REKTÖR
Ali Deliak’ın anısına...
Okuldan çıkınca hemen sahile iniyorduk. Eşim de ben de
kısa sürede Çınaraltı’nın aşığı olmuştuk. Oysa Ereğli’de daha birinci ayımızı
doldurmamıştık. İkimiz de öğretmendik. Devlete atamamız yapılmayınca özel
okullarda şansımızı denemek istedik. Birkaç yere başvuruda bulunduk. Ereğli’den
çağrılınca kalkıp geldik. Ereğli’yi de okulumuzu da çok sevdik. Ankara’dan sonra
denizi olan bir kente gelmek mutluluğumuza mutluluk kattı.
Ereğli’nin sahili çok güzeldi. Yürüyüş için de uygundu.
Belediye, sahil şeridine iki kilometre uzunluğunda yürüyüş ve bisiklet yolu yaptırmış.
Haftanın en az üç günü sahilde yürüyorduk. Hafta sonlarında Çınaraltı’nın
klasiği simit, keş ve çayla yapılan kahvaltıyı da söylemeden geçemeyeceğim.
Eğer Ereğli’ye gelirseniz mutlaka uğrayın Çınaraltı’na. Haklı olduğumu göreceksiniz.
Son günlerde her akşam inmeye başlamıştık sahile. Sevimli
küçük bir köpekti bizi sahile çeken. Zeynep, köpekleri çok sever. Evlendiğimiz
günden beri köpek almamız için ısrar ediyordu. Köpekleri ben de severim, ama
bakımının zorluğunu da bilirim. Zeynep’in beni ikna etme çabalarını büyük bir
ustalıkla savuşturuyordum; ta ki bu haftanın başında o sevimli küçük köpekle
karşılaşana kadar.
Köpeği yaşlı bir adam gezdiriyordu. Zeynep’in o anki heyecanını
görmeliydiniz. Bıraksam gidip köpeği kucaklayabilirdi. Kızıl kahverengi
tüylerini sallayarak koşarken gerçekten güzel görünüyordu köpek. Cocker cinsi
dediklerindendi, uzun kulakları vardı. Başı önde koşarken kulakları yere
değiyordu. Zeynep peşlerini bırakır mı, elimden tutmuş asılıyordu. Bir an kendimi
yaşlı adam gibi hissettim. Köpek de tasmasıyla yaşlı adamı sürüklüyordu. Daha
çok, bisiklet yoluyla kaldırım arasındaki çimenlik alanı tercih ediyordu. Sahil
boyunca ziyaret edeceği onlarca çeşit ağaç vardı: çam, ıhlamur, palmiye, çınar,
manolya, iğde, dut, gülhatmi, akasya... Saymakla bitmez! Bir akşam Zeynep’le iş edinip ağaç
çeşitlerini not etmiştik. Bize en ilginç gelen de çamın her türünün bulunması
oldu...
Onlar hızlanınca biz de hızlanıyorduk. Neyse ki
köpeğin arada bir duracağı tutuyordu da dinlenebiliyorduk. Bu şekilde Herkül
Heykeli’ne kadar geldik. Yaşlı adam karşılaştığı biriyle ayaküstü konuşmaya dalınca
biz de anlamsız bir şekilde orada dikilmeye başladık. Bu durum beni rahatsız
etti, adamın dikkatini çekebilirdik. Zeynep de bana hak verince Çınaraltı’na
doğru yürümeye devam ettik. Çınaraltı’na
geldiğimizde adamla köpek koşar adımlarla yanımızdan geçtiler. Gidip Hicabi’nin
çay bahçesinde en uçtaki boş bir masaya yerleştiler. Oradan daha öncede
geçmiştik, ama hiç dikkatimi çekmemişti; oturdukları daracık yerde sekiz tane
kocaman çınar ağacı vardı. Ağaçların iri gövdelerinin aralarına da üç tane masa
sığdırılmıştı. Ereğli’ye geldiğinizde çınarlardan neden bu kadar fazla söz
ettiğimi siz de anlayacaksınız. Ereğli’deki çınarların birçoğu Fatih Sultan
Mehmet döneminde, İstanbul’un alınışının anısına dikilmiş. Her birinde “Anıt
Ağaç” tabelası var...
O günden sonra akşamlarımızın vazgeçilmezi oldu yaşlı
adamla köpeği izlemek. Yürüyüşleri bitip oturduklarında biz de onlara yakın bir
masaya geçiyorduk. Zeynep gidip yakından sevmek istiyordu köpeği ama cesaret
edemiyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de işime geliyordu bu durum. Biliyordum
ki köpekle yakınlaşma başıma iş açacaktı. Ama insan bir yere kadar kaçabiliyor
başına geleceklerden! Sonunda, Zeynep kolumdan çekerek adamla köpeğinin yanına
götürdü beni.
“Köpeğinizi sevebilir miyim?”
“Anlayamadım!”
Zeynep’in sorusunu duymamıştı adam. Ya da ters biriydi.
Zeynep’le göz göze geldik. Ben “Durup dururken başımıza iş açacaksın Zeynep,”
dercesine bakarken, o, “Ne olur ne olur!” diye yalvarıyordu gözleriyle.
“Eşim köpeğinizi sevmek istiyor,” dedim.
“Tabii sevebilir. Korkmayın ısırmaz,” dedi
gülümseyerek.
Uzaktan bize çok yaşlı gibi gözüken adam tahminen ellili
yaşların ortasındaydı. Uzun ve beyaz sakalları bizi yanıltmıştı. Zeynep eğilip
köpeğin başını okşadı. Okşarken de sevgi sözcüklerini arka arkaya sıralıyordu.
Köpek de gördüğü ilgiye kayıtsız kalmıyordu. İkisi de hayatlarından memnundu!
“Adı ne?” Zeynep’in bu sorusu da karşılıksız kalmıştı.
Zeynep tekrarlayınca adam gülümseyerek “Rektör,” dedi.
“Rektör mü?” İkimiz de aynı tepkiyi vermiştik. İsim
bize garip gelmişti, bir köpekte ilk defa duyuyordum.
“İlginç bir isim,” diyebildim.
“Sahibi çok akıllı ve zeki olunca köpeğinin adını da
Rektör koyar tabii.”
Kendini beğenmişin teki, diye içimden söylenirken,
“Arkadaşımın köpeği,” diye ekledi adam.
Beni de içine çekmişti köpek muhabbeti. Adam ve köpeğinin
gizemli halinden etkilenmemek mümkün değildi. Yanılmadığımı adamı dinledikçe
anlayacaktım. Eminim ki herkesin köpeklerle ilgili dinlediği birçok hikâye
vardır. Bizi hayrete düşüren sadece adamın anlattığı hikâyeler değil, bizzat
gözlerimizle görüp tanıklık ettiğimiz olaydı...
“Ayakta kaldınız, oturun,” deyince adam, masaya iyice
yerleştik.
“Teşekkür ederim, benim adım Fatih, eşim Zeynep...”
“Soyadı da Deliak, Rektör Deliak, Facebook’ta sayfası
da var.”
Tanışma faslımıza bu şekilde yanıt vermesine bozuldum.
Ben ne diyordum o ne diyor? Adamın kulağındaki işitme cihazını fark edince
anladım başından beri anlaşmakta neden zorlandığımızı. Zeynep’in ne benimle ne
de adamla ilgilendiği vardı. O, Rektör’le ilişkiyi ilerletmenin derdindeydi.
Sahilden gelip Hicabi’nin Çay Bahçe’sine giden yaya yolunun yanındaydı masamız.
Bu nedenle gelip geçenlerin selamlarına da yarım yamalak yanıtlar veriyordu
adam. Konuşurken yüz hali ve mimikleri çok değişikti. Hani derler ya görmüş
geçirmiş insan, tam karşımdaki adama uygundu bu sözler.
Rektör sevilmekten yorulunca başını iki ayağının
arasına alıp ayaklarımızın dibine uzandı. Bir edebiyat öğretmeni olarak içinde
bulunduğumuz mekânı ve anı betimlemeyi çok isterdim. Keşke Sait Faik’in yazma
yeteneği bende de olsaydı! İki metre ötemizde çekeklere çekilmiş balıkçı
kayıkları, limanın durgun masmavi ışıltısı, çınarların yapraklarından süzülüp
gelen esinti... Ve önümüzde tavşankanı çaylar...
Zeynep’in sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrıldım.
“Neden soyadı Deliak?” Zeynep sandalyesine otururken sormuştu sorusunu. Adamdan
yanıt alamayınca soran gözlerle bana baktı. Ben kulağımı gösterdim anlasın
diye. Ama adam cin gibi, hemen fark etti.
“Biraz yüksek sesle konuşursanız daha iyi duyarım,”
dedi gülerek.
“Soyadı neden Deliak?” diye sordum. Bu sefer duymuştu.
“Arkadaşımın soyadı Deliak, köpeğe kimlik alırken öyle
yazdırmış.”
“Her akşam siz gezdiriyorsunuz...”
Sözümü bitirmeden araya girdi.
“Arkadaşım on beş gün önce vefat etti. Her akşam
kendisi gezdiriyordu...”
Sesinin titrediğini fark edince üzüldüm.
“Başınız sağ olsun, istemeyerek acınızı tazeledik...”
“Önemli değil...” Sustu, başını geriye doğru çekip
şöyle bir baktı bize. “Aslında benim köpeğe alerjim var, mecburen bana
kaldı...”
“Arkadaşınızın kimsesi yok mu?”
“Var... Ali’nin muhasebe bürosu vardı, oğlu işin
başına geçti, bu aralar çocuğun işleri yoğun, bana kaldı Rektör’ü gezdirmek. Geç
çıkıyor işten Mehmet. Rektör, Ali’nin bize emaneti...”
“Anladım...” Zeynep bir şey söyleyecekti ama adam konuşmaya
devam etti.
“Benim köpeklere karşı alerjimin olduğunu üç yıl önce öğrendim.
Nasuh Mitap’ın cenazesine Kırklareli’ye Ali’nin arabasıyla gittik. Arabanın önü
doluydu, ben arkada Rektör’le yolculuk ettim...” Bizim soran bakışlarla
baktığımızı görünce açıklama gereği duydu. “Nasuh Mitap 1978 kuşağının devrimci
önderlerindendi, Kırklarelili olduğundan oraya defnedildi.”
“Cenazeye Rektör’ü de mi götürdünüz?” diye sordu Zeynep.
“Ali’nin çocukları İstanbul’daydı, Rektör’ü yalnız bırakmak
istemedi. Yol boyunca kaşındım, aksırıp tıksırdım. Asıl ben size, orada Rektör’le
Ali’nin yaşadıklarını anlatayım.”
Ben içimden bir of çekerken Zeynep’e baktım. Onun
keyfi yerindeydi. Dirseğini masaya dayamış, eli çenesinin altında, dinlemeye
hazırdı. Adamın anlatacağı hikâyeyi kim bilir kaç kez de o anlatacaktı. İçimden
bir his köpek almaktan kaçışımın olmadığını söylüyordu bana.
“Sanki bütün Trakya ayağa kalkmış. Cenaze törenine katılmak
için binlerce insan yollara dökülmüş. Kırklareli’ne geldik. Yollar dolu, ortalık
ana baba günü, arabayı park edecek yer bulabilirsen bul. Kentin birkaç yerine
taziye çadırları kurulmuştu. İlk defa böyle bir cenaze töreni görüyordum; şehrin
tamamı Nasuh Abi’nin cenazesini sahiplenmişti. Tören alanına yaklaştığımızda Ali
bizi arabadan indirip park yeri aradı...”
“Rektör?”
Zeynep’in sorusuna gülerek yanıt verdi adam.
“Onu arabada bıraktı. Camları aralık bırakmış. Rektör
alışık buna.”
“Yabancı yerde tehlikeli olmaz mı?”
“Dediğiniz gibi, aynı kaygı Ali’de de vardı. Tören
bitti, döneceğiz, ama arabayı bulamıyoruz. Ali’yi görmeliydiniz, bir sağa bir
sola koşuyor, bir yandan da ‘Rektör! Rektör!’ diye bağırıyordu. Rengi mengi
uçmuştu. Daha önce onu bu halde hiç görmemiştim. Ali aslında çok sakindir...”
Adam, o anı yaşar gibi anlatıyordu. Hızlı konuşurken
zorlanıyor gibiydi. Zeynep’in yüzünü görmeliydiniz bir de, dokunsalar ağlayacaktı.
Neyse ki adam anlatımını gülerek bitirdi.
“Ali arabanın önünde duruyor, ama farkında değil. Durumunu
siz anlayın. Hemen kapıyı açtı, Rektör’le kucaklaşmalarını görmeliydiniz. Birbirlerine
öyle bir sarılışları vardı ki...”
Rektör’ün inlemesiyle üçümüz de başımızı köpeğe çevirdik.
Yattığı yerden kalkmış masanın etrafında dolanıyordu. Bir yandan da inleme
sesleri çıkarıyordu.
“Ağlıyor, anladı” dedi adam. “Rektör, sakin ol oğlum, gel
yanıma...”
Köpek sakinleşince masaya sessizlik çöktü. Eşimin
gözleri nemlenmişti. Diyorum ya bugünün sonu hayırlı değil diye... Köpek de
ağlar mı? Kim bilir hayvanın ne derdi vardı. Zeynep içimden geçenleri okumuştu.
“Basbayağı ağladı Rektör, Fatih. Konuşulanları anlıyor
sanki. Sahibini merak ettim...”
“Çok farklı biriydi, sosyalist bir partinin il başkanlığını
yapıp aynı zamanda da her kesimden insanın sevgisini, saygısını kazanmak kolay
değildir. Cenazesini görmeliydiniz, çok kalabalıktı...”
“Hayvan seven insanlardan kimseye zarar gelmez...” Zeynep’in
söylediklerine aldırmadan konuşmaya devam etti adam.
“Ali, Ereğli Fenerbahçeliler Derneği yönetim
kurulundaydı, onun bir de Fener Bahçe’yle ilgili bir anısı var... Yok, ben size
Ali’nin Rektör’ü ne kadar çok sevdiğini gösteren olayı anlatayım.”
“Hepsini anlatın, biz dinleriz; değil mi Fatih?”
Dinleriz tabii!..
“Ali, bir gün sahilde Rektör’ü gezdiriyormuş. Boşta
gezen bir pitbull Rektör’e saldırmış...”
“Aman!.. Off ya neden tasmasız gezdirirler ki?”
“Pitbull koca bir köpek, doğrudan Rektör’ün ensesinden
kapmış. Ali hemen atılmış üzerlerine, Rektör’ü kurtarmak için kendi kolunu
pitbullun ağzına sokmuş, ayırmaya çalışmış. Köpeğin bırakacağı yok, boğuşma
anında Ali’yi de birkaç yerinden ısırmış...”
“Vah vah, yazık... Bir babanın çocuğuna kendini feda
etmesi gibi...”
“Rektör’le pitbullun arasına girdiğinde Ali bakmış
olmuyor, köpeğin arka ayağına tüm gövdesiyle abanmış. Çatırtı sesinin
duyulmasıyla pitbullun ciyaklayarak kaçışı bir olmuş. Ali biliyormuş köpeklerin
en hassas yerinin bacakları olduğunu.”
“Köpeğin bacağı mı kırılmış?”
“Evet! Ne yapsın? Ali Deliak deyince anlatacak çok şey
var...”
Ölen sahibinin ismini duyan Rektör başladı inlemeye,
inlemek değil bildiğimiz ağlama sesi... Köpek ağlıyordu. İnanılacak gibi
değildi, inanın gözlerimle görmesem inanmazdım. Rektör’ün gözlerinden akan yaşlar
beni de etkiledi. Benim de gözlerim doldu. Zeynep’in iç çekişleri köpeğin
inlemelerine karışınca adam ayağa kalktı.
“Biraz dolaştırayım. Arada bir böyle oluyor.
Veterinere götürüyoruz iğneye, öyle rahatlıyor... Daha dün iki iğne yaptırdık...”
Köpeğin çekiştirmesiyle sandalyesinden kalktı. “Kusura bakmayın, hep ben
konuştum, yarın yine buralarda olurum. Adım Çetin...”
Adam lafını tamamlayamadan Rektör’ün ardından sürüklenircesine
yürüdü. Arkalarından öylece bakakaldık. Zeynep ağlıyordu, eşimin gözlerinden
akan yaşlar, uzun siyah kirpiklerindeki rimele karışmıştı...
Hikâyenin sonunu anlatmama gerek var mı? Şimdi evimizde
iki aylık minik bir köpeğimiz var, adı Rektör...
(EYLÜL 2017
/ AKBÜK)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder