MATEMATİK HAYATTIR
Okulun kapanmasının üzerinden daha bir hafta geçmeden
sıkılmaya başlamıştı evde. Oysa “Okullar tatil olsun öğlene kadar uyuyacağım”
diyordu. Ama ne mümkün, inadına sabah erkenden uyanıyordu. Annesi ve babasıyla
kahvaltı yapıyor, onları işlerine uğurladıktan sonra günlük programını
uyguluyordu.
Kitap okumak ve müzik dinlemek öncelikleri
arasındaydı. Rap müziği seviyordu. Yerli, yabancı tüm Rapçileri dinliyordu. Sözlerini
kendisinin yazdığı besteleri vardı. Birkaçını okul gösterilerinde söylemişti. Arkadaşları
ve öğretmenleri çok beğenmişlerdi. Müziği gelip geçici bir heves olarak görmüyordu…
Bir de futbol merakı vardı; oynamaktan da izlemekten de büyük zevk aldığı.
Aslında basketbolu da seviyordu. Ama boyu bu spora göre biraz kısa kalıyordu.
Kaan gibi uzun boylu olsaydı belki basketi de seçebilirdi.
Kaan okuldan arkadaşıydı. O da bu yıl altıncı sınıfa
geçmişti. Farklı sınıflardaydılar, çok istemelerine karşın ilkokuldan sonra
aynı sınıfa düşememişlerdi. Çok iyi arkadaştılar. Kankaydılar. Arkadaşlıkları
beşinci sınıfta kankalığa dönüşmüştü. İkisini birbirine yakınlaştıran matematik
dersiydi. Dördüncü sınıfta matematik derslerine girmeye başlayan
öğretmenleriyle birlikte matematiğe ilgileri artmıştı. Matematik sevgileri beşinci
sınıfta doruğa çıkmıştı. Öğretmenlerine göre ikisinin de matematiğe karşı özel
yeteneği vardı.
Matematik öğretmenleri başarılı öğrencilerini ulusal
düzeyde yapılacak matematik olimpiyatlarına hazırlarken iki arkadaş ilk defa
birlikte ders almaya başlamışlardı. Akşamları dersler bittikten sonra bir
sınıfta toplanıyorlardı. Öğretmenleri, onları yarışmada çıkabilecek sorular
üzerinde çalıştırıyordu. Daha çok soru cevap şeklinde işlenen derste öğrenciler
bazen zorlanıyorlardı. Soruyu yapamadıklarında her öğrenci kendine özgü tepki
gösteriyordu. Örneğin Teoman küserek arkasını dönüyordu. Hatta bazen
sandalyesini köşeye çekip başını iki duvarın arasına gömüyor, dakikalarca öylece
kalıyordu. Kaan ise hırsını alamayıp
ağlıyordu. Onun en belirgin özelliğiydi ağlamak; daha çok haksızlıkla
karşılaştığında ağlardı. Bir öğretmeninden ya da yöneticiden aldığı haksız/yersiz
bir uyarı onun çileden çıkmasına yetiyordu.
Mehmet Eren’in Kaan’la kanka oluşu da böyle bir ağlamanın
ardından gerçekleşmişti. Kaan soruyu yanıtlayamamış hırsından ağlamaya
başlamıştı. Öğretmeni onu yatıştırmaya çalışmıştı. “Önemli değil Kaan, her
soruyu yapacaksın diye bir kural yok, rahat ol,” demişti. Kaan “Biliyorum
öğretmenim, ama kendimi tutamıyorum,” diyerek ağlamaya devam etmişti. İşte bu
sırada Mehmet Eren’in “Kaan, benim de yapamadığım sorular oluyor…” diye
başlayıp süren yatıştırıcı sözleri üzerine sakinleşmiş, Mehmet Eren’e sevgiyle
bakmıştı… Aralarındaki rekabeti güzel yapan bu sevgiydi. Matematik öğretmenleri
böyle diyordu. Oyunlarda en kıyasıya yarışa girip arkadaş kalabilmek ancak
böyle mümkündü. Bunu en iyi başarabilecekler matematikçilerdi… Matematik
öğretmenlerinin hayata dair bu tür konuşmalarını dinlemekten büyük keyif alıyorlardı.
Okul günlerini düşününce canı sıkıldı. Çok sevdiği matematik
öğretmeni emekliye ayrılıyordu. Önümüzdeki sene okulda olmayacaktı. Her aklına
geldiğinde üzülüyordu. Kabullenemiyordu. Birkaç arkadaşıyla okul yönetimine
gidip konuşmuşlardı. “O gider yenisi gelir, öğretmeniniz emekli oluyor, onun
kararına saygı duymalıyız çocuklar,” demişti yönetici. Üzülmekten başka bir şey
gelmiyordu elinden... İçi daralınca annesine mesaj attı. Kaanlara gitmek
istediğini söyledi. Annesinden izin alınca bisikletine binip Kaanlara gitti.
Arkadaşının evi bir sokak aşağıdaydı.
Kaan’la buluşunca hem öğretmenlerini hem de okul günlerini
andılar. Konuşulacak o kadar çok şey vardı ki… Matematik öğretmenlerine
bağlılıklarının tek nedeni dersini öğrencilerine sevdirmesi değildi. İkisinin
de içinde bulunduğu bir olaydan sonra öğretmenlerine hayranlıkları daha da artmıştı.
Okulda sınıflar arası voleybol maçları düzenlenmişti.
Her takımda bir öğretmen yer alacaktı. Kaan ve Mehmet Eren, arkadaşlarına
sosyal bilgiler öğretmenlerinin takıma alınmasını önerdiler. Sosyal bilgiler
öğretmenleri de çok seviliyordu, öneri hemen kabul edildi. Maçların başlayacağı
hafta beden eğitimi öğretmenine takım listeleri verildiğinde beklemedikleri bir
durumla karşılaştılar. Sosyal bilgiler öğretmeninin yerine matematik öğretmeninin
adı yazılmıştı. Bunun üzerine ikisi de biz oynamıyoruz deyip takımdan çıktı.
Maçlar başladığında matematik öğretmenleri siz neden yoksunuz deyince soruyu
geçiştirmişlerdi. Matematik öğretmenlerinin yapılan değişiklikten haberi yoktu.
Üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra durumu tesadüfen öğrenecekti öğretmenleri.
Mayıs ayının ilk haftasında düzenlenecek futbol
karşılaşmaları için takımlar kuruluyordu. Kaan ve Mehmet Eren takımlarını kendileri
kuracaktı. Diğer arkadaşlarını ikna ederek takıma sosyal bilgiler
öğretmenlerini aldılar. Bu konuyu iki arkadaş aralarında çok konuşmuştu. Sosyal
bilgiler öğretmenine yapılan haksızlığı gidermek istiyorlardı. Önlerine güzel
bir fırsat çıkmıştı. Tabii matematik öğretmenlerini kırmadan, üzmeden bu olayın
altından kalkmaları gerekiyordu. Çok düşündüler. Sonunda öğretmenleriyle konuşmaya
karar verdiler.
Gözlerinde büyüttükleri sorunun kolayca çözümlenmesine
(üstelik beklemedikleri şekilde) ikisi de çok sevindi.
“Öğretmenim voleybol maçları sırasında Mansur Beye haksızlık
ettik, önce ona söylemiştik, ama arkadaşlar sizi aldılar takıma. Bu sefer onun
oynamasını istedik.” Mehmet Eren sözünü bitirdiğinde Kaan’la göz göze geldiler.
İkisi de panik halindeydi. Matematik Öğretmenlerinin anlayışla
karşılayacağından emindiler, ama yine de içlerinde bir tedirginlik vardı. Matematik
öğretmenleri beklemedikleri bir davranışta bulundu, ikisini de kucaklayıp öptü.
“Sizi işte bunun için çok seviyorum. Matematikçiler
gündelik hayatın içinde de farklılıklarını gösterirler. Adalet duyguları çok
yüksektir, sadece kendilerine yapılan haksızlıklara değil başkalarına yapılan
haksızlıklara da karşı çıkarlar. Bazıları ‘Matematik dersinde öğrendiklerimizin
çoğunu unuttuk, bir işimize de yaramıyor,’ diyor. Bilmiyorlar ki amaç konuları
ezberlemek ya da öğrenmek değildir, düşünebilme yeteneği, sorgulayabilme
becerisi kazanmaktır asıl amaç. Yüzlerce roman okuruz, aradan zaman geçer çoğunu
unuturuz; şimdi roman okumayacak mıyız?”
“Haklısınız öğretmenim,” diyebilmişlerdi mahcup bir
sesle.
“Onca meyve sebze yeriz, besleniriz. Bir yararını
göremiyoruz der miyiz? Oysa onlardan aldığımız vitaminleri de göremeyiz. Kanımıza,
hücrelerimize karışır, sağlıklı yaşamamızı sağlarlar. Kitaplardan okuduklarımız
ve matematik derslerinden aldıklarımız da beynimizi besler… Tamam mı? Anlaştık
mı?”
“Anlaştık öğretmenim.”
“Siz mükemmel çocuklarsınız, sizi çok seviyorum…”
O konuşmayı her anımsadıklarında aynı sevinci ve
coşkuyu hissediyorlardı, şimdi olduğu gibi. “Büyüdüğünüzde bu olayı gururla
anlatacağınızı biliyorum çocuklar. Böyle anlamlı anılar sizin en büyük zenginliğinizdir…
Unutmayın matematik hayattır…” Sözlerini böyle bitirmişti öğretmenleri. Bugün
de gelecekte heyecanla anlatacakları bir macera yaşayacaklarından ikisi de
habersizdi…
İçeride fazla duramadı iki arkadaş. Dışarı çıktılar, Kaanların
evinin önündeki basket potasına sırayla atış yaptılar. Çabuk sıkıldılar ama. En
iyisi bilgisayarda oyun oynamaktı. Bilgisayar oyunları deyince akıllarına hemen
İlyas geldi. Onun oyun arşivi genişti. Hem üç kişinin kapışması daha heyecanlı
oluyordu.
İlyas’ı arayıp geleceklerini söylediler. Yahşi’ye
nasıl gidecekleri konusunda ikileme düştüler. İkisi de bisiklete çok iyi
biniyordu, ama Yahşi’ye giden yol dar ve çok virajlıydı. Bazı dönemeçlerde yol
iyice daralıyordu, aniden karşılarına araba çıkabilirdi, arkadan gelen araçlar
da tehlike yaratabilirdi. En iyisi dolmuşla gitmekti. Tam karar vermişlerdi ki
Yahşi’ye, İlyasların evine farklı bir yoldan da gidebileceklerini akıl ettiler.
Bodrum’dan gelen yol büyük alışveriş merkezlerinin bulunduğu
yerde Turgutreis ve Yalıkavak’a ayrılıyordu. Aynı kavşaktan başka bir yol da
sola gidiyordu. Bu yolu kullanacaklardı. Gidişi çözmüşlerdi, geriye dönüşleri
kalıyordu. Geriye gelirken aynı yolu kullanmaları çok zordu; dik yokuşu bisikletleriyle
çıkmaları mümkün değildi. İyi birer matematikçi olduklarına göre problem çözmek
de onların işiydi. Biraz düşününce dönüş sorununu da çözdüler. İlyas’ın babası
pikabıyla onları evlerine bırakabilirdi. Yeniden İlyas’ı aradılar, Yusuf
Amcalarının arabasıyla onları götürebileceği sözünü alınca yola koyuldular.
Trafikten kurtulmanın keyfiyle pedallara basmaya
başladılar. Yol tatlı bir eğimle tepeye doğru kıvrılıyordu. Yol boştu yan yana
gidiyorlardı. Haziran güneşi altında bisiklet sürebiliyorlarsa bunu Bodrum’un o
ünlü esintisine borçluydular. Yüz metrelik tırmanışın ardından önce dağa
paralel gidecekler, sonra da inişe geçeceklerdi.
“Az kaldı kanka! Ha gayret!”
“Yokuş aşağı su gibi kayarız birazdan kanka…”
Tam o sırada bir taksi korna çalarak hızla yanlarından
geçti. Taksiden biri kafasını çıkarıp el kol hareketi yaparak bağırdı.
“Ulan velet, yolu babanın malı mı sandın?”
Araba biraz daha yanaşsaydı Kaan’a çarpabilirdi. O
panikle Mehmet Eren neredeyse yoldan çıkıp bayır aşağı yuvarlanacaktı. Durup
nefes aldılar. Kalpleri hem yorgunluğun etkisiyle hem de korkuyla delicesine
atıyordu. Yüzlerinin rengi gitmişti.
“Plakasını ezberime aldım, şikâyet edelim kanka.”
“Şikâyet de ederiz internette de paylaşırız.”
“Serseriydiler...”
Yeniden yola koyulmuşlardı. İlk baştaki gibi hızlı
değillerdi. Dile getirmeseler de keyifleri kaçmıştı. Düzlüğe çıktıklarında, az
önceki aracın ileride dağın içine doğru kıvrılan dönemeçte durduğunu gördüler.
Yüz metre kadar vardı aralarındaki uzaklık. İyice yavaşladılar. Tedirgin
olmuşlardı. Biraz daha yaklaştıklarında taksiden biri indi. Başını camdan
çıkarıp Kaan’a bağıran adamdı. Onlara bakıyordu. Adam el kol hareketi yapmaya
başlayınca durdular.
“Kanka duralım…”
“İstersen dönelim.”
“Dönersek korktuğumuzu sanırlar, dönüp bize
yetişirler.”
“Yokuş aşağı zor yetişirler. Zaten hemen mahalleye
ulaşırız.”
“Neden kaçacakmışız? Biz mi suçluyuz onlar mı?”
“Doğru diyorsun. Öyle hemen tırsmak yok!”
“Bak aklıma ne geldi…”
Mehmet Eren telefonunu çıkardı, adamın göreceği
şekilde kulağına götürdü. Sanki birini arıyormuş gibi yaptı. Kaan arkadaşının niyetini
anlayınca o da telefonunu çıkardı. Parmağıyla adama ‘bak telefon ediyoruz
dercesine’ telefonu gösterdi. Olup biteni gören adam hızla arabaya döndü,
taksinin kapısını açtı. Birini kolundan çekerek dışarı sürükledi. Diğer arka
kapıdan bir başkası çıkıp dışarıdakilerin yanına geldi. Yerdeki adamı sürüyerek
yolun altına doğru yuvarladılar. Sonra aceleyle arabaya bindiler. Taksi hızla oradan
uzaklaştı. Her şey gözlerinin önünde, birden olup bitmişti.
“Birini öldürüp yoldan aşağı attılar.”
“Yok, ölü değildi, canlıydı.”
“Ne yapalım?”
Birkaç saniye sessiz kaldılar. Kararsızlardı. On bir,
on iki yaşında çocuktular, ne yapabilirlerdi ki? Sanki filmlerde gördükleri
sahnelerden biri gözlerinin önünde oynanmıştı. Hem de gerçeği. Bilgisayardaki
savaş oyunlarına ise hiç benzemiyordu.
“Hadi gidip bakalım, nasılsa adamlar gitti…”
Bir dakikada olay yerine geldiler. Yolun hemen altında
çalıların arasında biri debeleniyordu. Tıknaz yapılı irice biriydi. Zorlanarak
doğrulup dikildi. Ayakta zor duruyordu, her an yamaçtan aşağı yuvarlanabilirdi.
Anlamadıkları sesler çıkarıyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu. Yolun kenarında
durmuş yukarı çıkmaya çalışan bu garip görünümlü genci seyrediyorlardı. Ne
yapmaları gerektiği konusunda kararsızdılar.
“Abi, elini uzatır mısın? Yardım eder misiniz?”
“Abi!” Şaşkındılar, iri yarı bir genç onlara abi
demişti. O an ikisi de gencin Down Sendromlu olduğunu anladı.
“Yardım edelim,” diyerek Kaan yolun altına indi. Elini
uzattı, yüzü çizik içindeki genç çok ağırdı. Kaan’ın onu yukarı çekmeye gücü
yetmeyince Mehmet Eren de onların yanına indi.
Yola çıktıklarında genç yere çöküp ağlamaya başladı.
Dizleri kan içindeydi. Yüzündeki çizikler kanıyordu.
“Canın çok mu yanıyor?”
“Ailene telefon et, gelip seni alsınlar…”
Kaan daha sözünü bitirmeden genç bağırmaya başladı.
“Telefonumu, saatimi aldılar… Paramı da aldılar…”
“Onlar kimdi?”
“Tanımıyorum. Beni arabalarıyla gezdireceklerdi…” Ağlamaktan
konuşamıyordu. İç çekerken bacağını ovalıyordu bir yandan da.
Kaan’la Mehmet Eren yerde oturan gençten uzaklaşıp aralarında
değerlendirme yaptılar.
“Dowm Sendromlu, bize zararı dokunmaz, yardıma muhtaç.”
“Evet, doğru söylüyorsun. Ona nasıl yardım edebiliriz.
Yoldan geçen de yok.”
“En iyisi biz arayalım ailesini.”
Yeniden gencin yanına geldiler.
“Adın ne senin?”
“Ege…”
“Kaç yaşındasın?”
“On altı…”
Soruları yanıtlarken konuşmasını yarıda kesiyordu. Ya
korktuğundan ya da konuşmakta zorlandığından böyleydi.
“Annenin ya da babanın telefonunu biliyor musun?”
Yerden hızla doğrulup şortundaki tozları silkeledi.
“Annemim telefonunu ezbere biliyorum.” Az önce ağlayan
o değildi sanki. Büyük bir iş başarmışçasına coşkuluydu. “Annem bana
ezberletmişti. Hiç unutmadım.”
Mehmet Eren telefonunu çıkardı.
“Söyle hadi.”
“Olmaz, annem kızar.”
“Neden kızsın?”
“Ondan izin almadan yabancıların arabasına bindim…”
Kaan sözünü kesti kızgınlıkla.
“Sen bilirsin, seni burada bırakıp gideriz, tek başına
kalırsın.”
“Lütfen beni de götürün… Lütfen!”
“Sen telefonu söyle, ben annene kızmamasını söylerim.”
“Söyler misin? Söylersen kızmaz değil mi?”
“Biz dersek kızmaz…”
Çocuk telefonu yazdırdı. Mehmet Eren uygun sözcüklerle
anneye durumu açıkladı. Kadıncağız defalarca teşekkür etti. Hemen geleceğini
söyledi. Yalnız bırakmamalarını özellikle vurguladı. Sonra telefonu oğluna
vermesini istedi.
“Annen seninle konuşacak,” diyerek telefonu Ege’ye uzattı
Mehmet Eren.
Çocuk telefonda annesiyle önce sakin konuşurken birden
bağırmaya başladı. Elindeki telefonu kapatıp Mehmet Eren’e verdi.
“Kızdı işte bana… Söz vermiştiniz…”
Yere çömeldi. Başı iki bacağının arasında hıçkırarak
ağlıyordu.
“Geciktik, İlyas bizi merak etmiştir.”
“Böyle bırakıp gidemeyiz…”
Tam o sırada bir araç aşağıdan çıkageldi. Onlara
yaklaştığında yavaşlayıp durdu. Araçta iki kadın vardı.
“Ne oldu çocuklar, bir sorun mu var?”
*
İki arkadaş orada daha fazla kalmadan bisikletlerine
binip Yahşi’ye doğru hızla indiler. Çocuk, nasılsa emin ellerdeydi. İki kadın,
çocuğun annesi gelene kadar orada bekleyecekti. Zor durumdaki birine yardım etmenin
gururuyla İlyaslara geldiler. Bilgisayarın başına geçtiklerinde yaşadıkları
olayı çoktan unutulmuşlardı bile.
Haziran ayının yakıcı güneşi Yahşi’nin tepelerine
doğru kayarken oyunlarını bitirdiler. İlyas’ın annesi ve babası kapıdan içeri
girdiklerinde onların da evlerine dönme vakitleri gelmişti. Yokuş yukarı pedal
çevirmenin zorluğunu yaşamayacaklardı. Bisikletlerini pikabın arkasına
yerleştirirken çok mutluydular. Yusuf
Amcaları, onları evlerinin sokağına kadar götürdü.
Mehmet Eren eve girdiğinde henüz annesi babası gelmemişti.
Duşunu alıp onları beklemeye başladı. Aniden aklına öğlen yaşananlar geldi.
Annesine babasına söz edip etmeme konusunda kararsız kaldı. Gerçi İlyaslara
gitmek için onlardan izin almıştı, ama atlattıkları tehlike özellikle annesini
kaygılandıracaktı. En iyisi onlar sormadıkça konuyu açmamaktı. Dediğini de
yaptı, ancak düşünmediği, aklından geçirmediği şekilde olay yeniden önüne
geldi.
Akşamın alacakaranlığı çöktüğü bir vakit evlerinin
kapısı çalındı. Kapıyı Mehmet Eren’in annesi açtı. Rana Hanım karşısında iki
polisi ve ileride bekleyen ekip arabasını görünce şaşırdı.
“İsmail Bey evde mi?”
“Evet, evde, neden sordunuz?”
Sesleri duyan Mehmet Eren ve babası da kapıya
gelmişti.
Mehmet Eren polisleri gördüğü anda onların neden geldiklerini
tahmin etti...
*
Çocuk kaçırma ve gasp basit bir suç değildi. Polis,
Ege’nin annesinin şikâyeti üzerine olayı soruşturmaya başlamış. Ege’nin ve
diğer iki kadının ifadelerinden bir sonuç alınamayınca asıl görgü tanıkları
araştırılmış. Mehmet Eren’i bulmaları zor olmamış. Ege’nin annesine edilen telefon
işlerini kolaylaştırmış, adrese bu şekilde ulaşmışlar.
Mehmet Eren ve Kaan’ın yardımıyla suçluların
kimlikleri kısa sürede tespit edildi. Arabadan başını çıkarıp onlara bağıran
adamı teşhis etmek ve arabanın plakasını söylemek onlar için çocuk oyuncağıydı.
Boşuna adları matematikçiye çıkmamıştı. Polisten övgü ve Ege’nin ailesinden duyulan
minnet sözleri kahramanlarımızın göğsünü kabarttı. Elbette aileleri de onlarla
gurur duydular, ama dikkatten kaçan, yanlış olan şeyler de vardı. Anneleri, İlyaslara
bisikletle değil, dolmuşla gitme izni vermişti. Gerçi böyle bir uyarıda bulunmamışlardı, ama
onların bunu bilmeleri gerekiyordu. Bugüne değin trafiğin yoğun olduğu cadde ve
yollarda bisiklete binmemeleri konusunda hep uyarılmışlardı…
*
Bu olay bana anlatıldığında şunu söyledim ailelere: “Tamam
çok zekiler, matematikçiler, ama henüz çocuklar. Çocukça bir güdüyle hareket
etmeleri onların sağlıklı geliştiklerinin bir göstergesidir. Genelde anne
babalar çok zeki çocuklarından büyüklerin davranışlarını beklerler. Öğretmenlik
yaşantımda çok zeki olup ailelerinin aşırı beklentilerinin baskısı altında
ezilen öğrencilerim oldu. Üzülerek söylüyorum, birçoğu ileriki hayatlarında
sorunlar yaşadılar, başarısız ve mutsuz bireyler oldular… Eğitimin ilk kuralı
çocuğa çocukluğunu yaşatmaktır…”
27.05.2019 / Kdz. Ereğli
(Sevgili öğrencilerim Kaan, Mehmet Eren, İlyas ve Teoman’a…
Sizi çok seviyorum ve sizinle gurur duyuyorum benim matematikçi öğrencilerim…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder