İki gün önce ezan sesiyle uyandığında yüreği umutla doluydu.
Gece, çok az uyuyabilmişti; o da bölük pörçük. Otuz yedi yıllık
hayat arkadaşı amansız bir hastalığa yakalanmışken nasıl uyku tutardı onu? Uyur
uyanık dönüp durmuştu yatakta. Kastamonu’ya götürmek için yeğeni saat sekizde
gelip evlerinden alacaktı onları. Oradan da Ankara’ya geçeceklerdi. Ankara’yı
özellikle tercih etmişlerdi. Gidecekleri hastane Türkiye’nin en köklü
hastanelerinden biriydi. Hem orada Emine’nin doktor olan bir öğrencisi vardı.
Aysun ellerinde büyümüştü. İnebolu’nun çocuğuydu. Okuyup meslek sahibi
olmasında Emine’nin çok emeği geçmişti. Aysun’a telefon etmek istemişti, ama
Emine karşı çıkmıştı. “Çocuk yanlış anlar,
yaptığımız iyiliklerin karşılığını beklediğimizi düşünür,” demişti.
Emine İnebolu’da sevilen bir öğretmendi. Dört yıllık öğretmen
okullarının son mezunlarındandı. İdealistti, kendini mesleğine adamıştı. “Okuldayken
her gün boşuna mı okuduk Öğretmen Marşını biz,” derdi. “Ant içtik, yolumuz Ata’mızın
aydınlık yoludur. Biz Mustafa Kemal’in devrimcileriyiz. O’nun devrimlerini
korumakla kalmayacağız, ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız...”
Sağlık sorunları çıkmasaydı yaşına bakmadan devam edecekti öğretmenliğe. Yaptıklarının
anlatılmasından hoşlanmazdı. Övülüp takdir edildiğinde hemen itiraz ederdi.
“Kurtuluş Savaşı’mızdaki Şerife Bacıların fedakârlıklarının yanında bizim yaptıklarımızın
lafı mı olur? Onlar bu vatanı yoktan var ettiler, biz onların bıraktığı yerden
devam ediyoruz...”
“Ama şimdi sıra öğrencilerinde Emine, sen nasıl ki vatanıma
borcumu ödüyorum dediysen, öğrencilerin de senin emeklerinin karşılığını
verecekler. Bunda yanlış bir şey yok. Söz konusu olan senin sağlığın...”
“Ben onlara hakkı, hakkaniyeti de öğrettim Muzaffer.
Ayrımcılık, adam kayırmak, torpille iş yaptırmak doğru değil...”
“Hastanede olduğumuzu duyunca belki
kendiliğinden gelir bulur bizi...”
“Kimin nasıl tepki vereceğini bilemeyiz Muzaffer. Aradan
yirmi, yirmi beş yıl geçti. Kızcağızın yardım edemediğini düşün, bize karşı
kendini ezik hissedecektir.”
Emine’nin böyle konuşmasının nedenini biliyordu Muzaffer.
Birinde komşularının oğlu İnebolu'ya gelmişti. Okul yıllarında evlerinden çıkmayan o çocuk, İnebolu’ya
geldiğinde bir kez bile onların kapısını açmamıştı. Emine “Durma üzerinde, bazı
insanlar yapılan iyilikleri kaldıramaz, altında ezilirler. Bu nedenle
iyilik edenle karşılaşmak istemezler,” demişti. Eşine hak vermişti.
“Söylediklerine katılıyorum. Böyleleri eski durumlarını anımsatan her
şeyden nefret ederler. Geçmişlerinden kurtulmak isterler. Ama Aysun farklı...” Bu
tartışma birkaç gün daha sürdü. Bir ara “Ben Ankara’ya gitmek istemiyorum,”
diye tutturdu Emine. Zor ikna etti Muzaffer onu. “Tamam, söz, normal seyrine
göre hareket edeceğim,” dedi. Gerekli işlemler yapıldı, Ankara’ya sevk edildi
Emine. Akşam, kızı, damadı ve torunları geldiler evlerine. Çoluk çocuk hepsi
umutluydu. Emine Öğretmen’in gülen yüzü onlara moral oluyordu. Gözlerindeki
sevgi ışıltısı sadece Amerika’daki oğlundan söz açıldığında kararıyordu.
Hepsine ayrı ayrı tembihlemişti, “Sakın Ozan’a bir şey söylemeyin. Çocukcağız
ta oralardan kalkıp gelir... Duyarsam bağışlamam...”
Ev boşaldıktan sonra Emine yatak odasına çekildi. Muzaffer
salonda kalıp yol hazırlıklarını bir kez daha gözden geçirdi. Başını yastığa
koyduğunda bile yolculuğu, hastaneyi düşünüyordu. Bir yolunu bulup Doktor
Aysun’a ulaşacaktı. Kararlıydı, koca hastanede işlerin tanıdıksız yürümesi çok
zordu. Tedavi sürecini şansa bırakamazdı, ne gerekiyorsa yapacaktı. Sabah ezan
sesiyle uyanınca usulca yataktan çıktı. Balkonun kapısını açıp ezanı dinledi.
Müezzinin sesi etkileyiciydi, çok güzel okuyordu ezanı. Yüreğindeki umudu o an
daha derinden hissetti. Fazla oyalanmadan abdestini alıp dışarı çıktı.
Kaymakam Yokuşu’ndaki evinden aşağı doğru yürürken
Atatürk’ün kaldığı evin önünden geçerdi. Sokak lambalarının aydınlattığı ev
şimdi sessizdi. Atatürk, 1925 yılında, dokuz günlük Kastamonu gezisinin üç
gününü İnebolu’da geçirmişti. Ata’nın üç gün kaldığı tek taşra kasabasıydı
İnebolu. İnebolulular için büyük bir onurdu bu. Atatürk Kurtuluş Savaşı
yıllarında “Gözüm Sakarya’da Dumlupınar’da, kulağım İnebolu’da...” demişti.
Ata'nın bu sözlerini her anımsadığında gururlanıyordu.
Atatürk, İnebolu’dayken bir sabah ezan sesiyle uyanır.
Müezzinin ezan okuyuşunu çok beğenir. Hatta söylendiğine göre kalkıp camiye
gider, namaz kılar. Müftüye “Ben buradayım diye mi böyle özenerek okudu
müezzin?” diye sorar. Yine anlatılanlara göre Atatürk, müezzine beş aylık maaşını
ikramiye olarak verir. Yahya Paşa Camisine doğru yürürken Muzaffer’in içinin coşkuyla
kabarmasında bu anlatılanların da etkisi vardı kuşkusuz...
Ankara’ya geldiklerinin ertesi günü sabah erkenden
kalkıp hastanenin yolunu tutmuşlardı. Hastanenin kapısında içeri girdiklerinde
Muzaffer’in umudu birden kırılmıştı. Koridorlar ana baba günüydü. Hastane çok
kalabalıktı. Gerekli işlemleri yaptırıp beklemeye başlamışlardı. Emine’ye belli
etmeden onun yüzüne bakıyordu. Karısının duygularını merak ediyordu. Acaba o da
benim gibi mi hissediyor, diye düşünüyordu. Onun üzülmesine, moralinin
kırılmasına dayanamazdı. Emine’nin yanında elinden geldiğince dik duruyordu.
Her şey yolunda karıcığım, sen merak etme, bu illetten kurtulup döneceğiz. Daha
seninle nice yıllar geçireceğiz... Söylemese de hayat arkadaşına hissettiriyordu
umudunu.
Koridorda boş buldukları bir oturağa Emine’yi oturttu.
“Hasta insanların saatlerce ayakta kalması doğru değil,” diye mırıldandı. “Bana
bir şey mi dedin Muzaffer?” diye soran karısına “Hayır!” demekle yetindi. İçi
daralıyordu. Etrafındaki insanların konuşmalarına kulak kabartınca morali daha
da bozuldu. Tedavinin hemen başlaması zor görünüyordu. Muayene sırası bekleyen
önlerinde çok hasta vardı. Öğlenden sonraya bile kalabilirlerdi. Keşke sabah
erken kalksalardı. Bir hasta yakınından ameliyat için iki ay sonraya gün
alabildiklerini duyunca kararını verdi Muzaffer; ne yapıp edip Aysun’a
ulaşacaktı. Emine’ye sezdirmeden bunu nasıl yapacaktı? Aklına ilk gelen bahaneyi
uydurdu.
“Emine, ben sıkıştım, tuvalete gideceğim. Daha
sıramıza çok var, sen burada bekle, ben gecikmeden gelirim...” Konuşurken karısının
gözlerine bakmıyordu. Anında anlardı kocasının bir şeyler çevireceğini. Kaç
yıllık kocasıydı onun, anlamaz mıydı?
Emine’nin yanından uzaklaşır uzaklaşmaz hemen Aysun’a
telefon etti. “Numaraya ulaşılamıyor” uyarısını duyunca telefonu kapattı. En
iyisi gidip odasında yüz yüze görüşmekti. Aysun’un
odasını bulmakta zorlanmadı. Odanın kapısı aralıktı. Cesaretini toplayıp
yavaşça içeri süzüldü. Odada sekreter kız vardı. Ondan doktorun birazdan
geleceğini öğrendi. Sekreter dışarıda beklemesini söyledi. Kalbi heyecanla
atıyordu. Az sonra Aysun gelecek, öğretmeninin hastalığını duyunca bir an bile
beklemeden aşağı inip Emine’nin ellerine sarılacaktı. “Kolon kanseri de ne,
bağırsağın otuz kırk santimlik bir bölümünü alınca hiçbir şeyin kalmayacak öğretmenim,”
diyecekti. Emine onu beş yıl okutmuştu. Sadece okulda ders vermemişti, haftanın
birkaç günü de eve çağırır, eksiklerini tamamlardı. Kitabını kalemini de alırdı.
Aysun yoksul bir ailenin çocuğuydu, çok zekiydi. Elinden tutulduğunda okuyup
iyi yerlere geleceğini söylerdi Emine. İlkokuldan sonra da elleri hep Aysun’un
üzerinde olmuştu. Lisede, sonrasında fakülteye gittiğinde de desteklemeye devam
etmişlerdi onu. Aysun’a burslar ayarlamışlardı. Emine’nin isteyip de
başaramayacağı iş mi vardı ki çocukcağıza bir bursu ayarlayamasın?
Ya Aysun bugün odasına gelmezse, ya onunla konuşamazsa,
olumsuzlukları düşünmesi bile yetiyordu yüreğinin sıkışmasına. Sonunda gördü
Aysun’u, yanındaki kadına bir şeyler anlatıyordu. Kapının önüne geldiklerinde,
Aysun da onu gördü. Muzaffer, bakışlarından anladı Aysun’un da onu tanıdığını.
“Aysun, ben Muzaffer Amcan, tanıdın değil mi?” Kalbi yerinden
fırlayacak gibiydi adeta.
“Evet, tanıdım...” Aysun’un sesi soğuktu. Yanındaki
kadına döndü. “Siz içeri geçin ben de geliyorum,” dedi.
“Öğretmenin... Emine Öğretmen aşağıda, çok hasta, kanser...”
Kelimeler ağzından kopuk kopuk dökülüyordu. Yüreği daralmıştı. Boğazına oturan
düğümü çözmek için birkaç kez yutkundu.
“Geçmiş olsun, arkadaşlar gereğini yaparlar, meraklanmayın...”
“Görmeyecek misin?”
“Ben cilt hastalıklarına bakıyorum, kanser benim
alanım değil.”
“Belki bir yol gösterirsiniz, hem seni görünce Emine
de mutlu olur... Moral...”
“Muzaffer Amca, senin ne istediğini biliyorum, ama ben
yapamam, yapmam. Yüzlerce tanıdığım var hangi biriyle ilgilenebilirim.
İşlerimiz yoğun. Kusura bakma. Öğretmenime geçmiş olsun dileklerimi ilet.”
“Onun haberi yok seni bulacağımdan, başından beri
karşı çıkıyor... Ben bir umut...”
“İçeride hastam var, onu fazla bekletmeyeyim, tekrar
geçmiş olsun.”
Kapıyı açıp içeri girdi Doktor Aysun. Muzaffer elinde
dosyayla öylece kalakaldı. Gözleri doldu. Ağır adımlarla koridorun başındaki
merdivenlere doğru yürüdü. Gözlerinden yaşlar boşalınca boş bulduğu bir oturağa
çöktü. Beyni durmuştu. Gözleri dosyanın üzerine düşen gözyaşlarındaydı.
Ağlaması durmadan, gözleri kurumadan Emine’nin yanına gidemezdi. Ne söyleyecekti
ona? Ne? “Tuvalette kapalı kaldım, çıkamayacağım diye çok korktum, hırsımdan
ağladım...” derim diye geçirdi içinden. Koridorda yürüyenler, ağlarken gülen
adama şöyle bir bakıp geçiyorlardı. “Ağlanacak halime gülüyorum...”
“Muzaffer Amca, sensin değil mi? Yanılmıyorum...”
Beyaz bir önlüğün içinde esmer bir kadın soran
bakışlarla ona bakıyordu. Ayağa kalkarken elinin tersiyle gözlerini sildi.
“Benim, ama sizi tanıyamadım doktor hanım.”
“Aradan çok yıllar geçti. Tanıyamazsınız tabii. Ben
banka müdürü Tahir Yücesoy’un kızı Öykü. Emine Öğretmen’in öğrencisiydim. Sizin
evden çıkmazdık. Öğretmenimin kurabiyelerini, keklerini çok yedim. Hafta
sonları bize kurs verirdi. Sayesinde İstanbul Erkek Lisesini kazanmıştım. Aynı
yıl İnebolu'dan ayrılmıştık.”
“Kızım ne yalan söyleyeyim, babanı hatırladım, ama
seni çıkaramadım.”
“Sizi ağlarken görünce dikkatli baktım, yoksa ben de
tanıyamazdım. Yok, tanırdım, çünkü değişmemişsiniz. Emine Öğretmenim nasıl?”
Soruyu yanıtlayamadı Muzaffer, gözlerinden yaşlar
süzülüyordu. Koca adam hıçkırarak ağlıyordu. Doktor Öykü, Muzaffer’in koluna
girerek ona daha da sokuldu.
“Lütfen Muzaffer Amca... Öğretmenim burada mı?”
“Evet, kızım, aşağıda, beni bekliyor...”
Susup elindeki dosyayı Doktor Öykü’ye uzattı Muzaffer.
Doktor, dosyanın kapağına göz atınca önlüğünün cebinden telefonunu çıkarıp
sekreterini aradı.
“Serpil ben on dakika gecikeceğim,” dedi. Sonra Muzaffer’in
elinden tuttu. “Hemen öğretmenimin yanına gidelim...”
“Seni işinden alıkoymayalım...”
“Bir arkadaşımın yanına uğrayacaktım, sonra da görürüm
onu, önemli değil.”
Muzaffer merdivenleri uçarak iniyordu, kuşlar kadar
hafifti. Az önce katılarak ağlayan o değildi sanki. Yüzünde güller açıyordu. Öykü’yü
durdurmak, ona sıkıca sarılmak istiyordu.
“Seni görünce çok sevinecek öğretmenin...”
“Ya ben Muzaffer Amca... Merak etme, bölüm başkanımız alanında
Türkiye’nin sayılı doktorlarındandır...”
“Senin bölümün ne?”
“Onkoloji...”
‘İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş’
atasözünün anlamı buymuş meğer, diye düşündü Muzaffer.
Emine Öğretmen aynı yerindeydi. Bir kadınla
konuşuyordu. Muzaffer’le Öykü yanlarına gelene kadar onları fark etmedi. Öykü
gelip önünde durdu.
“Öğretmenim!”
Emine başını kaldırıp dikkatlice baktı karşısında
duran genç kadına. Yavaşça ayağa kalktı.
“Öykü Yücesoy...”
“Biliyordum hatırlayacağınızı öğretmenim...”
“Unutur muyum benim çalışkan kızımı...”
Koridorda herkes başını çevirmiş özlemle kucaklaşan
iki kadına bakıyordu...
26.02.2018 / Kdz.
Ereğli