20 Aralık 2017 Çarşamba

BENİM ADIM GEZİ
 
Son romanım için bilgi toplamak amacıyla üç gündür Ankara’daydım. Zor bir işe soyunmuştum. Zaman ve mekânın iç içe geçtiği, 1960’tan 2011 yılına kadarki süreci anlatıyorum romanımda. Günde ortalama en az dört beş saat yürüyordum. Aralık ayında Ankara’nın soğuğunu da hesaba katınca bana hak verirsiniz sanırım. Gerçi şansıma hava birkaç gündür hep güneşliydi.
Yıllardır Ankara’ya gidip gelirim, ama bir kez bile Ankara Kalesi’ni gezmemiştim. Son günümde Ulus’ta dolanırken, hazır buraya kadar gelmişken kaleyi de göreyim dedim. Bölgedeki değişimler hemen göze çarpıyor. Kalenin alt kısmındaki genelevler ve gecekondular kaldırılmış. O bölgede bir cami ve hemen yanında küçük bir tuvalet kalmış sadece. Tek tük gecekondu kalıntılarını saymasak, kalenin hemen karşı tarafındaki yamaçlarda da temizlik yapılmış.
Bir ara daracık sokaklarda kaybolur gibi oldum. Yolumu kısaltayım dedikçe iyice çıkmaza giriyordum. Yanlış yola saptığımı anladığımda çok geçti. Kalenin arka kısmına düşen bir mahalledeydim. Hırslanmıştım, geriye dönmeden yürümeye devam ettim. Yol beni nereye çıkarırsa oraya kadar gidecektim. “Bu da bana ceza olsun!” diyordum içimden. Daracık bir sokaktan geçerken yirmili yaşlarında bir gençle karşılaştım. Düzgün giyimli temiz yüzlü yakışıklıca bir gençti. Çevresinde bir sürü kedi köpek vardı. Hayvanları besliyordu. Görüntü çok hoştu, telefonumu çıkarıp birkaç poz çektim. Kediler, köpekler ve bir genç; onları tamamlayan eski Ankara evleri... Güzel bir kare yakaladığım için seviniyordum. Telefonumu cebime koymak üzereyken o genç yolumu keserek önüme geçti.
“Doğru söyleyin, neden çektiniz?”
“Bulduk belayı!” dedim içimden. Bilmediğim, ilk kez geldiğim bir yer; hırlısı hırsızı, tinercisi uyuşturucusu, kim bilir kimdi? İnsanın aklına bin bir türlü şey geliyor. Böyle anlarda karşımdakinin niyetini anlamak için gözlerine bakarım. Gencin gülümsediğini görünce rahatladım.
“Ben bir yazarım, yeni romanım için bilgi topluyorum.”
“Çok güzel, beni de yaz öyleyse abicim.”
Yazmak öyle kolay mı? Yazabilirim demek içimden gelmedi. Yalan söyleyecekmişim gibi bir duyguya kapıldım. Yazmaya kalkışsam, onun hakkında ne yazabilirdim ki? Söz verip de sözünü tutmamak... Böyle bir duyguya kapılmak komiğime gitti. Ben yalan söylemesini hiç beceremem, buna beyaz yalanlar da dâhildir. En kötü koşulda susmayı yeğlerim...
“Elbette yazarım. Seni mi kıracağım. Hayvan sever bir genci yazmayacağım da kimi yazacağım.” Konuşurken bir yandan da ne yazabilirim diye düşünmeye başlamıştım bile. Gecekonduda yaşayan yoksul bir gencin sokak hayvanlarına gösterdiği merhamet... Biliyorum, basit ve bilindik bir konu, ne yapayım aklıma başka bir şey gelmiyordu.
“Saygılar sunuyorum değerli abicim.”
“Abicim” derken çok hoştu. Sürekli gülümsüyordu. Yeşil yeşil ışıldayan çok güzel gözleri vardı. Kızlar onu kesin mega star Tarkan’a benzetiyorlardır. Acaba, kendisi de bunun farkında mıydı? Bu sırada iki kedi hırlaşarak kavgaya tutuştu. Beni bırakıp hayvanların yanına döndü. Ben de kendi yoluma koyuldum. Birkaç adım atmıştım ki arkamdan seslendi.
“Güle güle abicim, ellerinden öperim!”
Dönüp yanına gittim.
“Seni yazmasına yazarım da adını bilmiyorum.”
“Benim adım Gezi!”
“Gezi?”
“Evet, abicim, Gezi!”
“Memnun oldum...” Adını söyleyemedim. Aklım karışmıştı. Ya benimle dalga geçiyordu ya da farklı bir durum söz konusuydu. Gencin ilginç bir hikâyesinin olduğu kesindi. Konuşup bilgi alabileceğim birileri var mı diye etrafıma bakındım. On metre kadar aşağıda bir evin önünde kırklı yaşlarda biri duruyordu. Gezi’nin hikâyesini -tabii varsa- ondan öğrenebilirdim. Konuşunca adamın da beni merak ettiğini anladım. Kendimi tanıttım. Hayvanları doyuran genci tanıyıp tanımadığını sordum.
“Tanımaz mıyım, Osman’ın en küçük oğlu, biraz saftır. Siz de anlamışsınızdır.” Yüzünde acımayla karışık bir ifade vardı.
“Kuşkulandım ama konduramadım. Düzgün bir gence benziyor. Kalbinin güzelliği yüzüne vurmuş.”
“Kimseye zararı dokunmaz. Mahallede herkes sever onu.”
“Sokak hayvanlarına karşı özel bir ilgisi var herhalde.”
 “Yufka yüreklidir, hayvan sevgisi yüzünden az kalsın ölüyordu.”
“Adı Gezi imiş, doğru mu?”
Adam güldü.
“Öyle denmesini istiyor.”
“Merak ettim, anlatır mısınız?”
Ayaküstü on dakikada Gezi’nin hikâyesini özetledi bana adam:
Gencin asıl adı Güray’mış. Güray, altı yaşlarındayken balkondan düşmüş. Mucize eseri hayatta kalmış. Güray’ın saflığının nedeni bu kazaymış. Okula gitmiş, okuma yazmayı öğrenmiş. Öğretmenlerinin itelemesiyle ortaokulu bitirebilmiş ancak. Ailesi liseye göndermemiş. Güray büyüyüp boy attıkça yaşadığı sorunlar da artmış. Nerede nasıl davranacağını bilmediğinden sık sık onu tanımayanların tepkileriyle karşılaşıyormuş. Birinde tekme tokat dövülerek belediye otobüsünden aşağı atılmış. Güray güzel çocuk, haliyle kızların ilgisini çekiyormuş. Bir gün otobüste kızlar ona bakarak kıkır kıkır gülüşüyorlarmış. Güray da gülerek karşılık vermiş onlara. Kızların erkek arkadaşları bunu yanlış anlamışlar. Kızlara laf attığını sanıp onu dövmüşler.
Güray en büyük travmayı Gezi Olayları sırasında yaşamış. Çocukluğundan beri polis olmak istiyormuş. Bazı günler yürüyerek Gençlik Parkı’na kadar gidip parkın girişindeki alanda hazır bekleyen çevik kuvvet polislerinin arasında dolaşırmış. Polislere sorular sorarmış. Genç polislerden biri Güray’a yakınlık göstermiş. Anlamış çocuktaki farklılığı. Zamanla abi kardeş gibi olmuşlar. Eğer, Gençlik Parkı’na gittiğinde polis abisini göremezse diğer polislere sorar, nerede olduğunu öğrenirmiş. İzinli değilse, başka bir yerde görevliyse polis abisini gidip orada bulurmuş. Kaç kez böyle Kızılay’a kadar yürümüş.
Gezi Olaylarının patlak verdiği günlerde de ziyaretlerini sürdürmüş. Polis abisi, gelme buralar çok tehlikeli dese de, Güray bildiğini okumaya devam etmiş. Bir gün değil beş gün değil günlerce süren olaylardan Güray da nasibini almış. Olaylarının ortasında kalıp da başına iş gelmeden kurtulmak mümkün mü?
Güray, her gün Kızılay’a gelip olayları izliyormuş. Aklı fikri polis abisindeymiş hep. Yine böyle bir günde, bir köşeye çekilmiş, polis abisini gözlüyormuş uzaktan. O sırada bir köpek yavrusu caddenin ortasında, Güray’ın değişiyle, ağlıyormuş. Zavallı yavrunun bir tomanın altında kalması an meselesiymiş. İnsanların kör kaldığı, kafalarının patladığı bir curcunada küçücük bir köpeği kim düşünürmüş! Güray düşünmüş ama. Hiç beklemeden yerinden fırlayıp köpeğe koşmuş. Köpeği yerden kaldırıp kucağına almış. Öylece olduğu yerde kala kalmış. Ne tarafa gideceğini bilememiş. Sisten dumandan göz gözü görmüyormuş. Kulakları sağır eden siren sesleri, anonslar, bağrışmalar zavallı çocuğun azıcık aklını da alıp götürmüş. Ortalık ana baba günü, kimse kimseye yardım edecek halde değilmiş. Eğer polis abisi koşup yetişmeseymiş az daha toma eziyormuş. Polis abisi onu kolundan tutup oradan uzaklaştırmak isterken, bu sırada nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen bir gaz fişeği polisin bacağına isabet etmiş. Ondan sonrasını kimse hatırlamıyormuş. Ama çok şükür ki polis abisi de Güray da sağ salim çıkmışlar o hengâmenin içinden.
O günden sonra Güray mahallelerinden dışarı adımını atmamış. Nerden akıl etmişse soranlara da adının Gezi olduğunu söylüyormuş. Güray’ın tek tesellisi polis abisinin arada bir onun ziyaretine gelmesiymiş. Polis abisi her geldiğinde koca torbalarla kedi, köpek maması getiriyormuş...
Adam hikâyeyi anlatıp bitirmişti. Hikâye etkileyici ve düşündürücüydü. Ama beni asıl etkileyen adamın konuşurken seçtiği kelimelerdi. Gezi Olayları hakkında olumsuz tek bir sözü, hatta iması dahi olmamıştı. İnsan yorum da mı yapmaz? Yapmamıştı... Benden çekindiğinden mi diye düşündüm. Hayır, öyle birine benzemiyordu. Gezi’yi onayladığından mıydı? Bunu da anlamak mümkün değildi. Kendisine de sormadım...
Merak uygarlık yolunda ilerleyen insanoğlunun en değerli duygusudur...
                                  18.12.2017 / Kdz. Ereğli
 
 
 

17 Aralık 2017 Pazar

ALAATTİN TOPÇU ve AZRA KOHEN
“Güzel/Tatlı Çağ” ve “Fi”

Azra Kohen’in “Fİ” adlı romanı tesadüfen elime geçti. Çok konuşulan ve çok satanlar arasında olduğunu biliyordum. Diğer çok satanlara baktığım gibi Azra Kohen’in kitaplarına da kuşkuyla bakıyordum. Yazmaktan fırsat bulduğum anlarda okuyordum. Okudukça olayların akışı ilgimi çekti. Ne kadar merak etsem de 128. sayfada okumaktan vazgeçtim.

Kitabın tanıtımındaki açıklamalardan, yazarın editörle çalıştığı anlaşılıyor. Büyük bir yayınevinden çıktığına göre profesyonel destek aldığını da düşünüyorum. Öyle değil ama! Özensiz yazılmış bir roman. Yazım yanlışları, bozuk ve anlaşılmaz cümlelerin sonu gelmiyor. Bu haliyle taslak roman görünümünde. Sanırım yayınevinin acelesi vardı. Nasılsa satılır diye düşünmüş olabilirler. Reklamın gücü deyip geçmek gerekiyor... Romanı okumaktan vazgeçince, üzerinde bir şeyler yazıp yazmamak da kararsız kaldım...

Aynı dönemde Alahattin Topçu’nun Güzel/Tatlı Çağ romanını okumuştum. Bir bakıma birbirine benziyor iki yazarın romanları. Azra Kohen’in “Fi” romanının tanıtımında şöyle bir paragraf var:
            “Fi, deneyimin içinde kaybolmak yerine korkmadan deneyime sahip olmanın yolculuğudur. İçinde bolca bulunan manipülasyon, seks, aldatma ve aldanma hikâyeleri belki herkesin dikkatini çekebilir ama gerçeklerden yola çıkılarak ulaşılmak istenen yerde sadece farkındalık vardır.”

Alaattin Topçu’nun romanında da seks, aldatma ve aldanma var. Üstelik temiz bir Türkçe ile yazılmış, edebi değeri olan bir roman Güzel/Tatlı Çağ. Şimdi diyeceksiniz ki “Kardeşini kayırdığından böyle yazıyorsun. Dediğin gibiyse neden çok satmıyor? Sahi neden? Birincisi reklam, ikincisi Alaattin Topçu’nun romanında siyaset var, sol var. Sosyalistlerin reklamını yapacak değiller ki! Birçok solcu yazarın romanı basılmıyor mu? Gündemi anlatan, gündeme ışık tutan romanlar çok az; var olanlar da tanınmış yazarların, ticari değer kazanmış romanları...

Eleştirimi somutlaştırmak için “Fi” den örnekler vereceğim:

“Trafik her zamanki kadar yoğundu. Arabada sessizlik hakimdi. Can, Ali’den her zamankini koymasını istediğinde Bilge ilk defa duyduğu bu müzikten hoşlanıp hoşlanmadığına karar vermeye çalışırken, Can ondan önce davranıp, ‘Şarkı nasıl? Beğendin mi Bilge Görgün?’ diye sorarak.” (S.58)

“İsminizi öğrenebilir miyim? dedi. Ali kısaca söyledi.”(S.62)

“Soru basit algılanan ama cevap vermek için üzerinde ciddi düşünülmesi gereken bir soruydu.” (S.62)

“...ülkenin hayatları boyunca orgazmdan uzak yaşamış bayanları için hiçbir sorun teşkil etmemişti.” (S.93)

“Düz uzun kaşları altında tam ne renk olduğu anlaşılmayan sarılı ela gözleri,..” (S.103)

“Gideceği televizyon kanalına ulaşması için üç aktarma daha değiştirmesi gerekiyordu.” (S.108)

“...Aylin’in ikiyüzlülüğü, iki aya rağmen hâlâ hayret vericiydi.” (S.108)

“Yönetim sadece öğrencilere özel olması için karar çıkarmasıyla bu sorun önceleri çözülmüş ama Deniz’in derslerini seçen öğrencilerdeki yoğun artış, salonda yine de yer kalmamasına sonuç vermişti.” (S.111)
“...mezuniyet gösterisinde hemen hemen her öğrenciye bir iş verilmişti.” (S.112)

“Şimdi, hiç olmamış olmanın verdiği hafifliği yaşayın, var olun!” (S.114)

“Bazıları devletimizin opera ve balesi hakkında uygunsuz şekilde konuşmaktaymış, bazıları şikayetçiymiş, alay etmekteymişler! Bu bazıları sanmasınlar ki isimleri bilinmez.” (S.127)

“... kimisi bıkkınla konuşmanın bitmesini bekliyor,...” (S.128)

Okumayı 128. sayfada bıraktım. Yukarıda verdiğim örneklerin yanı sıra 125. sayfada gözümü tırmalayan sözcüklerden de söz etmek istiyorum. Bu sayfada on tane “olmak” fiili, beş tane “kendi, kendisi” zamiri kullanılmış. Sayfanın tamamını okuyunca insanın beyni duruyor. Bir de şu dikkatimi çekti, yazar “kendi, kendisi” zamirlerini çok seviyor. Her sayfada birkaç tane bulunuyor. Üşenmedim saydım; 68. sayfada altı tane, yedi satırlık bir paragrafta dört tane, 108. sayfada sekiz tane “kendi ve kendisi” sözcükleri kullanılmış. (Alıntıları romanın 36. baskısından aldım.)

Azra Kohen’in üç ciltlik roman serisi kitap raflarında, Alaattin Topçu’nun Güzel/Tatlı Çağ romanları da üç ciltlik seri, şimdilik ikisi basılmış durumda. Her iki yazarın da romanları hacimli. Roman yazmanın zorluğunu biliyorum. Yanlış anlaşılmak istemem, Azra Kohen’in emeğine saygı duyuyorum. Ama azıcık daha özen göstermeliydi diyorum ve sorumluluğun büyüğünü editöre ve yayınevine yüklüyorum...
                                                 17.12.2017/Kdz. Ereğli