19 Ekim 2017 Perşembe

REKTÖR
                                                                                        Ali Deliak’ın anısına...
Okuldan çıkınca hemen sahile iniyorduk. Eşim de ben de kısa sürede Çınaraltı’nın aşığı olmuştuk. Oysa Ereğli’de daha birinci ayımızı doldurmamıştık. İkimiz de öğretmendik. Devlete atamamız yapılmayınca özel okullarda şansımızı denemek istedik. Birkaç yere başvuruda bulunduk. Ereğli’den çağrılınca kalkıp geldik. Ereğli’yi de okulumuzu da çok sevdik. Ankara’dan sonra denizi olan bir kente gelmek mutluluğumuza mutluluk kattı.
Ereğli’nin sahili çok güzeldi. Yürüyüş için de uygundu. Belediye, sahil şeridine iki kilometre uzunluğunda yürüyüş ve bisiklet yolu yaptırmış. Haftanın en az üç günü sahilde yürüyorduk. Hafta sonlarında Çınaraltı’nın klasiği simit, keş ve çayla yapılan kahvaltıyı da söylemeden geçemeyeceğim. Eğer Ereğli’ye gelirseniz mutlaka uğrayın Çınaraltı’na. Haklı olduğumu göreceksiniz.
Son günlerde her akşam inmeye başlamıştık sahile. Sevimli küçük bir köpekti bizi sahile çeken. Zeynep, köpekleri çok sever. Evlendiğimiz günden beri köpek almamız için ısrar ediyordu. Köpekleri ben de severim, ama bakımının zorluğunu da bilirim. Zeynep’in beni ikna etme çabalarını büyük bir ustalıkla savuşturuyordum; ta ki bu haftanın başında o sevimli küçük köpekle karşılaşana kadar.
Köpeği yaşlı bir adam gezdiriyordu. Zeynep’in o anki heyecanını görmeliydiniz. Bıraksam gidip köpeği kucaklayabilirdi. Kızıl kahverengi tüylerini sallayarak koşarken gerçekten güzel görünüyordu köpek. Cocker cinsi dediklerindendi, uzun kulakları vardı. Başı önde koşarken kulakları yere değiyordu. Zeynep peşlerini bırakır mı, elimden tutmuş asılıyordu. Bir an kendimi yaşlı adam gibi hissettim. Köpek de tasmasıyla yaşlı adamı sürüklüyordu. Daha çok, bisiklet yoluyla kaldırım arasındaki çimenlik alanı tercih ediyordu. Sahil boyunca ziyaret edeceği onlarca çeşit ağaç vardı: çam, ıhlamur, palmiye, çınar, manolya, iğde, dut, gülhatmi, akasya... Saymakla bitmez!  Bir akşam Zeynep’le iş edinip ağaç çeşitlerini not etmiştik. Bize en ilginç gelen de çamın her türünün bulunması oldu...
Onlar hızlanınca biz de hızlanıyorduk. Neyse ki köpeğin arada bir duracağı tutuyordu da dinlenebiliyorduk. Bu şekilde Herkül Heykeli’ne kadar geldik. Yaşlı adam karşılaştığı biriyle ayaküstü konuşmaya dalınca biz de anlamsız bir şekilde orada dikilmeye başladık. Bu durum beni rahatsız etti, adamın dikkatini çekebilirdik. Zeynep de bana hak verince Çınaraltı’na doğru yürümeye devam ettik.  Çınaraltı’na geldiğimizde adamla köpek koşar adımlarla yanımızdan geçtiler. Gidip Hicabi’nin çay bahçesinde en uçtaki boş bir masaya yerleştiler. Oradan daha öncede geçmiştik, ama hiç dikkatimi çekmemişti; oturdukları daracık yerde sekiz tane kocaman çınar ağacı vardı. Ağaçların iri gövdelerinin aralarına da üç tane masa sığdırılmıştı. Ereğli’ye geldiğinizde çınarlardan neden bu kadar fazla söz ettiğimi siz de anlayacaksınız. Ereğli’deki çınarların birçoğu Fatih Sultan Mehmet döneminde, İstanbul’un alınışının anısına dikilmiş. Her birinde “Anıt Ağaç” tabelası var...
O günden sonra akşamlarımızın vazgeçilmezi oldu yaşlı adamla köpeği izlemek. Yürüyüşleri bitip oturduklarında biz de onlara yakın bir masaya geçiyorduk. Zeynep gidip yakından sevmek istiyordu köpeği ama cesaret edemiyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de işime geliyordu bu durum. Biliyordum ki köpekle yakınlaşma başıma iş açacaktı. Ama insan bir yere kadar kaçabiliyor başına geleceklerden! Sonunda, Zeynep kolumdan çekerek adamla köpeğinin yanına götürdü beni.
“Köpeğinizi sevebilir miyim?”
“Anlayamadım!”
Zeynep’in sorusunu duymamıştı adam. Ya da ters biriydi. Zeynep’le göz göze geldik. Ben “Durup dururken başımıza iş açacaksın Zeynep,” dercesine bakarken, o, “Ne olur ne olur!” diye yalvarıyordu gözleriyle.
“Eşim köpeğinizi sevmek istiyor,” dedim.
“Tabii sevebilir. Korkmayın ısırmaz,” dedi gülümseyerek.
Uzaktan bize çok yaşlı gibi gözüken adam tahminen ellili yaşların ortasındaydı. Uzun ve beyaz sakalları bizi yanıltmıştı. Zeynep eğilip köpeğin başını okşadı. Okşarken de sevgi sözcüklerini arka arkaya sıralıyordu. Köpek de gördüğü ilgiye kayıtsız kalmıyordu. İkisi de hayatlarından memnundu!
“Adı ne?” Zeynep’in bu sorusu da karşılıksız kalmıştı. Zeynep tekrarlayınca adam gülümseyerek “Rektör,” dedi.
“Rektör mü?” İkimiz de aynı tepkiyi vermiştik. İsim bize garip gelmişti, bir köpekte ilk defa duyuyordum.
“İlginç bir isim,” diyebildim.
“Sahibi çok akıllı ve zeki olunca köpeğinin adını da Rektör koyar tabii.”
Kendini beğenmişin teki, diye içimden söylenirken, “Arkadaşımın köpeği,” diye ekledi adam. 
Beni de içine çekmişti köpek muhabbeti. Adam ve köpeğinin gizemli halinden etkilenmemek mümkün değildi. Yanılmadığımı adamı dinledikçe anlayacaktım. Eminim ki herkesin köpeklerle ilgili dinlediği birçok hikâye vardır. Bizi hayrete düşüren sadece adamın anlattığı hikâyeler değil, bizzat gözlerimizle görüp tanıklık ettiğimiz olaydı...
“Ayakta kaldınız, oturun,” deyince adam, masaya iyice yerleştik.
“Teşekkür ederim, benim adım Fatih, eşim Zeynep...”
“Soyadı da Deliak, Rektör Deliak, Facebook’ta sayfası da var.”
Tanışma faslımıza bu şekilde yanıt vermesine bozuldum. Ben ne diyordum o ne diyor? Adamın kulağındaki işitme cihazını fark edince anladım başından beri anlaşmakta neden zorlandığımızı. Zeynep’in ne benimle ne de adamla ilgilendiği vardı. O, Rektör’le ilişkiyi ilerletmenin derdindeydi. Sahilden gelip Hicabi’nin Çay Bahçe’sine giden yaya yolunun yanındaydı masamız. Bu nedenle gelip geçenlerin selamlarına da yarım yamalak yanıtlar veriyordu adam. Konuşurken yüz hali ve mimikleri çok değişikti. Hani derler ya görmüş geçirmiş insan, tam karşımdaki adama uygundu bu sözler.
Rektör sevilmekten yorulunca başını iki ayağının arasına alıp ayaklarımızın dibine uzandı. Bir edebiyat öğretmeni olarak içinde bulunduğumuz mekânı ve anı betimlemeyi çok isterdim. Keşke Sait Faik’in yazma yeteneği bende de olsaydı! İki metre ötemizde çekeklere çekilmiş balıkçı kayıkları, limanın durgun masmavi ışıltısı, çınarların yapraklarından süzülüp gelen esinti... Ve önümüzde tavşankanı çaylar...
Zeynep’in sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrıldım. “Neden soyadı Deliak?” Zeynep sandalyesine otururken sormuştu sorusunu. Adamdan yanıt alamayınca soran gözlerle bana baktı. Ben kulağımı gösterdim anlasın diye. Ama adam cin gibi, hemen fark etti.
“Biraz yüksek sesle konuşursanız daha iyi duyarım,” dedi gülerek.
“Soyadı neden Deliak?” diye sordum. Bu sefer duymuştu.
“Arkadaşımın soyadı Deliak, köpeğe kimlik alırken öyle yazdırmış.”
“Her akşam siz gezdiriyorsunuz...”
Sözümü bitirmeden araya girdi.
“Arkadaşım on beş gün önce vefat etti. Her akşam kendisi gezdiriyordu...”
Sesinin titrediğini fark edince üzüldüm.
“Başınız sağ olsun, istemeyerek acınızı tazeledik...”
“Önemli değil...” Sustu, başını geriye doğru çekip şöyle bir baktı bize. “Aslında benim köpeğe alerjim var, mecburen bana kaldı...”
“Arkadaşınızın kimsesi yok mu?”
“Var... Ali’nin muhasebe bürosu vardı, oğlu işin başına geçti, bu aralar çocuğun işleri yoğun, bana kaldı Rektör’ü gezdirmek. Geç çıkıyor işten Mehmet. Rektör, Ali’nin bize emaneti...”
“Anladım...” Zeynep bir şey söyleyecekti ama adam konuşmaya devam etti.
“Benim köpeklere karşı alerjimin olduğunu üç yıl önce öğrendim. Nasuh Mitap’ın cenazesine Kırklareli’ye Ali’nin arabasıyla gittik. Arabanın önü doluydu, ben arkada Rektör’le yolculuk ettim...” Bizim soran bakışlarla baktığımızı görünce açıklama gereği duydu. “Nasuh Mitap 1978 kuşağının devrimci önderlerindendi, Kırklarelili olduğundan oraya defnedildi.”
“Cenazeye Rektör’ü de mi götürdünüz?” diye sordu Zeynep.
“Ali’nin çocukları İstanbul’daydı, Rektör’ü yalnız bırakmak istemedi. Yol boyunca kaşındım, aksırıp tıksırdım. Asıl ben size, orada Rektör’le Ali’nin yaşadıklarını anlatayım.”
Ben içimden bir of çekerken Zeynep’e baktım. Onun keyfi yerindeydi. Dirseğini masaya dayamış, eli çenesinin altında, dinlemeye hazırdı. Adamın anlatacağı hikâyeyi kim bilir kaç kez de o anlatacaktı. İçimden bir his köpek almaktan kaçışımın olmadığını söylüyordu bana.    
“Sanki bütün Trakya ayağa kalkmış. Cenaze törenine katılmak için binlerce insan yollara dökülmüş. Kırklareli’ne geldik. Yollar dolu, ortalık ana baba günü, arabayı park edecek yer bulabilirsen bul. Kentin birkaç yerine taziye çadırları kurulmuştu. İlk defa böyle bir cenaze töreni görüyordum; şehrin tamamı Nasuh Abi’nin cenazesini sahiplenmişti. Tören alanına yaklaştığımızda Ali bizi arabadan indirip park yeri aradı...”
“Rektör?”
Zeynep’in sorusuna gülerek yanıt verdi adam.
“Onu arabada bıraktı. Camları aralık bırakmış. Rektör alışık buna.”
“Yabancı yerde tehlikeli olmaz mı?”
“Dediğiniz gibi, aynı kaygı Ali’de de vardı. Tören bitti, döneceğiz, ama arabayı bulamıyoruz. Ali’yi görmeliydiniz, bir sağa bir sola koşuyor, bir yandan da ‘Rektör! Rektör!’ diye bağırıyordu. Rengi mengi uçmuştu. Daha önce onu bu halde hiç görmemiştim. Ali aslında çok sakindir...”
Adam, o anı yaşar gibi anlatıyordu. Hızlı konuşurken zorlanıyor gibiydi. Zeynep’in yüzünü görmeliydiniz bir de, dokunsalar ağlayacaktı. Neyse ki adam anlatımını gülerek bitirdi.
“Ali arabanın önünde duruyor, ama farkında değil. Durumunu siz anlayın. Hemen kapıyı açtı, Rektör’le kucaklaşmalarını görmeliydiniz. Birbirlerine öyle bir sarılışları vardı ki...”
Rektör’ün inlemesiyle üçümüz de başımızı köpeğe çevirdik. Yattığı yerden kalkmış masanın etrafında dolanıyordu. Bir yandan da inleme sesleri çıkarıyordu.
“Ağlıyor, anladı” dedi adam. “Rektör, sakin ol oğlum, gel yanıma...”
Köpek sakinleşince masaya sessizlik çöktü. Eşimin gözleri nemlenmişti. Diyorum ya bugünün sonu hayırlı değil diye... Köpek de ağlar mı? Kim bilir hayvanın ne derdi vardı. Zeynep içimden geçenleri okumuştu.
“Basbayağı ağladı Rektör, Fatih. Konuşulanları anlıyor sanki. Sahibini merak ettim...”
“Çok farklı biriydi, sosyalist bir partinin il başkanlığını yapıp aynı zamanda da her kesimden insanın sevgisini, saygısını kazanmak kolay değildir. Cenazesini görmeliydiniz, çok kalabalıktı...”
“Hayvan seven insanlardan kimseye zarar gelmez...” Zeynep’in söylediklerine aldırmadan konuşmaya devam etti adam.
“Ali, Ereğli Fenerbahçeliler Derneği yönetim kurulundaydı, onun bir de Fener Bahçe’yle ilgili bir anısı var... Yok, ben size Ali’nin Rektör’ü ne kadar çok sevdiğini gösteren olayı anlatayım.”
“Hepsini anlatın, biz dinleriz; değil mi Fatih?”
Dinleriz tabii!..
“Ali, bir gün sahilde Rektör’ü gezdiriyormuş. Boşta gezen bir pitbull Rektör’e saldırmış...”
“Aman!.. Off ya neden tasmasız gezdirirler ki?”
“Pitbull koca bir köpek, doğrudan Rektör’ün ensesinden kapmış. Ali hemen atılmış üzerlerine, Rektör’ü kurtarmak için kendi kolunu pitbullun ağzına sokmuş, ayırmaya çalışmış. Köpeğin bırakacağı yok, boğuşma anında Ali’yi de birkaç yerinden ısırmış...”
“Vah vah, yazık... Bir babanın çocuğuna kendini feda etmesi gibi...”
“Rektör’le pitbullun arasına girdiğinde Ali bakmış olmuyor, köpeğin arka ayağına tüm gövdesiyle abanmış. Çatırtı sesinin duyulmasıyla pitbullun ciyaklayarak kaçışı bir olmuş. Ali biliyormuş köpeklerin en hassas yerinin bacakları olduğunu.”
“Köpeğin bacağı mı kırılmış?”
“Evet! Ne yapsın? Ali Deliak deyince anlatacak çok şey var...”
Ölen sahibinin ismini duyan Rektör başladı inlemeye, inlemek değil bildiğimiz ağlama sesi... Köpek ağlıyordu. İnanılacak gibi değildi, inanın gözlerimle görmesem inanmazdım. Rektör’ün gözlerinden akan yaşlar beni de etkiledi. Benim de gözlerim doldu. Zeynep’in iç çekişleri köpeğin inlemelerine karışınca adam ayağa kalktı.
“Biraz dolaştırayım. Arada bir böyle oluyor. Veterinere götürüyoruz iğneye, öyle rahatlıyor... Daha dün iki iğne yaptırdık...” Köpeğin çekiştirmesiyle sandalyesinden kalktı. “Kusura bakmayın, hep ben konuştum, yarın yine buralarda olurum. Adım Çetin...”
Adam lafını tamamlayamadan Rektör’ün ardından sürüklenircesine yürüdü. Arkalarından öylece bakakaldık. Zeynep ağlıyordu, eşimin gözlerinden akan yaşlar, uzun siyah kirpiklerindeki rimele karışmıştı...
Hikâyenin sonunu anlatmama gerek var mı? Şimdi evimizde iki aylık minik bir köpeğimiz var, adı Rektör...
                                                                                     (EYLÜL 2017 / AKBÜK)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder