BENİM ADIM GEZİ
Son romanım için bilgi toplamak amacıyla üç gündür Ankara’daydım.
Zor bir işe soyunmuştum. Zaman ve mekânın iç içe geçtiği, 1960’tan 2011 yılına
kadarki süreci anlatıyorum romanımda. Günde ortalama en az dört beş saat yürüyordum.
Aralık ayında Ankara’nın soğuğunu da hesaba katınca bana hak verirsiniz sanırım.
Gerçi şansıma hava birkaç gündür hep güneşliydi.
Yıllardır Ankara’ya gidip gelirim, ama bir kez bile Ankara
Kalesi’ni gezmemiştim. Son günümde Ulus’ta dolanırken, hazır buraya kadar gelmişken
kaleyi de göreyim dedim. Bölgedeki değişimler hemen göze çarpıyor. Kalenin alt
kısmındaki genelevler ve gecekondular kaldırılmış. O bölgede bir cami ve hemen
yanında küçük bir tuvalet kalmış sadece. Tek tük gecekondu kalıntılarını
saymasak, kalenin hemen karşı tarafındaki yamaçlarda da temizlik yapılmış.
Bir ara daracık sokaklarda kaybolur gibi oldum. Yolumu
kısaltayım dedikçe iyice çıkmaza giriyordum. Yanlış yola saptığımı anladığımda
çok geçti. Kalenin arka kısmına düşen bir mahalledeydim. Hırslanmıştım, geriye
dönmeden yürümeye devam ettim. Yol beni nereye çıkarırsa oraya kadar
gidecektim. “Bu da bana ceza olsun!” diyordum içimden. Daracık bir sokaktan
geçerken yirmili yaşlarında bir gençle karşılaştım. Düzgün giyimli temiz yüzlü
yakışıklıca bir gençti. Çevresinde bir sürü kedi köpek vardı. Hayvanları
besliyordu. Görüntü çok hoştu, telefonumu çıkarıp birkaç poz çektim. Kediler, köpekler
ve bir genç; onları tamamlayan eski Ankara evleri... Güzel bir kare yakaladığım
için seviniyordum. Telefonumu cebime koymak üzereyken o genç yolumu keserek önüme
geçti.
“Doğru söyleyin, neden çektiniz?”
“Bulduk belayı!” dedim içimden. Bilmediğim, ilk kez geldiğim
bir yer; hırlısı hırsızı, tinercisi uyuşturucusu, kim bilir kimdi? İnsanın
aklına bin bir türlü şey geliyor. Böyle anlarda karşımdakinin niyetini anlamak
için gözlerine bakarım. Gencin gülümsediğini görünce rahatladım.
“Ben bir yazarım, yeni romanım için bilgi topluyorum.”
“Çok güzel, beni de yaz öyleyse abicim.”
Yazmak öyle kolay mı? Yazabilirim demek içimden gelmedi.
Yalan söyleyecekmişim gibi bir duyguya kapıldım. Yazmaya kalkışsam, onun
hakkında ne yazabilirdim ki? Söz verip de sözünü tutmamak... Böyle bir duyguya
kapılmak komiğime gitti. Ben yalan söylemesini hiç beceremem, buna beyaz
yalanlar da dâhildir. En kötü koşulda susmayı yeğlerim...
“Elbette yazarım. Seni mi kıracağım. Hayvan sever bir
genci yazmayacağım da kimi yazacağım.” Konuşurken bir yandan da ne yazabilirim
diye düşünmeye başlamıştım bile. Gecekonduda yaşayan yoksul bir gencin sokak
hayvanlarına gösterdiği merhamet... Biliyorum, basit ve bilindik bir konu, ne
yapayım aklıma başka bir şey gelmiyordu.
“Saygılar sunuyorum değerli abicim.”
“Abicim” derken çok hoştu. Sürekli gülümsüyordu. Yeşil
yeşil ışıldayan çok güzel gözleri vardı. Kızlar onu kesin mega star Tarkan’a benzetiyorlardır. Acaba, kendisi de bunun
farkında mıydı? Bu sırada iki kedi hırlaşarak kavgaya tutuştu. Beni bırakıp
hayvanların yanına döndü. Ben de kendi yoluma koyuldum. Birkaç adım atmıştım ki
arkamdan seslendi.
“Güle güle abicim, ellerinden öperim!”
Dönüp yanına gittim.
“Seni yazmasına yazarım da adını bilmiyorum.”
“Benim adım Gezi!”
“Gezi?”
“Evet, abicim, Gezi!”
“Memnun oldum...” Adını söyleyemedim. Aklım karışmıştı.
Ya benimle dalga geçiyordu ya da farklı bir durum söz konusuydu. Gencin ilginç
bir hikâyesinin olduğu kesindi. Konuşup bilgi alabileceğim birileri var mı diye
etrafıma bakındım. On metre kadar aşağıda bir evin önünde kırklı yaşlarda biri
duruyordu. Gezi’nin hikâyesini -tabii varsa- ondan öğrenebilirdim. Konuşunca adamın
da beni merak ettiğini anladım. Kendimi tanıttım. Hayvanları doyuran genci tanıyıp
tanımadığını sordum.
“Tanımaz mıyım, Osman’ın en küçük oğlu, biraz saftır.
Siz de anlamışsınızdır.” Yüzünde acımayla karışık bir ifade vardı.
“Kuşkulandım ama konduramadım. Düzgün bir gence benziyor.
Kalbinin güzelliği yüzüne vurmuş.”
“Kimseye zararı dokunmaz. Mahallede herkes sever onu.”
“Sokak hayvanlarına karşı özel bir ilgisi var
herhalde.”
“Yufka
yüreklidir, hayvan sevgisi yüzünden az kalsın ölüyordu.”
“Adı Gezi imiş, doğru mu?”
Adam güldü.
“Öyle denmesini istiyor.”
“Merak ettim, anlatır mısınız?”
Ayaküstü on dakikada Gezi’nin hikâyesini özetledi bana
adam:
Gencin asıl adı Güray’mış. Güray, altı yaşlarındayken
balkondan düşmüş. Mucize eseri hayatta kalmış. Güray’ın saflığının nedeni bu
kazaymış. Okula gitmiş, okuma yazmayı öğrenmiş. Öğretmenlerinin itelemesiyle ortaokulu
bitirebilmiş ancak. Ailesi liseye göndermemiş. Güray büyüyüp boy attıkça yaşadığı
sorunlar da artmış. Nerede nasıl davranacağını bilmediğinden sık sık onu tanımayanların
tepkileriyle karşılaşıyormuş. Birinde tekme tokat dövülerek belediye
otobüsünden aşağı atılmış. Güray güzel çocuk, haliyle kızların ilgisini
çekiyormuş. Bir gün otobüste kızlar ona bakarak kıkır kıkır gülüşüyorlarmış. Güray
da gülerek karşılık vermiş onlara. Kızların erkek arkadaşları bunu yanlış
anlamışlar. Kızlara laf attığını sanıp onu dövmüşler.
Güray en büyük travmayı Gezi Olayları sırasında
yaşamış. Çocukluğundan beri polis olmak istiyormuş. Bazı günler yürüyerek
Gençlik Parkı’na kadar gidip parkın girişindeki alanda hazır bekleyen çevik
kuvvet polislerinin arasında dolaşırmış. Polislere sorular sorarmış. Genç
polislerden biri Güray’a yakınlık göstermiş. Anlamış çocuktaki farklılığı.
Zamanla abi kardeş gibi olmuşlar. Eğer, Gençlik Parkı’na gittiğinde polis
abisini göremezse diğer polislere sorar, nerede olduğunu öğrenirmiş. İzinli
değilse, başka bir yerde görevliyse polis abisini gidip orada bulurmuş. Kaç kez
böyle Kızılay’a kadar yürümüş.
Gezi Olaylarının patlak verdiği günlerde de
ziyaretlerini sürdürmüş. Polis abisi, gelme buralar çok tehlikeli dese de, Güray
bildiğini okumaya devam etmiş. Bir gün değil beş gün değil günlerce süren
olaylardan Güray da nasibini almış. Olaylarının ortasında kalıp da başına iş
gelmeden kurtulmak mümkün mü?
Güray, her gün Kızılay’a gelip olayları izliyormuş. Aklı
fikri polis abisindeymiş hep. Yine böyle bir günde, bir köşeye çekilmiş, polis
abisini gözlüyormuş uzaktan. O sırada bir köpek yavrusu caddenin ortasında,
Güray’ın değişiyle, ağlıyormuş. Zavallı yavrunun bir tomanın altında kalması an
meselesiymiş. İnsanların kör kaldığı, kafalarının patladığı bir curcunada küçücük
bir köpeği kim düşünürmüş! Güray düşünmüş ama. Hiç beklemeden yerinden fırlayıp
köpeğe koşmuş. Köpeği yerden kaldırıp kucağına almış. Öylece olduğu yerde kala
kalmış. Ne tarafa gideceğini bilememiş. Sisten dumandan göz gözü görmüyormuş.
Kulakları sağır eden siren sesleri, anonslar, bağrışmalar zavallı çocuğun
azıcık aklını da alıp götürmüş. Ortalık ana baba günü, kimse kimseye yardım
edecek halde değilmiş. Eğer polis abisi koşup yetişmeseymiş az daha toma
eziyormuş. Polis abisi onu kolundan tutup oradan uzaklaştırmak isterken, bu sırada
nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen bir gaz fişeği polisin bacağına isabet
etmiş. Ondan sonrasını kimse hatırlamıyormuş. Ama çok şükür ki polis abisi de
Güray da sağ salim çıkmışlar o hengâmenin içinden.
O günden sonra Güray mahallelerinden dışarı adımını atmamış.
Nerden akıl etmişse soranlara da adının Gezi olduğunu söylüyormuş. Güray’ın tek
tesellisi polis abisinin arada bir onun ziyaretine gelmesiymiş. Polis abisi her
geldiğinde koca torbalarla kedi, köpek maması getiriyormuş...
Adam hikâyeyi anlatıp bitirmişti. Hikâye etkileyici ve
düşündürücüydü. Ama beni asıl etkileyen adamın konuşurken seçtiği kelimelerdi. Gezi
Olayları hakkında olumsuz tek bir sözü, hatta iması dahi olmamıştı. İnsan yorum
da mı yapmaz? Yapmamıştı... Benden çekindiğinden mi diye düşündüm. Hayır, öyle
birine benzemiyordu. Gezi’yi onayladığından mıydı? Bunu da anlamak mümkün
değildi. Kendisine de sormadım...
Merak uygarlık yolunda ilerleyen insanoğlunun en
değerli duygusudur...
18.12.2017 / Kdz.
Ereğli