23 Kasım 2019 Cumartesi


EMPATİ
-öğretmen sanatçıdır-





Kırk yıllık meslek hayatımın son günlerini yaşıyordum. Bir ay sonra okullar kapanıyordu. Önümüzdeki yıl çalışmayacaktım. Günler geçtikçe, ayrılık günü yaklaştıkça içimdeki hüzün de büyüyordu. Aslında bu duyguya alışkındım, ama her seferinde hiç yaşamamışçasına ayrılığın sancısını hissederdim. İki yıl daha çalışmayı planlıyorduk, eşimle kararlaştırmıştık; okuttuğu sınıfını dördüncü sınıftan mezun edene kadar Bodrum’da kalacaktık. Koşullar izin vermedi, buraya kadarmış dedik. Biraz üzgün, biraz buruktuk…
Öğrencilerimle elimden geldiğince daha fazla vakit geçirmeye çalışıyordum. Dersin bitiminde ağırdan alıp sınıftan hemen çıkmıyordum. Çocuklarla sohbet ediyorduk. Dersteyken birkaç dakikalık konuşmalar yapardım. “Sıra hayat dersinde!” derdim. Böyle anları öğrencilerim çok seviyordu. Hayat dersi dinlemeye doyamazlardı, hep anlatmamı isterlerdi. “Bugünlük bu kadar yeter, çocuklar!” deyip derse kaldığım yerden devam edecek olsam, itiraz ederler, “Lütfen, anlatın öğretmenim,” derlerdi. Sanmayın ki dersi kaynatmaya çalışıyorlardı. İçtenliklerine inanıyordum; çünkü dersin bitiminde dinlenmeye çıkmayıp tüm teneffüsü benimle geçirirlerdi.
Son günlerde öğlen aralarında sınıfta buluşmaya başlamıştık. Kürsünün etrafında en az beş altı öğrenci bulunuyordu. Akla gelmeyecek sorular soruyorlardı: “Beni benzettiğiniz eski bir öğrenciniz var mı?” “En çok sevdiğiniz ders hangisiydi?” “Çalışkan mıydınız?” Özellikle öğrencilik ve öğretmenlik anılarımı dinlemek istiyorlardı. Eski bir öğrencimi içlerinden birine benzetmem, benzetilen öğrenciyi mutlu ediyordu. O anda, geleceğiyle ilgili hayaller kurmaya başladığını yüzündeki gülümseyişinden anlıyordum…
Yine bir öğlen yemeğinden sonra sınıfa geldim. Kürsüye geçmemle öğrencilerim de etrafımı sardılar.
“Öğretmenim, sizce ben hangi mesleği seçmeliyim?” Soruyu soran Leyla’ydı. İki yabancı dil biliyordu. Birçok etkinlikte Almanca sunum yapmıştı. Sahneye yakışıyordu. Haliyle ona vereceğim yanıt belliydi.
“Sunucu…”
Sözümü bitirmemi beklemeden diğerleri araya girdi.
“Öğretmenim, ya ben?”
Hiçbirinin beklemeye niyeti yoktu. Ben de sırayla hepsine uygun bir meslek bulmaya çalıştım. Meslek seçimlerinde özen gösteriyordum. Hoşlanmadıkları, istemedikleri bir mesleğin adını duymak onları mutsuz edebilirdi.
“Sen, Tanem, avukat olursun.” Annesi avukattı. Yaşça ve boyca sınıfın en küçüğü idi. Gelip başını koltuğumun altına soktu.
“Sizi çok seviyorum öğretmenim,” dedi. Öyle çok sokulgan bir kız değildir, uzak dururdu benden. Bazen böyle, aniden yanıma gelip sevgisini ifade ederdi.
“Ben de seni çok seviyorum Tanem…”
Tanem’in en yakın arkadaşı Berra durur mu?
“Ya ben?”
“Sen en iyisi turizmci ol Berra…” Babasının Yahşi’de oteli vardı.
“Hakan, sen de çok iyi mühendis olursun…” Okula bu yıl gelmişti, matematiği çok iyiydi. Kürsüden uzaktaydı. Kızlardan fırsat bulamıyordu ki yanıma gelsin. Mahcup bir sesle teşekkür ederken çok hoştu.
“Deniz satranççı…” Okulun satranç takımındaydı Deniz. Satranç sayesinde onunla yakınlık kurmuştum. Satrancı sevdiğimi biliyordu. Birkaç kez de oynamıştık. Onu hep özendirmeye çalışırdım.
“Mustafa ile Egehan çok iyi futbolcu olurlar.” İkisi de sınıfın en yapılı öğrencisiydi. Egehan maçlarda kendinden geçerdi. Kan ter içinde kalırdı. Takım kaptanlığını hep Mustafa üstlenirdi, takımı o kurardı. Çok hırslıydı. Onlara futbolculuğu yakıştırmam ikisini de mutlu etti. Şakadan böyle söylediğimi, futboldaki başarılarını takdir ettiğimi anlamışlardı.  
Herkesten uzakta, sırasında, önündeki maketlerle uğraşan Güneş’i atlayamazdım.
“Güneş, sen merak etmiyor musun?”
Her zamanki gibi omuz silkti, hayır dercesine. Konuşmayı pek sevmezdi. Ağzından lafı cımbızla alırdım.
“Çocuklar, Güneş beni çok seviyor, değil mi?”
“Hayır, sevmiyorum!”
İki yıldır aramızda espri konusuydu. Dördüncü sınıftayken de dersine girmiştim. Derse katılmaz, başka şeylerle uğraşırdı. Dinlemiyormuş gibi görünürdü; ama kulağının bende olduğunu bilirdim. Sadece sınıf öğretmenini sevdiğini söylerdi. Bir gün ona “Güneş, seni çok seviyorum, sen de beni seviyor musun?” diye sormuştum. Tek kelimeyle yanıtlamıştı: “Hayır!” O günden sonra sevme/sevmeme, aramızda espri konusuydu.
“Çocuklar, Güneş’e bilim adamlığı yakışır,” dediğimde yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Çok zekiydi ve o da bunun farkındaydı.
Başından beri sınıfta dolanıp duran Ali Kerem kızları kenara iteleyerek yanıma sokuldu. O da okula bu yıl gelenlerdendi. Her dersin sonunda yanıma gelip “Bugün nasıldım?” diye sorardı. “Çok iyiydin,” yanıtını aldığında sevinçten havalara uçardı. Çok zekiydi, ama derslerde pek yerinde oturmazdı. Bu konuyu annesiyle konuştuktan sonra söz vermişti, derste sırasından ayrılmayacaktı. Sözünü tutmaya çalışıyordu, epey ilerleme göstermişti. O bilindik telaşıyla sorusunu yineliyordu:
“Ya ben? Ya ben? Ben!”
“Ya mimar ya da mühendis…”
“Teşekkür ederim öğretmenim.”
Yanıtını almıştı, duyması gerekenleri duymuştu, kürsünün önünü kızlara bırakabilirdi artık; öyle de yaptı. Onun boşalttığı yere Öykü geçti.  O da pek konuşkan değildi. Sınıfta iki Öykü vardı, o küçüğüydü. Onun merak ettiği benimle ilgiliydi:
“Öğretmenim, siz küçükken çalışkan mıydınız?”
“Yoo, çalışkan değildim, hatta tembeldim.” Bizim zamanımızda başarısız öğrenciler tembellikle nitelenirdi.
Birden hepsi dikkat kesildi. Duyduklarına inanamadıkları belliydi.
“İnanmayız öğretmenim!”
“Anlatayım öyleyse: İlkokul birinci sınıfta öğretmenim Arslan Beydi. Okumayı zor sökmüştüm. Babamın hatırına ikinci sınıfa geçirilmiştim sanırım. İkinci sınıfta, sınıfımız ikiye bölünmüştü, ben başka bir öğretmene düşmüştüm. Zihni Öğretmen okulumuza o yıl atanmıştı, kalan dört yılı onda okumuştum. Başarılı değildim, çarpım tablosunu bile zor ezberlemiştim. Ancak beşinci sınıfa geldiğimde kendimi göstermeye, derslerde söz almaya başlamıştım…”
“Öğretmenimin gözüne girmek için dersin dışında çok başka yollar deniyordum. Okulumuz kasabanın epeyce dışındaydı. Kasabaya götürülecek bir evrak ya da eşya olduğunda hemen öne atılırdım. Öğretmenim her seferinde beni gönderirdi; çünkü en kısa sürede gidip geleceğimi bilirdi. Okuldan çıktığımda uçardım adeta. Gidiş neyse de dönüşte yokuş yukarı çıkarken çok yorulurdum…”
“Öğretmeniniz sizi över miydi? Ne derdi size?”
“Överdi herhalde, anımsayamıyorum şimdi…”
Verdiğim yanıt onları pek tatmin etmemişti. Belleğimi zorlayınca bir mendil kapmaca oyununda “Aferin, bravo!” dediğini anımsadım.
“Evet, arada bir aferin alıyordum öğretmenimden.”
“Ya derslerde?” Soruyu yanıtlayamadan araya Tanem girdi.
“En sevdiğiniz ders neydi öğretmenim?”
“Bu da sorulur mu Tanem, tabii ki matematiktir.”
“Hayır, matematiği sevmezdim…”
“Aaa…” Hep bir ağızdan çıkmıştı hayret sesleri.
“Tarih dersini severdim. Hiç unutmam, beşinci sınıfta tarihten yazılı olmuştuk. Öğretmenimiz yazılı kağıtlarını sınıfta seslice okuyordu. Biz de, şimdi sizin yaptığınız gibi öğretmenimizin başına toplanmıştık. Sıra benim kağıdıma gelmişti. Okuduğu tüm yanıtlarım doğruydu. Yazdıklarım kitapla birebirdi, ayrıntılı yanıtlamıştım soruları. Öğretmenim puanlarımı topladı, sonuç dörttü. O zamanlar notlarımız beş üzerinden veriliyordu…”
“Yanlış mı toplamış öğretmeniniz?”
“Hayır, bilmediğim bir soruyu boş bırakmış, hiçbir şey yazmamıştım.”
“Öğretmeniniz ne dedi size?”
Soruyu hemen yanıtlayamadım. O güne gittim, her şey olduğu gibi gözümün önündeydi. Öğretmenimin sözleri, arkadaşlarımın bana bakışları, capcanlı anılarımdaydı. Öğretmenimin söyledikleri beni çok üzmüştü. Zaten’le başlayan bir cümle kurmuştu. Tümünü doğru bilemeyeceğimi, tam not alamayacağımı ima etmişti.
“Hatırlamıyorum…” Öğretmenimin sözlerini öğrencilerime söyleyemedim. Sesimden üzüntümü anladılar ama.
“Öğretmeninizi seviyor muydunuz?”
Duraksamadan yanıtladım.
“Tabii seviyordum. Şöyle anlatayım, bir babanın çocukları var, içlerinden biri haylaz, başarısız, baba ona sert davranır, belki sevgisini de belli etmez; ama onu sever yine de… Evlat da babasını sever…”
Susup çocukların yüzüne baktım, ikna olmamışlardı.
“Çok iyi bir öğretmendi, başarılıydı, müzik derslerinde sınıfa kemanıyla girerdi, çok güzel geçerdi derslerimiz. Bir piyeste bana da görev vermişti. Beni kazanmak için özen gösterdiğini sonradan anladım. Anlayacağınız üzerimde emeği büyüktür.”
“İyi öğretmenmiş…” Ali Kerem’di. Diğer çocuklar da ona katılınca sevindim. Öğretmenim hakkında güzel düşünmelerini istiyordum.
“Şimdi sıkı durun ve dinleyin; bugün yazıyorsam bunu Zihni Öğretmen’ime borçluyum…”
“Nasıl yani?”
“Son derslerimizde, zil çalmadan önce on beş dakika kadar bir romandan bölümler okurdu bize. Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe romanını okumuştu. Okuma saatlerini iple çekerdim. O zamanlarda radyoda ‘arkası yarın’ adlı bir program vardı, bir tiyatro oyunu radyoda canlandırılırdı. Çok sevilirdi. Öğretmenimizin okumalarını da ona benzetirdim.”
“Televizyon yoktu tabii…”
“Evet, yoktu… Öğretmenimi minnetle, saygıyla anıyorum hep…”
“Yaşamıyor mu?”
“Ne yazık ki yaşamıyor! Yıllar sonra onu Bursa’da bir durakta otobüs beklerken gördüm. Çiçeği burnunda bir öğretmendim. Yanına gidemedim, kendimi tanıtamadım… İçimden gelmemişti o an… O şekilde karşısına çıkarsam, ona nispet yaptığımı sanabilirdi. Böyle düşünmüştüm. Yanlış yaptığımı yıllar sonra anladım, öğretmenim benimle gurur duyardı, eminim…”
Sınıfta kısa bir sessizlik oldu. Çocukların bana bakışları çok hoştu, sanırım üzülmüşlerdi.
“Bakın ortaokul yıllarımı duyunca sevineceksiniz. Ortaokulda, sanki bana sihirli bir değnek değmişti, çok çalışkan bir öğrenci olmuştum. Hacı Kaya adında bir matematik öğretmenimiz vardı. Ders anlatırken bana bakardı, göz göze gelirdik, konuyu anlamak için gözlerimi ondan ayıramazdım. Yazılılarda, hep 10 üzerinden 10 alırdım, birinde 8 almıştım, ders boyunca ağlamıştım. Sınıfta çalışkan iki kız vardı, onlar 10 almışlardı…”
Az önceki üzüntülü hava gitmişti. Kızlarla erkekler arasında tartışma başlamıştı: “Kızlar daha çalışkandır!” “Hayır erkekler!” Bu anlamsız rekabette kızların benim yüzümden zor durumda kalmalarını istemediğimden araya girdim.
“Sanmayın ki yaramazlığı bıraktım, aynen devam ettiriyordum. Evde ders çalışmazdım, okulda teneffüs aralarında yapardım ödevlerimi. Derslerde bambaşka bir çocuğa dönüşürdüm. Öğretmenime odaklanırdım, sanırım başarımı buna borçluydum.”
“Matematik öğretmeninizi daha sonra gördünüz mü?”
“Hayır görmedim. Nereli olduğunu biliyordum, yıllar sonra arayıp telefonunu buldum. Onunla konuştum, özerimdeki emekleri için çok teşekkür ettim. Ne yazık ki beni hatırlamadı. Dersime sadece bir yıl girmişti.”
Kısa bir sessizlikten sonra başka sorulara geçtiler. İlk davranan Leyla’ydı.
“Lisede nasıldınız öğretmenim?”
“Orta halli bir öğrenciydim. Derslerimle sorunum yoktu, idare ediyordum. Sanata, spora daha çok zaman ayırıyordum. Çizdiğim karikatürler ve yazdığım kısa öykülerle bir duvar gazetesi çıkarıyordum.”
“Gazetenizin adı neydi?”
“Özgün!” Gazetemin adını coşkuyla söylemiştim. Bir an o günlere gitmiştim. Yüzümdeki gülücüğün çocukların gözünde yansıyışını fırsat bilip araya öğütlerimi sıkıştırdım: “Bir öğrenci sadece dersleriyle yetinmemeli; çok kitap okumalı, sanatla ilgilenmeli, tabii sporu da ihmal etmemeli.”
“Lisedeyken sevdiğiniz bir öğretmeniniz var mıydı?”
“Evet, matematik öğretmenim…” Gülerek sözümü kestiler.
“Şaşırmadık öğretmenim.”
“İnci Hanım iyi matematikçiydi, benim de matematiğim fena sayılmazdı. Onu başka bir özelliğinden dolayı seviyordum. Öğretmen adayıydım, okulu bitirince öğretmen olacaktım. Anadolu’nun uzak bir köyüne gidecek, köy çocuklarını eğitecektim. Bizler kalpleri vatan sevgisiyle dolu idealist öğretmen adaylarıydık.”
“Liseden sonra hemen öğretmen mi oldunuz?”
“Evet, on dokuz yaşında gencecik bir öğretmendim. O yaşlarda insan çok başka şeylere değer veriyor, çocuklar. Vatan sevgisi, eşitlik, adalet, doğruluk gibi kavramlar önceliğimizdi. Öğretmenler, öğrencilerine not verirken adaletli davranmak zorundadır. İnci Hanım, öğrencileri arasında ayırım yapmazdı. Ne yazık ki her öğretmen aynı duyarlılığı göstermezdi… Bir de İnci Hanım’ın Atatürkçü, demokrat, aydın kişiliğinden etkilenmiştim...”
“Öğretmenim sizin zamanınızdaki sorunlar çok başkaymış…”
Berra haklıydı, aradan kırk yıl, elli yıl geçmiş, her şey değişime uğramıştı… Aniden aklıma öğleden sonraki dersler geldi. Saatime baktım. Dersin başlamasına az kalmıştı. Çocuklar birer ikişer sınıfa giriyorlardı.
“İlkokuldan girdik liseden çıktık çocuklar…”
Konuşma bitmiştir demeye getirmiştim lafı. Hepsi zeki çocuklar tabii, hemen anladılar.
“Öğretmenim, öğrencilik hayatınızı roman özeti gibi anlattınız…”
“Sizce romanın ana fikri nedir?”
“Siz söyleyin öğretmenim, ders başlayacak birazdan.”
“Öğretmenlik bir sanattır, öğretmen de bir sanatçıdır. İyi bir öğretmen öğrencileriyle empati kurabilmelidir. Bir sorunla karşılaştığımda çocukluğuma giderim; ben olsaydım ne hissederdim, diye düşünürüm… Çocukluğunuzu hiç unutmayın. ”
Sınıf dolmak üzereydi. Geç gelenlerin tepkisi çok hoştu; “Kaçırdım mı, neden benim haberim olmadı, hiç aklıma gelmedi sınıfa geleceğiniz…” Yaman’la Ege’nin sınıfa girişleri ise tam onlara göreydi. Kapıyı açıp ikisi birden “Biz geldik!” diye bağırarak içeri dalmışlardı. Beni görünce öylece kala kaldılar.
“Dersimiz matematik mi?” İkisi aynı anda konuşmuştu. Sınıftan kahkahalar yükselince onlar da rahatladılar. Benim de başka bir sınıfa dersim vardı. Sınıftan çıkmadan önce tahtanın başına geçtim.
“Anlattıklarımın özetini tahtaya yazayım mı çocuklar?”
“Yazın öğretmenim!”
“Sabır ve Hoşgörü, Bilgi ve Deneyim, Empati ve Sevgi; Öğretmeni Sanatçı Yapan Özelliklerdir…”
          24.11.2019 / Akbük
(Öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmeye devam ediyorum. İçinde adlarının geçeceği öyküler yazacaktım. Adı geçenlerin karakterlerini elimden geldiğince vermeye çalışıyorum. Kitaplaştırıp bastırdığımda ileride onlar için hoş anı olacağına inanıyorum. Onlar benim meslek hayatımdaki tüm öğrencilerimin özetidir, onları çok seviyorum… Bu öykü kitabın sonunda yer alacak, bu nedenle bu öyküde ben de varım...)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder