelip geçenler ona yaklaşınca, ürküntü içinde bir iki adım kenara çekilerek yollarına devam ediyorlardı. Çoğu, ağlayan bu adamdan tarafa bile bakmıyordu. Bakanlar da ilgisiz görünmeye çalışıyordu. Boyu bir seksene yakındı. Otuzlu yaşların başındaydı. Üşümemek için arada bir boynunu kısıp başını ceketinin içine çekiyordu. Ağlarken öne arkaya sallanıyordu. Yılmaz Güney’in filmlerindeki boynu bükük yoksul karakterlerden biri capcanlı orada duruyordu sanki...
Çok sevdiği görkemli Ağrı Dağı’nı bırakıp yollara düşeli daha yedi ay olmuştu. Ağrı Dağı’nın eteklerinde büyümüştü. Ha Ağrı Dağı’nın etekleri, ha anasının al basmalı eteği, onun için ikisi de birdi. Gecenin en koyu karanlığında bile kendini güvende hissediyordu dağda. Bir insan için bundan daha değerli ne olabilirdi? Küçücük dünyasında özgürdü, mutluydu. Öyle çok parada pulda da gözü yoktu. Dört çocuğu ve çok sevdiği karısı onun en büyük zenginliğiydi. Çok şükür işleri yolundaydı. Dağlarına huzur gelmişti, barış gelmişti, elbette işleri de iyiye gidecekti. Ona ekmeğini bu dağlar veriyordu. Bildiği tek iş çobanlıktı. Devlet, büyüklüğünü göstermiş, şefkatli elini uzatmıştı buralara. Dağdaki gençler artık silahsız gezmeye başlamışlardı Ağrı Dağı’nın eteklerinde. Onun politikadan, siyasi konuşmalardan, olup bitenlerden bir şey anladığı yoktu. Sorduklarında; ben hayvanlarımı bilirim, çocuklarımı bilirim diyordu. Particilik işleri ona göre değildi, seçimden seçime kullandığı bir oyu vardı sadece. Son seçimlerde bu kez oyunu gençlerin partisine vermişti. Kürtler ayrılıp kendi devletlerini kuracaklar diye sözler dolanıyordu ortalıklarda. Ama o, bugüne değin arkadaşlarından, yakınlarından böyle bir laf işitmemişti. Hem nasıl ayrılacaklardı? Akrabalarının büyük çoğunluğu İstanbul, İzmir, Mersin gibi büyük kentlerde yaşıyordu.
“Dilimize karışmasınlar, yeter bize Ferat,” demişti rehberlik yapan arkadaşı İbrahim. “Devlet hepimizin, bak bizim parti de mecliste. Artık huzurumuzu kimse bozamaz...” İbrahim anlattıkça içi sevinçle kabarıyordu. Çok hoş konuşuyordu İbrahim. Ne de olsa rehberdi, her yaz yüzlerce turisti zirveye çıkarıyordu. İbrahim zirveye çıkardığı dağcılarla konuşuyor, radyolardan, televizyonlardan duyamadığı bilgileri öğreniyordu onlardan. Sağ olsun, bildiklerini gelip ona da anlatıyordu.
Ağustos ayının başıydı. Radyoda haberleri dinlerken Ağrı Dağı’nın güvenlik bölgesi ilan edildiğini öğrendi. Ertesi günün sabahı; operasyonlar yapılacağı için, en kısa zamanda dağı boşaltın, diye jandarmadan haber geldi. Şaşırmış, ne yapacağını bilememişti. Bu mevsimde sürüyü ovaya indiremezdi. Telefonla sürü sahipleriyle konuşmuş, onlardan talimat beklemeye başlamıştı. Bir umut; çobanların dağda kalmalarına izin verirlerdi belki. Turist kafilelerinin geri döndüklerini gördüğünde midesine ağrılar saplanmıştı. Kafilenin başında yürürken durup onunla konuşmuştu İbrahim. “Ferat bitti, dönüyoruz,” demişti ağlamaklı sesle. “Ben ne yaparım İbo? Çoluk çocuk aç kalırız,” diye sızlanınca İbrahim de ondan geri kalmamıştı: “Ben ne yapacağım Ferat? On iki tırmanış için anlaşmıştım, ancak altısını yapabildim. Bende var altı çocuk...”
Haberi aldığı günün gecesini ağılların yanındaki çadırda geçirmişti. Karısı, çocukları endişeli gözlerle ona bakmışlardı. Çocukların üzgün hallerine fazla dayanamamış, kendini çadırdan dışarı atmıştı. Sabaha kadar gözüne uyku girmemişti. Gün ağardığında hayvanları ağıldan çıkarmamıştı. Devlete karşı gelecek değildi, mecburen ineceklerdi kasabaya. Ağrı Dağı’nın eteklerine gün düştüğünde bir kayanın üzerine çıkmış şimdiki gibi oturmuştu. Aç karnına sigarasını tüttürürken hâlâ ışıkları parıldayan kasabasına bakmıştı uzun uzun. Birkaç güne yasak kalkar döneriz diye umutlanıyordu. Gözlerini burada açmıştı, dağlar onun meskeniydi. Kasabaya indiğinde fazla kalamaz hemen dönerdi. Şehrin pis kokusunu soluyacağıma dağımın kekik kokusunu çekerim içime doyasıya diyordu. Koca bir ağaç gibi dağın eteklerine kök saldığına inanıyordu. Yanılmıştı. Söküp çıkarmışlardı onu çok sevdiği toprağından. Savurup atmışlardı düze...
Aradan günler, aylar geçti, çatışmalar gün geçtikçe şiddetleniyordu. Olayların durulacağı yoktu, dağa dönme umudunu yitirince arayışlara girdi. Sağa sola telefonlar etti, iş aradı. Sonunda iyi haber geldi. Başka bir kasabada yaşayan askerlik arkadaşıyla konuşmuş, iş bulabilir miyim diye sormuştu. Askerlik arkadaşı kan kardeşiydi. Hemen gelin demişti. Belediyeye temizlik işçisi alınacakmış. Belediye başkanı kendi partilerindenmiş. Yani işe alınması mesele değilmiş. Birkaç ufak tefek eşya, iki yatak dengiyle varmışlardı arkadaşının yanına. Gittiklerinde iki göz evleri de hazırdı. Hemen yerleştiler. Bir haftaya kalmaz işe koyarlar seni, demişti kan kardeşi. Aradan bir hafta geçti, ses çıkmadı; ikinci, üçüncü hafta derken sabırsızlanmaya başladı Ferat. Çobanlıktan biriktirdiği üç beş kuruşu harcayıp bitirmek istemiyordu.
“Bu aralar işler karışık, belediye zorda, ortam düzelene kadar bekleyeceğiz Ferat,” demişti arkadaşı. “Bizim buralara da operasyon yapılacakmış...”
Operasyon lafı bile yetmişti Ferat’a. Peşini bırakmak niyetinde değildi demek ki! Bize yine yol göründü, dedi karısına. Karısı gitmek istemedi, kalmaktan yanaydı. Nasılsa geçecekti bu günler. Pek geçeceğe de benzemiyordu ama. Kasabanın gençleri yollara çukurlar açıyordu. Operasyona karşı direneceklerini, söylüyorlardı. Hayır, kalamazdı, ona göre değildi bu işler. Bugüne kadar hep uzak durmuştu, yine duracaktı. Arkadaşıyla konuştu gideceklerini. Zorla tutacak değillerdi ya, bırakacaklardı tabii. Bu sefer büyük kentte deneyecekti şansını. Boğulacaksan büyük denizde boğul sözünü boşuna dememişlerdi. Koca memlekette milyonlarca Suriyeli barınıyordu, onlara mı sığınacakları bir köşe yoktu? Amcasının oğlunu aramış, konuşmuştu. Hatta yapacağı işi bile kararlaştırmışlardı.
Bir hafta içinde dediğini yaptı. Büyük denizi olan kocaman bir şehre geldiler. Ayrıldıkları kasabada sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini öğrendiğinde Ferat’ın yüzünün rengi gitti. İyi ki erken davranıp da ayrıldık kasabadan diye sevinirken, diğer yandan kan kardeşine üzülüyordu. İki gündür telefonla arıyordu kan kardeşini, her seferinde ulaşılamıyor uyarısını duyuyordu. Birkaç gün gecikselerdi ne yaparlardı orada? İlk defa işleri rast gitmişti. Bu iyiye işaretti, talih onların da yüzüne gülmüştü. Amcaoğlunun mahallesinde güzel bir ev bulmuşlardı. Sırada işini yoluna koymak kalıyordu. Onu da halletti kısa sürede. Amcasının oğlu küçük bir el arabasıyla simit satıyordu. Şehirde güzel bir köşe tutmuştu. İşi tıkırındaydı, iyi para kazanıyordu. Ferat için tek sorun arabasını koyacağı yerdi. İş yapacak uygun yer bulmak çok zordu. Ama o umutsuz değildi. Koca şehirde bir onun arabasına mı yer bulunamayacaktı?
Üç gün yürüdü şehirde, adım atmadığı cadde, sokak kalmadı. Sonunda güzel bir yeri kestirdi gözüne. Tam köşe başıydı, hemen otuz metre ötesinde büyük bir lise binasının çıkış kapısı vardı. Ayrıca resmi bir kurumun beş katlı binası da aynı yol üzerindeydi. İşe çıkmadan bir gün önce gelip arabasını yerleştireceği yeri düzenledi. Amcaoğlu yaya yolunu kapatmamaya dikkat et demişti. En küçük bir aksilik çıksın istemiyordu. Son parasını arabaya harcamıştı, bir an önce para kazanmaya başlamalıydı.
On gün işleri yolunda gitti. Kazancı yerindeydi. İşi yorucu da değildi. Sattığı simitleri kâğıda sarıp veriyordu. Simidi eldivenli eliyle tutuyordu. Hijyen çok önemli demişti amcaoğlu. Büyük şehir başkaydı, her gün yeni şeyler öğreniyordu. Kısa sürede hijyeni de belleğine almıştı. Yavaş yavaş alışıyordu gurbete. Tek derdi sürekli ayakta dikilmesiydi. Sonunda onun da çaresini buldu, plastikten küçük bir tabure edindi. Akşama eve giderken eli öteberiyle doluyordu. Bir dahaki yıl çocukları okula yazdıracaktı. Kazancı çocukların okul masrafına da yeterdi. Gerekirse akşamları ek iş de yapardı. Yaza doğru günler uzayacaktı nasılsa. Sofranın başında aynı tasa kaşık daldırırken verdi müjdeyi çocuklarına. Çocuklar sevinçle havaya fırladılar. Ağabeylerinin ve ablasının sevindiğini gören küçük Hüseyin de babasının boynuna atılıp “Beni de gönder baba, beni de gönder!” diye yalvarmaya başladı. O gece evde tam bir bayram havası esmişti. Büyük şehirdeki okullarda okuyan çocukların üniversiteye gidebileceklerine inanıyordu. Gurbetteki akrabalarından biliyordu bunu. Ah bir de hasretlik çekmeseydi! Dağlarının kekik kokuları burnunda tüttüğünde derinden bir iç çekiyordu... Ama çocukların okuyup büyük adamlar olması için zorluklara da hasretliklere de katlanacaktı. Ve inanıyordu, kötü giden talihini bir gün yeneceğine. O günler çoktan gelmişti!
İnanmak yetmiyordu ama! Nazar mı değmişti, birilerinin gözü mü kalmıştı mutluluklarında? Ne zaman her şey yolunda gidiyor dese başına gelmedik bela kalmıyordu. Nerden bilecekti büyük şehirde ulu orta konuşmanın yanlış olduğunu. İnsanlarla konuşmaya, yakınlık kurmaya can atıyordu. Özellikle de hemşerileriyle tanışmak istiyordu. Okulda bir grup öğrenci vardı. Konuşmalarından anlamıştı memleketlileri olduğunu. Sorular soruyordu gençlere. Nerelisin, baban ne iş yapar, ne zaman geldiniz buraya, bizim oralardan tanıdığınız komşularınız var mı? Buna benzer sorular sormanın neresi yanlıştı?
Lise sona giden dört öğrenci Ferat’tan kuşkulanmışlar. Kesin ajandır, sivil polistir diye düşünmüşler. Aralarında tartışmışlar, son günlerde okullarının önünden ayrılmayan ajandan kurtulmaya karar vermişler.
Simitlerini bitirmiş evinin yolunu tutmuştu. Keyfi yerindeydi. Neye uğradığını şaşırmıştı. Birden üzerine okulun gençleri çullanmış, sopalarla vurmaya başlamışlardı. Arabasına bir şey olacak diye aklı gitmişti. Yere düştüğünde bile gözü ekmek teknesindeydi. Yerde hareketsiz kalana kadar devam etmişlerdi vurmaya Ferat’a. Kıpırdamadığını görünce öylece bırakıp kaçmıştı gençler. Yoldan geçenlerin yardımıyla hastaneye kaldırılmıştı. Hastane polisinin raporuyla dayakçılar hakkında işlem yapılmıştı. Mobesa kayıtlarının incelenmesiyle de gençlerin hepsi yakalanmıştı.
Olayın aslı astarı anlaşıldıktan sonra Ferat gençlerden şikâyetçi olmamıştı. Şikâyet etse eline ne geçecekti ki! Zaten çocukların okullarından geri kalmalarına gönlü de razı gelmezdi. Hepsi hemşerisi sayılırdı, yabancı değillerdi. Hem dayağı çoktan unutmuştu. Ekmeğiyle oynamasınlar ona yeterdi. Aklı fikri işindeydi. Arabası sapasağlam onu bekliyordu. Bir gün bile oyalanamaz, arabasının yerini boş bırakamazdı. O güzelim köşeyi başkaları kapar diye kaygılanıyordu.
Sabah arabasına simitleri doldurmuş köşedeki yerini çoktan almıştı. Aradan bir saat geçmemişti ki zabıta memurları birden bitivermişlerdi oracıkta. Daha ne yapıyorsunuz demeye kalmadan, bir anda simit arabası kamyonete yüklenmişti. “Burada izinsiz simit satmak yasak, bilmiyor musun?” Bilmiyordu. Yalvar yakar oldu, ayaklarına kapandı, kimseye dinletemedi. “Arabaya el koyduk!”
Arabaya el koymak, ne demekti? Bir türlü anlam veremiyordu. Amcaoğlunu aradı, ona anlattı. “Ferat arabayı vermezler, kırıp hurdaya atmışlardır...” Ben şimdi ne yapacağım? Aç açıkta kalacağız. Bu kış gününde nereye gideceğiz? Denizden öteye yol mu var?
Koca adam tünediği duvarın üstünde hıçkırıklar içinde ağlarken koca cüssesi durmadan öne arkaya sallanıyordu...   
                                                                    09.02.2018





5 Şubat 2018 Pazartesi

AKILLI TAHTA SAÇMALIĞI
(Yazmak Boynumun Borcu -1-)

        Öğretmenlik mesleğine 1976-1977 öğretim yılında başladım. Tam kırk yıl sonra 2016-2017 öğretim yılının sonunda çok sevdiğim mesleğimi bıraktım. Aslında 2007 yılında emekliye ayrılmıştım. Sekiz yıl aradan sonra Bodrum’da özel bir okulda yeniden döndüm mesleğime. İki yıl çalıştıktan sonra bazı nedenlerden dolayı emekliye ayrıldım.
        Ayrılma nedenlerinden biri de eğitim sisteminin geldiği noktaydı. Uzun yıllar dördüncü ve beşinci sınıfların matematik dersine girdim. Matematik eğitimi 10-12 yaşları arasındaki çocuklar için hayati öneme sahiptir. Düşüncede somuttan soyuta geçişin yaşandığı yaş dilimidir bu yıllar. Bu yıllardaki matematik eğitiminin çocuğun gelecekteki öğrencilik yıllarını ve hayatını etkileyeceği açıktır. Matematiğin asıl amacı çocuğa matematiksel düşünme becerisini kazandırmaktır. Yani kısaca düşünebilmeyi öğretmektir. Sokrates’in dediği gibi “Öğrencilere bir şey öğretmek yerine, onların düşünmelerini sağlamalıyız. Çünkü düşünmeye başladıklarında zaten kendi çabalarıyla öğrenirler. Ve bir çaba sonucu öğrenilen bilgi, en kalıcı bilgidir, asla silinmez.”
         Çocuğa düşünebilmeyi nasıl öğreteceğiz? Matematik ders programının bu soruya yanıt verecek şeklide hazırlanması gerekiyor. Mesleğe başladığım yıllarda -öncesinde ve sonrasında da- ders programı bir sistem içeriyordu. Öğretmenin niteliğinden daha çok bu program belirleyici oluyordu. Bu programı başından sonuna kadar uygulayan öğretmen sene sonu geldiğinde mutlaka sonuç alıyordu. Küçük yaştan itibaren sistematik düşünebilme becerisi kazanan çocuk, doğal olarak bu özelliğini hayatı boyunca kullanacaktır.
        Sözünü ettiğim yıllarda matematik dersinin öğrencilere ağır geldiği söylenirdi. Sınavlar nedeniyle çocuklara çok yüklenildiğinden şikâyet edilirdi. Bir uygulayıcı olarak okuttuğum çocukların çok büyük kısmında söylenilen sıkıntılara tanık olmadım. Meslek hayatım boyunca, altı binden fazla öğrenciye eğitim verdim. Öğrencilerimin neredeyse tamamı matematik dersini severek bir üst sınıflara geçtiler.
        Matematik konuları kümelerle başlardı. (Şimdi kaldırılmış, liseye kaydırılmış.) Daha sonra doğal sayılara geçilir, sonra sırasıyla kesirler ve ondalık sayılar verilirdi. Bilgiler mutlaka problemlerle desteklenirdi. Geometride ise ölçüsel olmayan geometriyle başlayan konular, düzlemsel şekillerle devam ederdi. Prizmaların alanları ve hacimleri de öğretilirdi. Özellikle küme ve geometrideki alan problemleri başta sözünü ettiğim somuttan soyuta geçişin anahtar konularıydı.
         Kümeler konusu neden kaldırıldı diye sorduğumda aldığım yanıt şu oldu: “Çocuklara soyut geliyor, onların anlama yeteneklerine uygun değil.” Alabildiğine öznel bir söylem. Tecrübelerim hiç de böyle demiyor. Bugünkü müfredatta birçok konuda kümesel terim kullanılıyor. Çocuğa kümeler öğretilmiyor ama terimleri verilmek zorunda kalınıyor. Saçmalık değil mi? Zaten amaç soyut düşünebilmeyi öğretmektir...
          Eskiden EKOK ve EBOB problemleri vardı. Kesirlerde havuz problemleri mutlaka olurdu. Kesirlerde toplama ve çıkarma öğretirken ya da çarpma bölmeyi verirken elbette öğrencinin EKOK ve EBOB bilmesi gerekecektir. Konunun özüne inilmez, ezbere öğretilirse, biricisi çocuğa zor gelecektir, ikincisi de düşünebilme becerisi gelişmeyecektir. Yani matematik dersi amacından sapacaktır. Havuz problemleriyle dalga geçilir. “Yukarıdan doluyor, aşağıdan boşalıyor, bu havuzlar bir türlü dolmuyor!” Konuya ezber yönünden bakan bu kişilere ne söyleseniz boş! Amaç problemi çözmek değil, problemin nasıl çözüldüğüne kafa yormaktır...
         Kesirler ya da ondalık sayılar, bildiğimiz doğal sayılardan farklı değildir; adı üstünde sayı... 18 hangi sayının 6 katıdır demekle, 3/5 hangi sayının 4/7 katıdır demek aynı şeydir. Çözüm yolları değişmez yani. Havuz problemleri de, yol-hız problemleri de aynı kolaylıkla çözülebilir. Yeter ki öğrenciye düşünebilme becerisi kazandırılsın.
         Bugünkü eğitim sisteminde öğretmenlerin ve öğrencilerin temel sorunlarından biri de çarpım tablosu. Çarpım tablosu ezberletilmeyecek, ritmik saymalarla çocuk kendiliğinden öğrenecekmiş. Bu söylem insanın kulağına ne kadar da hoş geliyor değil mi?  Sanki bizim öğretmenlerimiz öğrencilerine çarpmayı öğretirken başka yol izlediler. Eskiden de çarpma ritmik saymayla öğretilirdi. Çocuklar çarpmayı kavradıktan sonra ezbere geçerlerdi. Şimdiki sistemde çocuk çarpım tablosunu ezbere bilmediğinden en basit problemde bile parmak saymak zorunda kalıyor. Çarpma amaç değil araçtır, bunu anlamadıklarından dolayı böyle orjinal(!) öğrenme yolları icat ediyorlar!
          Bugünkü müfredatta geometri konuları da evlere şenlik! Dördüncü, beşinci sınıfta doğru dürüst ne çevre ne de alan hesapları öğretiliyor. Üçgen ve daireye ise yok denecek kadar yer veriliyor. Oysa geometri tam da bu yaşlarda zevkle öğrenilir. Son iki yıl çalıştığım kurumda yirmi yıl öncesinde nasıl anlatıyorsam öyle anlattım konuları. Zor kolay demeden her türlü soruyu sordum. Öğrencilerim hiç de sıkıntı çekmediler. Zorlayıcı hiçbir nedenleri olmadığı halde derslerime de zevkle katıldılar. Öğrencilerimle birlikte dolu dolu iki yıl yaşadık. Yeniden mesleğe dönmeme neden olan yöneticilerim bana özgürlük tanımışlardı, ben de bunu en iyi şekilde değerlendirdim. Onlar okuldan ayrılmak zorunda kaldıklarında bana da yol görünmüştü... Bana yöneltilen soruların başında, “Senin gibi bir öğretmeni neden çalıştırmıyorlar?” gelmekte. Sanırım bu soruyu da yanıtlamış oldum...
          Bu iki yıl içinde hiç mi sıkıntı yaşamadım? Elbette sıkıntılarım oldu. Birinci sıkıntım “akıllı tahta”, ikincisi de “akıllı defter”di. Sınıfın tam orta yerinde akıllı tahtalar, yanlarda da bildiğimiz klasik tahtalar vardı. Akıllı tahtayı az kullandığımı söylemeliyim. Önce kullanmakta zorlandım, önyargılı olmayayım diyerek kullanmayı öğrendim, ama verim alamadığımı görünce vazgeçtim. Kenarlara sıkıştırılmış küçük tahtalarla idare ettim. Tahtanın başında bir uçtan diğer uca koşturmak kolay değildi. Akıllı matematik defterlerin sadece sorular kısmını kullandım, ayrıca bildiğimiz kareli defter aldırdım öğrencilerime. Beşinci sınıfa gelmiş öğrencilerin defter kullanamadıklarını görünce çok şaşırmıştım. Soruyu sayfaya yazmakta sıkıntı çeken bir öğrenci problemi nasıl çözebilir?
         Bir makale okumuştum, Amerika’daki Silikon Vadisi’nin birçok önde gelen üyesi (Bill Gates ve Stave Jobs dâhil) çocuklarını akıllı telefon, akıllı tablet vb. araçlardan uzak tutuyorlarmış. Çocuklarının okullarında ise bizim bildiğimiz kara tahtalar, tebeşir ve kâğıt kalem kullanılıyormuş. Akıllı tahta vb. teknolojiyi üretip dünya ülkelerine pazarlayan bu şahısların kendi çocuklarının okullarında akıllı tahta kullanmamaları dikkat çekici değil mi? Böyle davranmalarının en önemli nedeni öğrenme aşamasında kullanılan teknolojik araçların çocukta yaratıcılığın gelişimini engellemesidir.
         Teknolojiye karşı değilim, ama okullarda bu şekilde kullanılmasına doğru bulmuyorum. Gelişim çağındaki çocuklar için yarardan çok zararı var. Ülkemizde akıllı tahtalar, akıllı defterlerle destekleniyor. Akıllı tahtaya uyumlu defter kullanmak bir maharetmiş gibi sunuluyor. Bir akıllı defterin kapağında şöyle reklam sloganları gördüm: “Not tutmakla uğraşıp zaman kaçırma!” “Not almayı en aza indirerek derse olan ilgiyi ve motivasyonu artırır.” “Öğrencinin ders işleme sürecine daha aktif katılımını artırarak...” “Öğrenciye bırakılan boşluklar ile öğretmenin daha verimli ders işlemesini sağlar.” Bunların tamamı yanlış, deneyimlerim tam tersini söylüyor. Öğrencilerin işitsel ve görsel öğrenmede sıkıntılar yaşadığını gördüm. Akıllı tahta ve akıllı defter uygulaması olan okullarda aynı sıkıntıların yaşandığını düşünüyorum. Şunu da açıkça belirtmek istiyorum, benim ilgi alanın 10-12 yaş arası çocuklardır. Gözlemlerim de onlarla ilgilidir.
         Özel okullarda -hatta devlet okullarında- teknolojik araç gereç kullanılarak kaliteli eğitim verildiği sanılıyor ve bu doğrultuda reklam yapılıyor. Eğitim sistemimizdeki sorunların temel nedenlerinden birinin bu anlayışın olduğuna inanıyorum. Müfredatta yanlış, istenmeyen bilgi ve konulara yer verilmesi elbette üzücüdür. Bunlara bakarak eğitimin geri gittiğine karar veriliyor. Asıl vahim olanı çocuğa düşünebilme becerisi kazandıracak matematik müfredatının uygulanmamasıdır. Çocuk düşünebilmeyi içselleştirdiğinde bilimsel düşünceyi de öğrenecektir. Okullardan matematik dersini kaldırmakla eş değerdedir müfredatın bu hali...
        Özel okullarla ilgili de yazmam gereken önemli tespitlerim var. Şimdilik onlara değinmeyeceğim. Çünkü çok farklı bir konu, ama en az eğitim sistemi kadar önemli. Özel okul sahipleri ya da kurucuların eğitime patron gözüyle baktığı yerde elbette çok büyük sorunlar yaşanacaktır. Bunları da “Yazmak Boynumun Borcu (2)” de anlatacağım...
                                                (31.01.2018 / FerhanTopçu)