Mert Eray, Adil Can, Ali Kerem,
Mustafa, Deniz, Egehan, Kaan,
Mehmet Eren ve Serkan;
ARKADAŞ CANLISI
Doğadaki canlanma, Bodrum’da baharın gelmesini beklemez;
daha şubat bitmeden uyanış başlar. Aslına bakarsanız bahar Bodrum’dan hiç
gitmez; başta, yöreye özgü meyveler olmak üzere her mevsim yeşil kalan
ağaçlarla bezelidir Bodrum Yarımadası... Soğuklar derseniz bir ay ya hissedilir
ya hissedilmez. En soğuk günlerde bile, güneş göründüğünde marina, kafeler,
deniz kenarları güzel havanın tadını çıkaranlarla dolar…
Nisanın ortaları, her taraf ışıl ışıl, renkler daha
bir berrak, hava hafiften esintili, güneş tam tepede, öğlen arası… Küçük bir
futbol sahasında maç yapan çocukların cıvıltıları doğanın şenliğine eşlik
ediyordu. Beşinci ve altıncı sınıf öğrencileri arasında kıran kırana geçen
maçın seyircileri de en az, futbolcular kadar kendilerini oyuna kaptırmışlardı.
Futbol sahasının dört bir yanı yedi sekiz metre
yüksekliğinde demir tel örgülerle çevriliydi. Seyircilerin maçı izleyecekleri
alanlar yok denecek kadar azdı. Taç çizgilerinden biri demir tellere bitişikti,
sahanın diğer kenarı ise bir metre genişliğinde ya vardı ya yoktu. Kale
arkaları da aynıydı, sadece birinin arkasında durulabiliyordu. Futbolcularla
saha kenarındaki çocukların çarpışması an meselesiydi, bazen oyunculardan biri
hızını alamayıp kenardaki arkadaşlarının arasına dalıyordu. En komiği ise
seyirci çocuklardan birinin, üzerine gelen topla sahaya dalıp karşı kaleye şut
atmasıydı. Oyuncular bu tür hareketlere aldırmadan maça devam ediyorlardı.
Kalenin hemen yanında iki erkek öğretmen hem maçı izliyor
hem de maç yorumcuları gibi futbolcular hakkında sohbet ediyorlardı. Sadece
yorum yapmıyor, bazen kendilerini tutamayıp bir teknik direktör tavrıyla
çocuklara taktikler veriyorlardı:
“Top nerede hepsi orada, biri boşa kaçsa, topu ona atsalar…”
“Ali Kerem topu ayağında çok tutma! Tek başına oynama!
Deniz boşta, ona at!”
“Bizi duymuyorlar ki! Defansta kimse yok.”
“Serkan! Geri gel, savunmayı bırakma!”
“Ali Kerem’in ayağına top yakışıyor, baksana kaç
kişiyi çalımladı.”
“Kesin, ileride büyük bir futbolcu olur bu çocuk.
Dersleri de iyi.”
“Bodrum’da bir kulübün altyapısında oynuyormuş.”
“Adil Can da
çok iyi, boyuna posuna bakmadan kendinin iki katı büyüklüğündeki rakibine nasıl
da daldı…”
“Bunlar sahada böyleler, sınıfta sakinler…”
“Serkan’a baksana terden su içinde kalmış, bir ileri
bir geri koşuyor.”
“Beşinci sınıflarda daha iyi oyuncular vardı, neden
takımı böyle kurmuşlar?”
“Yemekhaneden erken gelenler takıma giriyormuş. Öğlen
arası kısa, zaman kaybetmek istemiyorlar, maça hemen başlıyorlar.”
“Anladım; diğer zamanlarda oynama fırsatı bulamayan öğrenciler
yemeklerini çabucak yiyip sahaya koşuyorlar…”
Beşinci sınıfların as futbolcularından Ali Kerem ve
Adil Can “Biz onlara yeteriz!” deyip orada hazır bulunan arkadaşlarıyla takımı
kurmuşlardı. Kaleye Mert Eray’ı almışlardı. Mert Eray “Ben kalecilikten
anlamam, başka birini bulun,” dese de ısrarlar üzerine kaleye geçmişti. Kalede
yerini alırken “Baştan söylüyorum, gol yersem bana kızmayın ama!” demişti.
Mert Eray, maç başlar başlamaz arka arkaya iki gol
yedi. Hırsından ağlamaklıydı. Gözü saha içinde, kulakları kalenin yanında maçı
izleyen öğretmenlerindeydi. Yediği son golden sonra, üzgün bir sesle
“Öğretmenim ben basketçiyim, kaleci değilim, onları kıramadığım için
kaledeyim…” dedi. Sesindeki mahcubiyetten yediği golleri kabullenemediği
anlaşılıyordu.
Takımlar yedişer kişiden oluşuyordu. Kalecilerin
dışındaki on iki çocuk bir o kalenin, bir bu kalenin önündeydiler. Topu
çocukların arasından geçirip gol atmak imkansız gibi bir şeydi. Karşılıklı üçer
gol atılmıştı. Maçın sonu yaklaşıyordu. Beşinci sınıflar altıncı sınıflara göre
daha hırslıydılar. Galibiyet şansını yakalamanın coşkusuyla bastırıyorlardı.
Karşı kaleye doğru topla giden Ali Kerem’e arkadaşları yalvarıyordu: “Pas ver!
Pas ver!” Uyarılar üzerine Ali Kerem birden topa basıp çevresine bakındı.
Sahanın sağ tarafında Adil Can’ı gördü. Topu sektirip Adil Can’a attı. Adil Can
o küçücük gövdesiyle yaylanıp topa gelişine öyle bir vurdu ki top tel örgüleri
aşıp dışarı kaçtı.
“Ne yaptın?”
“Koş, git getir!”
“Topu kaçıran alır…”
Bağıran
bağıranaydı. Öfkeden çok hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Şurada oynayabilecekleri
üç dört dakikaları kalmıştı. Topu bulup getirene kadar ders başlayabilirdi.
Adil Can koşarak sahadan çıkarken Mert Eray’a “Sen de gel,” dedi. Mert Eray
arkadaşının isteğini ikiletmeden ağır adımlarla onun ardından yürüdü. Sahadaki
çocuklar kendilerini yere atmış dinleniyorlardı. Seyirciler ise sahaya
doluşmuşlardı. Koşanlar, hoplayanlar, alt alta üst üste yuvarlananlar halı
sahayı panayır alanına çevirmişti...
Adil Can sahanın kenarından dolanıp bahçeye açılan kapıdan
içeri girdi. Mert Eray daha bahçe kapısına gelemeden bir nöbetçi öğretmen onu
durdurdu:
“Nereye gidiyorsun? Hadi içeri, ders başlıyor!”
“Öğretmenim…” Nöbetçi Öğretmen, Mert Eray’ın sözünü
keserek daha gür bir sesle bağırdı. Lisede öğretmenlik yapan kadın öğretmenin
sert mizacını tüm öğrenciler biliyordu. Hepsi ondan çekinirdi. İstemeyerek geri
döndü, ama aklı da Adil Can’da kalmıştı.
Okul bahçesinde nöbet tutan öğretmenler arkada,
öğrenciler önde okul binasına girerken Adil Can hâlâ bahçeden dönmemişti…
Mert Eray, sınıfa girer girmez pencerenin önüne koştu.
Kaygılıydı. İçinden söylenip duruyordu. Aklına kötü şeyler geliyordu.
Arkadaşını yalnız bırakmayacaktı. Başıboş köpeklerin bahçede gezindiklerini
birkaç kez görmüştü. Ya Adil Can’a saldırmışlarsa… Kendini öylesine kaptırmıştı
ki öğretmenin sınıfa girdiğini bile fark etmemişti. Adeta cama yapışmıştı. Onun
bu hali öğretmenin dikkatini çekti:
“Mert, yerine otursana, ders başlayacak.”
“Öğretmenim, Adil Can dönmedi ona bakıyorum.”
“Anlamadım!”
“Top bahçeye kaçmıştı…” Boğazı düğümlendi. Sesi ağlamaklıydı.
“Ee?”
“Topu almaya bahçeye girdi, dönmeyince…”
Öğretmen “Git, bak bakalım” der demez, Mert Eray yerinden
fırladı. Bu hareket hiç ona göre değildi. Onun salınarak ağırdan yürüdüğünü
bilen arkadaşları Mert Eray’ın arkasından bakakaldılar.
*
Adil Can bahçede topu ararken ayağı kaymış, yere
düşmüş. Neyse ki kendini çabuk toparlamış, ama başı döndüğünden yerinden
kalkamamış. Nefes almakta güçlük çekiyormuş. Bir ara boğulacağını sanmış.
Bağırıp yardım da isteyememiş. Sesi çıkmıyormuş. Zaten bahçede ondan başka
kimse de yokmuş; ağaçların altında, dışarıdan fark edilmesi de mümkün değilmiş.
Çaresiz oturup beklemiş. Onun ifadesine göre korkmamış, korkacak bir şey yokmuş
ki! Yorgunluk, halsizlik derken uykuya dalmış. Mert Eray’ın sesiyle uyanmış…
Yine Adil Can’ın demesine göre bu olay iyi ki olmuş; bu yaşına değin
bilmedikleri hastalığını öğrenmişler. Astımı varmış. Erken teşhis hastalığının
ilerlemesini engelleyeceği gibi tamamen iyileşmesini de sağlayabilirmiş. Tüm
bunları üç gün sonra okula dönen Adil Can’dan öğrendi arkadaşları. Tek kişilik
sırasında bir ayağı yerde diğeri sandalyede, elleri çenesinin altındaki dizinde
sakin bir şekilde anlatmıştı. Onun sırada oturuşu hep böyleydi. Bu haliyle büyümüşte
küçülmüş bir adam edasındaydı.
Asıl sıkıntıyı çeken, olayın etkisinden kurtulamayan
Mert Eray’dı. Aradan onca zaman geçmesine karşın kendine gelememişti. Yüzü hiç
gülmüyordu. Sakin, sessiz çocuk iyice içine kapanmıştı. Annesi, babası, öğretmenleri
“Artık kendini üzme!” dedikçe, o aynı sözleri yineliyordu:
“Adil Can’ı yalnız bırakmamalıydım. Ya Adil Can’ın başına
bir şey gelseydi! Baygınken bahçeye köpek falan girseydi, ona saldırsaydı…”
“Bayılmamış, sen öyle sanmışsın…”
“Hayır, baygındı…”
“Tamam da senin bir kusurun yok, nerden bilebilirdin…”
“Bilmem gerekmez ki, orası ıssız yer, nöbetçi
öğretmenden korkup okula döndüm…”
“Olaya iyi tarafından bak bir de; çocuğun rahatsızlığı
varmış, bu olay sayesinde öğrendiler…”
“Daha kötü de olabilirdi…”
“Olmadı ama!”
Benzer konuşmalar hafta boyu sürdü gitti. Ta ki
rehberlik öğretmeniyle yaptığı son konuşmaya değin:
“Mert, duyarlılığını anlıyorum, hepimiz seninle gurur
duyuyoruz. Kötü bir olay yaşadığımızda elbette üzüleceğiz. Ama zamanı gelince
de normal hayatımıza döneceğiz…”
“Öğretmenim, haklısınız, elimde değil…”
“Biz senin gibi düşünmüyoruz; annesi babası, hepimiz,
iyi ki hastalığı bu şekilde açığa çıktı diyoruz…”
“Haklısınız, ama ya arkadaşlarım, onlar ne düşünüyor?”
“Adil Can’la konuştun mu? Asıl onun ne düşündüğü önemli.”
“Konuştum, üzülme, geçti dedi…”
“İyi işte!”
“Öğretmenim, benim davranışım arkadaşlığa sığar mı?
Zor anında arkadaşımın yanında değildim.”
“Böyle şeyler herkesin başına gelebilir; kimileri
senin gibi, olayı daha yoğun duygularla yaşar. Ancak zamanla etkisi geçer. Bu
olayı yıllar sonra güzel bir anı olarak anımsayacaksın. Belki de unutacaksın.”
“Hayır, unutmam!”
“Böyle davranarak anneni, babanı, bizleri üzdüğünü hiç
düşündün mü? En çok da Adil Can’ı üzdüğünü biliyor musun? O, bu olayı unutmaya
çalışırken sen hep ona hatırlatıyorsun. Senin üzülmen onu da üzüyor. Onunla
konuştum, sana üzüldüğünü söyledi…”
Bu sözler üzerine Mert Eray dolan gözlerini yere eğdi.
Bir şeyler söylemek istedi, yutkundu, sesi çıkmadı.
“Sen arkadaş canlısı çok iyi bir çocuksun Mert;
duyarlı ve iyi kalplisin, Adil Can da öyle… Şimdi git, arkadaşınla konuş,
duygularını onunla paylaş.”
Mert Eray tam odadan çıkacakken, öğretmenine dönüp
minnet dolu bir sesle “Çok teşekkür ederim,” dedi.
*
Mayısın ilk günleriydi. Havalar iyice ısınmıştı.
Çocukların sıcağa aldırdığı yoktu. Öğlen arasında beşinci ve altıncı sınıf
öğrencileri halı sahada maç yapıyorlardı. Bu kez beşinci sınıfların takımı en
iyi oyunculardan kuruluydu. Kalede Mustafa vardı. Elinde koca eldivenlerle arkadaşlarına
güven veriyordu. Kaan ve Egehan geride, Deniz ve Mehmet Eren ortada, Adil Can
ve Ali Kerem ileride oynuyordu.
Seyirciler saha kenarında ve kale arkalarında yerlerini almışlardı. Mert
Eray, Mustafa’nın koruduğu kalenin yanında Serkan’la birlikte maçı
izliyorlardı. Arkadaşları, kaleye onun
geçmesini istemişlerdi, ama o kabul etmemişti.
“Mustafa çok iyi kaleci, o oynasın. Ben basketçiyim,” demişti…
“Mustafa çok iyi kaleci, o oynasın. Ben basketçiyim,” demişti…
Mayıs 2020 / Kdz.Ereğli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder