25 Ekim 2017 Çarşamba

Ağrı Eşiği
Hamit Kalyoncu
Ağrı Eşiği-2016, Ferhan Topçu’nun 4. Romanı. Daha önce: Şifre Giz’li- 2011, Aşk Olsun-2013, Aşk Engelli-2014 romanları, Kurgu Kültür Merkezi tarafından yayınlanmıştı. Tarihlere bakınca Ferhan Topçu’nun çalışkanlığı ve üretkenliği de çıkıyor ortaya. Ben, Aşk Engelli ile tanımıştım Topçu’yu. Romanda ülkemizde üzerinde pek durulmayan, “sağlam” iken, yaşadığı bir kaza ile gerçekten “engelli” olan bir kişinin, yaşama sevincini körükleyen yaşama umudundan, ruhsal dünyasından, duygusal ilişkilerinden, zor koşullardaki yaşama güçlüğünden kesitler veriliyordu. Romanın gerçek kahramanı ise Bakacakkadı beldesinde yaşıyordu. Merakla okumuş, yeni bakışlar, anlayışlar öğrenmiştim. Okuyucuya rahatlıkla önerilecek bir roman izlenimi bırakmıştı bende.

*****
Ağrı Eşiği romanı, içeriği itibariyle ilgiyle okuduğum bir roman oldu benim için. Çünkü roman, sadece Ağrı Dağı’na tırmanma ve zirve yaptıktan sonra aşağı inmenin anlatıldığı bir macera kitabı değil. Özellikle dağcı grubun inişte PKK’lı teröristler tarafından gözaltına alınması ile birlikte “bir özel hesaplaşma”nın da ortasında buluyorsunuz kendinizi. Romanın gerçek başkişisi Kemal öğretmenin, “avukatlık” yapan bir öğrencisiyle tırmandığı dağda, Adıyaman’ın bir köy okulunda öğretmenlik yaptığı yıllarda okuttuğu bir başka öğrencisiyle “terörist” olarak karşılaşması, romanın en dramatik bölümlerinden biriydi bana göre.

Ferhan Topçu, “aydın” nitelemesini çok hakeden bir yazar olarak çıkıyor önümüze. Özellikle romanında yurdumuzun insanını boğan, kanını-canını alan PKK terörü ile boyutlanan sorunlarına ne gözünü kapamış ne de duymazdan gelmiş. “güven” duygusuyla vicdanının, aklının sesini dinliyor ve “aydın duyarlığı” ile gerek ideolojik düzeyde, gerekse yaşanılan bölgenin sorunlarını içselleştiren bir yaklaşım içinde, cesaretle sorunun üstüne gidiyor, neşteri vuruyor.

Yazar Topçu bu konuda şunları söylüyor: "Yaşadıklarımın yanında kitabın, yazının, edebiyatın hiçliğinin ağırlığı Ağrı kadar dağ olmuş beni eziyordu. Oysa edebiyatın yaşamı yeniden yoğurup şekillendirdiği söyleniyordu. Teorinin, pratiğin önüne geçerek gerçeğin görünmeyen özünü gösterdiğini, hayatın akışına yön verdiğini düşünüyordum. Sorumluluğumun bilincindeydim; yazdığım her kelimeyi cümleyi aklımın-mantığımın süzgecinden geçirdim, bilginin derinliklerine daldım, yetmedi vicdanımın sesini dinledim. Beynimin durduğu, yüreğimin yorulduğu anlar oldu. Birçok kez yazmaktan vazgeçtim, her seferinde ülkemin en önemli sorununa kayıtsız kalmayı kendime yediremedim, yeniden döndüm romana. Ama tüm bunlar gerçeğin karşısında hiçmiş meğer...". Dağdaki gerçek ise, teorinin, ideolojinin çok önünde/ötesinde karanlığı yırtan kurşunlarla yazıyordu kendi pratiğini. Zira, Topçu’ya göre; “Emperyalizm hesaba katılmadan yapılan tüm tahliller ve tespitler temelden yanlıştır.”

Yazar Ferhan Topçu, kitabın daha hemen başında, okuyucunun konuyu geniş boyutlu anlayabilmesi için 5.Aralık.1989 tarihli Uğur Mumcu yazısından da M.Kemal Atatürk’ün konu ile ilgili görüşlerini aktarmış. Böylece konu üzerindeki çeşitli görüşleri bir araya getirerek bütünlük sağlamaya çalışmış.

*****
Ağrı Dağı’na tırmanan 10 kişilik grubun üyeleri kuşku yok ki hepsi de ayrı karakter yapısına, ayrı duygu ve düşünceye sahipler. İçlerinde 3 de turist var. Yaşanılan olaylar karşısındaki tepkileri de doğaldır ki birbirinden farklılıklar gösteriyor. Ancak yazar, bu yapı içinde bile romanın başkişisi Kemal öğretmen dışında hepsine eşit şekilde yer vermiş. Roman kişilerinin farklı doğal davranışlarının yanında çeşitli olaylar karşısındaki ruhsal karmaşaları da çok başarılı bir şekilde verilmiş.

Yazar Topçu, anadilimiz Türkçe’yi de çok başarılı kullanarak rahat, kişiyi yormayan bir anlatıma ulaşmış; “Zirvedeyim…Güneşi kucaklıyorum…Güneşin ışınlarını soluyorum...Işığın sesini duyuyorum…Türkiye’nin en yükseğindeyim…”. Ülkemizin destanlara, efsanelere, romanlara, öykülere, şiirlere, filmlere konu olan 5.165 m. yüksekliğindeki Ağrı Dağı’nın zirvesinden böyle sesleniyor yazar Topçu coşkuyla..

*****
Ağrı Eşiği romanı aslında 289. sayfada sona eriyor. Ancak, Ferhan Topçu’nun sözü bitmiyor. 35. Bölümde romanın başladığı Kireçlik koyuna dönüyor ve yazılanlara açıklamalar getiren bir 36
sayfa daha ekleniyor romana. Kdz Ereğli’nin soluk alma noktalarından biri olan Kireçlik koyu da bölge için önem taşıyor. Doğanın insanlara armağanı bu güzel koya “Termik Santral”yapımı projesiyle bölge insanının yaşamını tehdit etmeye başlıyor bazı rantçı kafalar. Av. Yakup Okumuşoğlu’nun uzmanlık düzeyindeki bilgi ve savunma desteğiyle konuya duyarlı insanlar “Ereğli Çevre Platformu” kurarak mücadele etmeye başlıyorlar. Yazar Topçu da bu etkinliğin içindedir. Orada tanıştığı Kemal Özsayan ise romanın başkişisi “Kemal öğretmen” olacaktır.

*****
Ağrı Dağı’nı ben ilk kez, 23 Nisan 1971 günü Doğu Beyazıt’tan doğru görmüştüm. Muhteşem bir güzellikti. “Anadolu’nun Tanrı’ya uzanmış eli” idi sanki ak-pak. Oradakilerin dediğine göre her zaman zirvesini göstermeyen dağ, o gün bütün görkemiyle karşımızdaydı. Büyüleyici bir güzellikti doğrusu. İkinci kez, 1993 Ekim’inde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni kızımın atandığı Kars’a giderken uçaktan doğru görmüştüm. Çok büyük, muazzam bir toprak/kaya kütlesi idi. Hemen yanında da Küçük Ağrı dağı. Diğer yandan Ferhan Topçu’nun geçen yıl paylaştığı Ağrı tırmanışı fotoğraflarını hatırlayarak romanı okumuştum. Böylece sanki olayların yakın izleyicisi durumuna gelmiştim. Bu durum da ayrı bir tat vermişti okumalarıma.

Yazar Topçu’ya ayrıca, “Anadolu’nun Tanrı’ya uzanmış eli” cümlesini/dizesini kullanırken beni de romanının bir paragrafında konuk ettiği için özel olarak da teşekkür ediyorum.

Ağrı Eşiği romanı okunmalı. Romanda anlatılanlar; bizzat bölgeye gidilerek, çevreyi inceleyerek, 5.165 metre yüksekliğe tırmanarak, görerek, hissederek, duyarak, olayları birebir yaşayarak yazılmış bir roman çünkü. Yazar daha önceki kitaplarıyla da iyi bir anlatım yakalamış. Anadilimizi temiz ve pürüzsüz kullanışı da deneyiminden ve mesleğinden geliyor. Roman özellikle ülkemizin yıllardır yaşadığı “terör sorunu”nu da tarafsızca enine boyuna tartışıyor. Çünkü, 298.sayfaya aldığı Malcolm X ‘in şu sözlerini rehber edinmiş kendine; “Ben hakikatin peşindeyim; kimin söylediği önemli değil. Ben adaletin peşindeyim; kimin için ve kime karşı olduğu önemli değil.”. Ağrı Dağı ve Ağrı Dağı’nın gövdesinde yapılan özel hesaplaşmayı bir de bu gözle irdelemeye ne dersiniz?
(Hamit Kalyoncu hocamın bu yazısı Kurgu Kültür Merkezi Yayınları'nın çıkardığı dergide de yer almaktadır.)

19 Ekim 2017 Perşembe

REKTÖR
                                                                                        Ali Deliak’ın anısına...
Okuldan çıkınca hemen sahile iniyorduk. Eşim de ben de kısa sürede Çınaraltı’nın aşığı olmuştuk. Oysa Ereğli’de daha birinci ayımızı doldurmamıştık. İkimiz de öğretmendik. Devlete atamamız yapılmayınca özel okullarda şansımızı denemek istedik. Birkaç yere başvuruda bulunduk. Ereğli’den çağrılınca kalkıp geldik. Ereğli’yi de okulumuzu da çok sevdik. Ankara’dan sonra denizi olan bir kente gelmek mutluluğumuza mutluluk kattı.
Ereğli’nin sahili çok güzeldi. Yürüyüş için de uygundu. Belediye, sahil şeridine iki kilometre uzunluğunda yürüyüş ve bisiklet yolu yaptırmış. Haftanın en az üç günü sahilde yürüyorduk. Hafta sonlarında Çınaraltı’nın klasiği simit, keş ve çayla yapılan kahvaltıyı da söylemeden geçemeyeceğim. Eğer Ereğli’ye gelirseniz mutlaka uğrayın Çınaraltı’na. Haklı olduğumu göreceksiniz.
Son günlerde her akşam inmeye başlamıştık sahile. Sevimli küçük bir köpekti bizi sahile çeken. Zeynep, köpekleri çok sever. Evlendiğimiz günden beri köpek almamız için ısrar ediyordu. Köpekleri ben de severim, ama bakımının zorluğunu da bilirim. Zeynep’in beni ikna etme çabalarını büyük bir ustalıkla savuşturuyordum; ta ki bu haftanın başında o sevimli küçük köpekle karşılaşana kadar.
Köpeği yaşlı bir adam gezdiriyordu. Zeynep’in o anki heyecanını görmeliydiniz. Bıraksam gidip köpeği kucaklayabilirdi. Kızıl kahverengi tüylerini sallayarak koşarken gerçekten güzel görünüyordu köpek. Cocker cinsi dediklerindendi, uzun kulakları vardı. Başı önde koşarken kulakları yere değiyordu. Zeynep peşlerini bırakır mı, elimden tutmuş asılıyordu. Bir an kendimi yaşlı adam gibi hissettim. Köpek de tasmasıyla yaşlı adamı sürüklüyordu. Daha çok, bisiklet yoluyla kaldırım arasındaki çimenlik alanı tercih ediyordu. Sahil boyunca ziyaret edeceği onlarca çeşit ağaç vardı: çam, ıhlamur, palmiye, çınar, manolya, iğde, dut, gülhatmi, akasya... Saymakla bitmez!  Bir akşam Zeynep’le iş edinip ağaç çeşitlerini not etmiştik. Bize en ilginç gelen de çamın her türünün bulunması oldu...
Onlar hızlanınca biz de hızlanıyorduk. Neyse ki köpeğin arada bir duracağı tutuyordu da dinlenebiliyorduk. Bu şekilde Herkül Heykeli’ne kadar geldik. Yaşlı adam karşılaştığı biriyle ayaküstü konuşmaya dalınca biz de anlamsız bir şekilde orada dikilmeye başladık. Bu durum beni rahatsız etti, adamın dikkatini çekebilirdik. Zeynep de bana hak verince Çınaraltı’na doğru yürümeye devam ettik.  Çınaraltı’na geldiğimizde adamla köpek koşar adımlarla yanımızdan geçtiler. Gidip Hicabi’nin çay bahçesinde en uçtaki boş bir masaya yerleştiler. Oradan daha öncede geçmiştik, ama hiç dikkatimi çekmemişti; oturdukları daracık yerde sekiz tane kocaman çınar ağacı vardı. Ağaçların iri gövdelerinin aralarına da üç tane masa sığdırılmıştı. Ereğli’ye geldiğinizde çınarlardan neden bu kadar fazla söz ettiğimi siz de anlayacaksınız. Ereğli’deki çınarların birçoğu Fatih Sultan Mehmet döneminde, İstanbul’un alınışının anısına dikilmiş. Her birinde “Anıt Ağaç” tabelası var...
O günden sonra akşamlarımızın vazgeçilmezi oldu yaşlı adamla köpeği izlemek. Yürüyüşleri bitip oturduklarında biz de onlara yakın bir masaya geçiyorduk. Zeynep gidip yakından sevmek istiyordu köpeği ama cesaret edemiyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de işime geliyordu bu durum. Biliyordum ki köpekle yakınlaşma başıma iş açacaktı. Ama insan bir yere kadar kaçabiliyor başına geleceklerden! Sonunda, Zeynep kolumdan çekerek adamla köpeğinin yanına götürdü beni.
“Köpeğinizi sevebilir miyim?”
“Anlayamadım!”
Zeynep’in sorusunu duymamıştı adam. Ya da ters biriydi. Zeynep’le göz göze geldik. Ben “Durup dururken başımıza iş açacaksın Zeynep,” dercesine bakarken, o, “Ne olur ne olur!” diye yalvarıyordu gözleriyle.
“Eşim köpeğinizi sevmek istiyor,” dedim.
“Tabii sevebilir. Korkmayın ısırmaz,” dedi gülümseyerek.
Uzaktan bize çok yaşlı gibi gözüken adam tahminen ellili yaşların ortasındaydı. Uzun ve beyaz sakalları bizi yanıltmıştı. Zeynep eğilip köpeğin başını okşadı. Okşarken de sevgi sözcüklerini arka arkaya sıralıyordu. Köpek de gördüğü ilgiye kayıtsız kalmıyordu. İkisi de hayatlarından memnundu!
“Adı ne?” Zeynep’in bu sorusu da karşılıksız kalmıştı. Zeynep tekrarlayınca adam gülümseyerek “Rektör,” dedi.
“Rektör mü?” İkimiz de aynı tepkiyi vermiştik. İsim bize garip gelmişti, bir köpekte ilk defa duyuyordum.
“İlginç bir isim,” diyebildim.
“Sahibi çok akıllı ve zeki olunca köpeğinin adını da Rektör koyar tabii.”
Kendini beğenmişin teki, diye içimden söylenirken, “Arkadaşımın köpeği,” diye ekledi adam. 
Beni de içine çekmişti köpek muhabbeti. Adam ve köpeğinin gizemli halinden etkilenmemek mümkün değildi. Yanılmadığımı adamı dinledikçe anlayacaktım. Eminim ki herkesin köpeklerle ilgili dinlediği birçok hikâye vardır. Bizi hayrete düşüren sadece adamın anlattığı hikâyeler değil, bizzat gözlerimizle görüp tanıklık ettiğimiz olaydı...
“Ayakta kaldınız, oturun,” deyince adam, masaya iyice yerleştik.
“Teşekkür ederim, benim adım Fatih, eşim Zeynep...”
“Soyadı da Deliak, Rektör Deliak, Facebook’ta sayfası da var.”
Tanışma faslımıza bu şekilde yanıt vermesine bozuldum. Ben ne diyordum o ne diyor? Adamın kulağındaki işitme cihazını fark edince anladım başından beri anlaşmakta neden zorlandığımızı. Zeynep’in ne benimle ne de adamla ilgilendiği vardı. O, Rektör’le ilişkiyi ilerletmenin derdindeydi. Sahilden gelip Hicabi’nin Çay Bahçe’sine giden yaya yolunun yanındaydı masamız. Bu nedenle gelip geçenlerin selamlarına da yarım yamalak yanıtlar veriyordu adam. Konuşurken yüz hali ve mimikleri çok değişikti. Hani derler ya görmüş geçirmiş insan, tam karşımdaki adama uygundu bu sözler.
Rektör sevilmekten yorulunca başını iki ayağının arasına alıp ayaklarımızın dibine uzandı. Bir edebiyat öğretmeni olarak içinde bulunduğumuz mekânı ve anı betimlemeyi çok isterdim. Keşke Sait Faik’in yazma yeteneği bende de olsaydı! İki metre ötemizde çekeklere çekilmiş balıkçı kayıkları, limanın durgun masmavi ışıltısı, çınarların yapraklarından süzülüp gelen esinti... Ve önümüzde tavşankanı çaylar...
Zeynep’in sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrıldım. “Neden soyadı Deliak?” Zeynep sandalyesine otururken sormuştu sorusunu. Adamdan yanıt alamayınca soran gözlerle bana baktı. Ben kulağımı gösterdim anlasın diye. Ama adam cin gibi, hemen fark etti.
“Biraz yüksek sesle konuşursanız daha iyi duyarım,” dedi gülerek.
“Soyadı neden Deliak?” diye sordum. Bu sefer duymuştu.
“Arkadaşımın soyadı Deliak, köpeğe kimlik alırken öyle yazdırmış.”
“Her akşam siz gezdiriyorsunuz...”
Sözümü bitirmeden araya girdi.
“Arkadaşım on beş gün önce vefat etti. Her akşam kendisi gezdiriyordu...”
Sesinin titrediğini fark edince üzüldüm.
“Başınız sağ olsun, istemeyerek acınızı tazeledik...”
“Önemli değil...” Sustu, başını geriye doğru çekip şöyle bir baktı bize. “Aslında benim köpeğe alerjim var, mecburen bana kaldı...”
“Arkadaşınızın kimsesi yok mu?”
“Var... Ali’nin muhasebe bürosu vardı, oğlu işin başına geçti, bu aralar çocuğun işleri yoğun, bana kaldı Rektör’ü gezdirmek. Geç çıkıyor işten Mehmet. Rektör, Ali’nin bize emaneti...”
“Anladım...” Zeynep bir şey söyleyecekti ama adam konuşmaya devam etti.
“Benim köpeklere karşı alerjimin olduğunu üç yıl önce öğrendim. Nasuh Mitap’ın cenazesine Kırklareli’ye Ali’nin arabasıyla gittik. Arabanın önü doluydu, ben arkada Rektör’le yolculuk ettim...” Bizim soran bakışlarla baktığımızı görünce açıklama gereği duydu. “Nasuh Mitap 1978 kuşağının devrimci önderlerindendi, Kırklarelili olduğundan oraya defnedildi.”
“Cenazeye Rektör’ü de mi götürdünüz?” diye sordu Zeynep.
“Ali’nin çocukları İstanbul’daydı, Rektör’ü yalnız bırakmak istemedi. Yol boyunca kaşındım, aksırıp tıksırdım. Asıl ben size, orada Rektör’le Ali’nin yaşadıklarını anlatayım.”
Ben içimden bir of çekerken Zeynep’e baktım. Onun keyfi yerindeydi. Dirseğini masaya dayamış, eli çenesinin altında, dinlemeye hazırdı. Adamın anlatacağı hikâyeyi kim bilir kaç kez de o anlatacaktı. İçimden bir his köpek almaktan kaçışımın olmadığını söylüyordu bana.    
“Sanki bütün Trakya ayağa kalkmış. Cenaze törenine katılmak için binlerce insan yollara dökülmüş. Kırklareli’ne geldik. Yollar dolu, ortalık ana baba günü, arabayı park edecek yer bulabilirsen bul. Kentin birkaç yerine taziye çadırları kurulmuştu. İlk defa böyle bir cenaze töreni görüyordum; şehrin tamamı Nasuh Abi’nin cenazesini sahiplenmişti. Tören alanına yaklaştığımızda Ali bizi arabadan indirip park yeri aradı...”
“Rektör?”
Zeynep’in sorusuna gülerek yanıt verdi adam.
“Onu arabada bıraktı. Camları aralık bırakmış. Rektör alışık buna.”
“Yabancı yerde tehlikeli olmaz mı?”
“Dediğiniz gibi, aynı kaygı Ali’de de vardı. Tören bitti, döneceğiz, ama arabayı bulamıyoruz. Ali’yi görmeliydiniz, bir sağa bir sola koşuyor, bir yandan da ‘Rektör! Rektör!’ diye bağırıyordu. Rengi mengi uçmuştu. Daha önce onu bu halde hiç görmemiştim. Ali aslında çok sakindir...”
Adam, o anı yaşar gibi anlatıyordu. Hızlı konuşurken zorlanıyor gibiydi. Zeynep’in yüzünü görmeliydiniz bir de, dokunsalar ağlayacaktı. Neyse ki adam anlatımını gülerek bitirdi.
“Ali arabanın önünde duruyor, ama farkında değil. Durumunu siz anlayın. Hemen kapıyı açtı, Rektör’le kucaklaşmalarını görmeliydiniz. Birbirlerine öyle bir sarılışları vardı ki...”
Rektör’ün inlemesiyle üçümüz de başımızı köpeğe çevirdik. Yattığı yerden kalkmış masanın etrafında dolanıyordu. Bir yandan da inleme sesleri çıkarıyordu.
“Ağlıyor, anladı” dedi adam. “Rektör, sakin ol oğlum, gel yanıma...”
Köpek sakinleşince masaya sessizlik çöktü. Eşimin gözleri nemlenmişti. Diyorum ya bugünün sonu hayırlı değil diye... Köpek de ağlar mı? Kim bilir hayvanın ne derdi vardı. Zeynep içimden geçenleri okumuştu.
“Basbayağı ağladı Rektör, Fatih. Konuşulanları anlıyor sanki. Sahibini merak ettim...”
“Çok farklı biriydi, sosyalist bir partinin il başkanlığını yapıp aynı zamanda da her kesimden insanın sevgisini, saygısını kazanmak kolay değildir. Cenazesini görmeliydiniz, çok kalabalıktı...”
“Hayvan seven insanlardan kimseye zarar gelmez...” Zeynep’in söylediklerine aldırmadan konuşmaya devam etti adam.
“Ali, Ereğli Fenerbahçeliler Derneği yönetim kurulundaydı, onun bir de Fener Bahçe’yle ilgili bir anısı var... Yok, ben size Ali’nin Rektör’ü ne kadar çok sevdiğini gösteren olayı anlatayım.”
“Hepsini anlatın, biz dinleriz; değil mi Fatih?”
Dinleriz tabii!..
“Ali, bir gün sahilde Rektör’ü gezdiriyormuş. Boşta gezen bir pitbull Rektör’e saldırmış...”
“Aman!.. Off ya neden tasmasız gezdirirler ki?”
“Pitbull koca bir köpek, doğrudan Rektör’ün ensesinden kapmış. Ali hemen atılmış üzerlerine, Rektör’ü kurtarmak için kendi kolunu pitbullun ağzına sokmuş, ayırmaya çalışmış. Köpeğin bırakacağı yok, boğuşma anında Ali’yi de birkaç yerinden ısırmış...”
“Vah vah, yazık... Bir babanın çocuğuna kendini feda etmesi gibi...”
“Rektör’le pitbullun arasına girdiğinde Ali bakmış olmuyor, köpeğin arka ayağına tüm gövdesiyle abanmış. Çatırtı sesinin duyulmasıyla pitbullun ciyaklayarak kaçışı bir olmuş. Ali biliyormuş köpeklerin en hassas yerinin bacakları olduğunu.”
“Köpeğin bacağı mı kırılmış?”
“Evet! Ne yapsın? Ali Deliak deyince anlatacak çok şey var...”
Ölen sahibinin ismini duyan Rektör başladı inlemeye, inlemek değil bildiğimiz ağlama sesi... Köpek ağlıyordu. İnanılacak gibi değildi, inanın gözlerimle görmesem inanmazdım. Rektör’ün gözlerinden akan yaşlar beni de etkiledi. Benim de gözlerim doldu. Zeynep’in iç çekişleri köpeğin inlemelerine karışınca adam ayağa kalktı.
“Biraz dolaştırayım. Arada bir böyle oluyor. Veterinere götürüyoruz iğneye, öyle rahatlıyor... Daha dün iki iğne yaptırdık...” Köpeğin çekiştirmesiyle sandalyesinden kalktı. “Kusura bakmayın, hep ben konuştum, yarın yine buralarda olurum. Adım Çetin...”
Adam lafını tamamlayamadan Rektör’ün ardından sürüklenircesine yürüdü. Arkalarından öylece bakakaldık. Zeynep ağlıyordu, eşimin gözlerinden akan yaşlar, uzun siyah kirpiklerindeki rimele karışmıştı...
Hikâyenin sonunu anlatmama gerek var mı? Şimdi evimizde iki aylık minik bir köpeğimiz var, adı Rektör...
                                                                                     (EYLÜL 2017 / AKBÜK)






15 Ekim 2017 Pazar

ZİKİRMATİK

19 Mart 2016: İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde kendini patlatan canlı bomba üç İsrailli ve bir İranlı turistin ölümüne neden oldu...
Canlı bomba eylemlerinin bende yarattığı korku hayatımı zindana çevirmişti. Yaşadığım duruma evham, kuruntu, vesvese, kuşku, ne derseniz deyin fark etmez. Ben ben olmaktan çıkmış, korkunun esiri olmuştum. Nerede, ne zaman bir bombalama olayı yaşanmış, ezbere bildiğimi söylersem sanırım durumumu daha iyi açıklamış olurum. Sadece bilmekle kalsam neyse, aylar-yıllar önce meydana gelmiş bir patlama, olmadık zamanlarda aniden aklıma geliyordu. Bu da yetmiyor, kafamda, benim de içinde bulunduğum senaryolar yazmaya başlıyordum. Şimdi olduğu gibi... Ölmek neyse de kolu bacağı kopmuş şekilde yaşama olasılığı daha bir korkutuyordu beni. “Bu kadar çok kuruntu etme, bir gün başına gelir,” dediklerinde çok öfkeleniyorum. Sanki benim elimdeydi düşünmemek...
 Boğucu hava, o gün yaşayacağım olayın habercisiydi sanki. Nem ve sıcak İstanbullulara nefes aldırmıyordu. Oldum olası sıcak havaları sevmem, mecbur kalmadıkça böyle zamanlarda dışarı çıkmam. Ofisimde klimanın altında keyif çatarken bir müşterimden telefon geldi. Bir tanıdığı iş vermek istiyormuş. Epeyce uzun sürecek reklamdan söz ediliyordu. Hemen gelmemi istediler. Normal koşullarda ağırdan alırdım, ama bu iş kaçırılacak cinsten değildi. İşler kötü giderken nazlanmanın bir âlemi yok, deyip ofisimden çıktım.
Gideceğim yer Taksim’deydi. Arabamla oraya gitmem çok zordu. İstanbul trafiğinde saatli randevulara özel arabanızla gitmek cesaret ister... Metrobüs durağı iş yerime yakındı. Şansıma fazla beklemedim. Aslında kolay kolay toplu taşıma araçlarını kullanmam, üstelik böylesine vesveseliyken. Metrobüse binince kendime kızdım, neden bir taksi çevirmemiştim? Aceleciliğim başıma hep iş açar. Şimdiki gibi! Diyeceksiniz ki Afrika sıcağına mı çıktın da bu kadar mızırdanıyorsun? Asıl sıkıntım sıcak değil ki, kalabalıklarda bulunmak.
17 Şubat 2016: Ankara'da Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait bir servis aracı hedef alındı. TBMM'den beş dakika uzaklıkta patlayan bombalar 28 kişinin canına mal oldu, 61 kişi de yaralandı.
Canlı bomba eylemlerinden sonra kalabalık içine girmiyordum. Daha doğrusu giremiyordum. Sokakta etrafıma üç beş kişi toplansa anında betim benzim atıyor, ter içinde kalıyordum. Panik atak dedikleri hastalıkla da böyle tanıştım. Bir haftadır psikologa gidiyorum bu nedenle. Doktorum, atlatırsın diyor, ama bana pek öyle gelmiyor.
 Metrobüse Maslak Atatürk Oto Sanayi durağında binmiştim. İçerisi fazla kalabalık değildi. Birkaç tane boş koltuk bile vardı. Ben ayakta dikilmeyi tercih ettim. Önce rahattım, kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Her zamanki sıradan günlerden farkı yok bugünün, birazdan hiçbir şey olmadan ineceksin metrobüsten. Gidip sözleşmeyi yapacak, işi alacaksın, sakin ol Murat! Daha neler neler demiyordum ki içimden. Ama fazla direnemedim; lanet olsun, nerden bindim ben buna diye kızmaya başladım kendime. Sağ yanımda oturan çarşaflı kadını görmüştüm. Sanki benim inadıma birileri kadını getirip oraya oturtmuştu. Yanlış anlamayın, çarşaflı kadınlarla bir sorunum yoktur benim. İsteyen istediği gibi giyinebilir. Bizim kuşak böyle şeylere takıntılı değildir. Yaşım yirmi sekiz. Üniversitede anlatırlardı, bizden önce başörtüsü eylemleri olurmuş. Duyduklarımıza gülerdik. Gerçi şimdi de tersi kaygılar çok konuşuluyor; yarın öbür gün bir de bakmışsın ki sokağa başı açık çıkmak için kadınlar eylem yapıyorlar...
20 Temmuz 2015: Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde düzenlenen bombalı saldırıda 34 kişi hayatını kaybetti, 100’den fazla kişi de yaralandı. Saldırıda Suriye’nin Kobani kentine yardım götürmek isteyen solcu gençler hedef alındı.
Çarşaflı kadının yüzü kapalı değildi. Dudaklarının kıpırdadığını, bir şeyler söylediğini fark ettim. Dua ediyordu herhalde... Ama... Yanıp sönen kırmızı noktayı gördüğüm anda dizlerimin bağı çözüldü. Kadının elinde küçücük bir alet vardı. Başparmağı aletin üzerindeydi. Kadının dudakları bazen daha hızlı oynuyordu. Her zamanki gibi tepeden tırnağa su içinde kalmıştım. Ama böylede hiç terlememiştim. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Bağırmayı, insanları uyarmayı düşündüm. Ya yanılıyorsam... Durduk yere panik yaratacaktım. Hayır, yanılmıyordum, gördüklerimin başka bir açıklaması yoktu; kadının parmağı bomba düzeneğini ateşleyecek düğmenin üzerindeydi, gözlerimle görüyordum. Birazdan bombayı patlatacak... Yarın çıkacak gazetelerdeki manşetleri okuyabiliyordum. Kurbanların arasında benim de ismim vardı! Kaçamamıştım işte, beklediğim o korkunç son başıma geliyordu. Kadının yanından uzaklaşsam, kaçsam belki sağ kalabilirim. Ayaklarımı kıpırdatamıyorum ama... Ya kolsuz bacaksız kalırsam?..
8 Eylül 2015: Iğdır'da zırhlı polis aracına düzenlenen bombalı saldırıda 13 polis memuru hayatını kaybetti.
Metrobüs, Gayrettepe durağında durduğunda kendimi dışarı attım. İlk gördüğüm duvarın üzerine külçe gibi çöküp kaldım. Hareket eden metrobüsün ardından bakarken ağlamaklıydım. Ne sözleşme, ne de iş umurumda değildi. Yeter ki bacaklarıma can gelsindi! Bir saate yakın elimde telefon, sürekli son dakika haberlerine baktım. Her seferinde “Son Dakika- Flaş Haber” yazısını gördüğümde, işte bu, diyordum. Eğer telefonum çalmasaydı bekleyişim daha çok sürerdi. Arayan müşterimdi, nerde kaldın diye soruyordu. Sesimden durumumum iyi olmadığını anlayınca neyin var, diye sordu. Ben de yaşadıklarımı ayrıntısıyla anlattım.
“Sen çok yaşa emi! Sözünü ettiğin alet zikirmatik, zikir saymaya yarıyor.”
Ne mi yaptım; acı acı güldüm. Son yıllarda ne kadar çok acı acı güldüğümü fark ettim o an...
10 Ekim 2015: Ankara'de tren garının önünde meydana gelen saldırı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı terör saldırısı oldu. Barış Mitingi düzenlemek amacıyla toplanan kalabalığın arasında art arda patlayan iki bomba, 109 kişinin ölümüne neden oldu. Saldırıda 500'den fazla kişi de yaralandı.
                      (Ekim 2016 Bodrum / Ekim 2017 Kdz.Ereğli)




14 Ekim 2017 Cumartesi

AŞK ENGELLİ - Ferhan Topçu
A.Şebnem Birkan
Edebiyatta genel olarak engellilerin konu alındığı romanlara, şiirlere ve öykülere ender rastlıyoruz. Türkiye genelinde engellilerin nüfusa oranı % 10 civarında, bu sayı küçümsenmeyecek bir sayı. Edebiyatta bu konuyu işleyen eserler oldukça az, Ferhan Topçu Aşk Engelli romanı ile hem onların dünyasına giriyor, hem de engellilere ait bilmediğimiz birçok şeye ışık tutuyor.

F. Topçu matematik öğretmeni, Karadeniz Ereğli’sinde öğretmenliğe başladıktan sonra buraya yerleşiyor. Edebiyatı çok sevdiğinden uzun seneler yazı yazmayı hobi olarak görüyor. 2011’de ilk romanı Şifre Giz’li 17’yi ve 2013’de Aşk Olsun’u yayımlamış. Çevresinde engellilerle ilgili gerçek durumlarla karşılaşıp ve engellilerle ilgili romanların yok denecek kadar az olduğunu görerek bu konuya yakınlaşıyor.

Aynı dönemde avukat kuzeni Türkan elinde Zonguldak’ta trafik kazasında felç olan Soner’in dosyayla kendisine geliyor ve Aşk Engelli ortaya çıkıyor. Romanındaki birçok olay ve kişi gerçek, hatta bazılarının isimleri bile aynen kullanılmış. Okur çoğu zaman okuduğunun gerçek olup olmadığını merak eder bu roman kurgulaştırılarak engellileri konu almış bir roman.

Aşk Engelli dört bölüm, ilk bölüm başarılı bir üniversite ve sonrasında iş hayatı oldukça hareketli bir sosyal yaşantısı olan Onur’un Selen’e âşık olmasıyla başlıyor. Bir hafta sonu tatili için Zonguldak Bakacakkadı’da ailesinin yanına giden Onur bindiği otobüs kazasında boynu kırılarak felç oluyor. Roman bu kazadan sonra Onur kimliğinde gerçek olaylara dayanarak yazılan bir engelli öyküsüne dönüşüyor. Önce evlenmeyi düşündüğü kız arkadaşı terk ediyor ve bir daha ondan haber alamıyor: ‘ Onur çok bekledi Selen’in yolunu; ne hastanedeyken ne de köye döndükten sonra bir daha geldi ( …) Çok düşündü yaşadığı kazayı Onur. Boynumun kırılması mı, yoksa kalbimin kırılması mı daha zor?’ Anne ve babasının olağanüstü özverileriyle yaşama sarılıyor ve hayatını yatağa bağımlı olarak geçirmeye başlıyor. Bu noktada felçli bir gencin duygularını, yaşamda karşılaştığı zorlukları, ailenin karşılaştığı durumlara tanık oluyoruz: ‘Gelecekle ilgili en küçük bir beklentim bile yok derken aslında yüreğinin bir köşesinde umudunu saklı tutuyordu. İnternetten felçlilerle ilgili gelişmeleri sürekli takip ediyordu. (…) Küçücük şeylerden nasıl mutlu oluyorsa, tersini de yaşayabiliyordu. Çok önemsiz bir sorundan dolayı bütün günü berbat geçebiliyordu. Böyle zamanlarda huysuzlaşıyor ve benim gibi hayattan bir beklentisi kalmayan biri neden yaşamını sürdürmek için gayret eder ki, diyordu.’ Roman aslında daha sonra Soner kimliğiyle karşımıza çıkacak olan asıl kahramandan yola çıkarak kurgulanmış, o nedenle oldukça gerçekçi.

İkinci bölümde Emine Semiye’nin Onur öncesi hayatına tanık oluyoruz. Emine Semiye eşinden büyük hayal kırıklığıyla ayrılmış genç bir kadın. Sonraki bölümde Onur uzun yıllar yatağa bağlı kaldıktan sonra internette Emine’yle Derin Sessizlik adlı internet sitesinde karşılaşıyor. İnternetten yazışmaları ve birbirlerine âşık olma süreçlerinin ardından Emine bir hafiye gibi Onur’un izini sürüyor ve Onur’u buluyor. Bu gelişmeden sonra roman çok daha heyecan verici bir akışta seyrediyor. Son bölümde ise Onur ve Emine`nin hayatlarının dönüm noktasındaki maillere tanık oluyoruz.

Yazar olayları ve duyguları verebilmek için çeşitli yazım teknikleri uygulamış bu da romana dinamizm ve karakterleri anlayabilmemiz açısından rahatlık getiriyor. Ferhan Topçu roman kahramanlarına adlarını verirken de ince düşünmüş. Romanın engelli kahramanına 22 yaşında veremden ölen Zonguldaklı şair Rüştü Onur’un ismini vermiş. Rüştü Onur’un şiirlerini romanında kullanma fırsatı olmuş ve romantizmi yakalamış. Osmanlı’nın ilk feminist aydınlarından Emine Semiye’nin adını da kadın kahramanına vererek de Aşk Engelli’ye anlam ve derinlik katmış.

Ferhan Topçu romanın kurgusunu matematik öğretmenliğinin verdiği sistematikle kurgulamış. Bir engellinin başından geçenleri, çevresindekilerle ilişkilerini, iç dünyasını, toplumun engellilere bakış açısını gerçekçi bir üslupla anlatıyor. Dili son derece yalın ve basit, kısa cümleler kullandığı ve öykü hızlı ilerlediği için okuru yormuyor. Romanda kahramanların düşüncelerini açık olarak ifade edebilmek için italik yazılara yer vermiş, bu da okura olaylar ve durumlarla ilgili netlik sağlıyor. Kolay okunan, ümit verici olay örgüsüyle ve her şeyden öte bir engellinin yaşadıklarının ifade edilmesi açısından çok önemli. Anlatım biçimi, tarzı ve biçem açısından sanatsal tarafından daha çok, olaylara ve yaşananlara odaklı bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Sıradan bir kişi için internette tanışıp aşk yaşamak ne kadar olağansa, bir engellinin aynı şekilde bir ilişki yaşaması engelsiz kişiler için o kadar çarpıcı. Ancak bu roman engelli ve engelsiz ayırımını ortadan kaldırmak, en azından toplumumuzda bu durumu anlamak açısından birçok kişiye ışık tutacak bir roman.

(Sevgili Şebnem Birkan'ın günlük bir gazetenin kitap ekine yazdığı (ama yayımlanmayan) yazı.Daha sonra ŞEHİR EDEBİYAT DERGİSİ'nde yayımlandı. Teşekkürler Şebnem Birkan...)