12 Şubat 2018 Pazartesi


SİMİT ARABASI

İri yarı cüssesiyle, yolun kenarındaki duvarın üzerine tavuk gibi tünemişti. Yoldan gelip geçenler ona yaklaşınca, ürküntü içinde bir iki adım kenara çekilerek yollarına devam ediyorlardı. Çoğu, ağlayan bu adamdan tarafa bile bakmıyordu. Bakanlar da ilgisiz görünmeye çalışıyordu. Boyu bir seksene yakındı. Otuzlu yaşların başındaydı. Üşümemek için arada bir boynunu kısıp başını ceketinin içine çekiyordu. Ağlarken öne arkaya sallanıyordu. Yılmaz Güney’in filmlerindeki boynu bükük yoksul karakterlerden biri capcanlı orada duruyordu sanki...
Çok sevdiği görkemli Ağrı Dağı’nı bırakıp yollara düşeli daha yedi ay olmuştu. Ağrı Dağı’nın eteklerinde büyümüştü. Ha Ağrı Dağı’nın etekleri, ha anasının al basmalı eteği, onun için ikisi de birdi. Gecenin en koyu karanlığında bile kendini güvende hissediyordu dağda. Bir insan için bundan daha değerli ne olabilirdi? Küçücük dünyasında özgürdü, mutluydu. Öyle çok parada pulda da gözü yoktu. Dört çocuğu ve çok sevdiği karısı onun en büyük zenginliğiydi. Çok şükür işleri yolundaydı. Dağlarına huzur gelmişti, barış gelmişti, elbette işleri de iyiye gidecekti. Ona ekmeğini bu dağlar veriyordu. Bildiği tek iş çobanlıktı. Devlet, büyüklüğünü göstermiş, şefkatli elini uzatmıştı buralara. Dağdaki gençler artık silahsız gezmeye başlamışlardı Ağrı Dağı’nın eteklerinde. Onun politikadan, siyasi konuşmalardan, olup bitenlerden bir şey anladığı yoktu. Sorduklarında; ben hayvanlarımı bilirim, çocuklarımı bilirim diyordu. Particilik işleri ona göre değildi, seçimden seçime kullandığı bir oyu vardı sadece. Son seçimlerde bu kez oyunu gençlerin partisine vermişti. Kürtler ayrılıp kendi devletlerini kuracaklar diye sözler dolanıyordu ortalıklarda. Ama o, bugüne değin arkadaşlarından, yakınlarından böyle bir laf işitmemişti. Hem nasıl ayrılacaklardı? Akrabalarının büyük çoğunluğu İstanbul, İzmir, Mersin gibi büyük kentlerde yaşıyordu.
“Dilimize karışmasınlar, yeter bize Ferat,” demişti rehberlik yapan arkadaşı İbrahim. “Devlet hepimizin, bak bizim parti de mecliste. Artık huzurumuzu kimse bozamaz...” İbrahim anlattıkça içi sevinçle kabarıyordu. Çok hoş konuşuyordu İbrahim. Ne de olsa rehberdi, her yaz yüzlerce turisti zirveye çıkarıyordu. İbrahim zirveye çıkardığı dağcılarla konuşuyor, radyolardan, televizyonlardan duyamadığı bilgileri öğreniyordu onlardan. Sağ olsun, bildiklerini gelip ona da anlatıyordu.
Ağustos ayının başıydı. Radyoda haberleri dinlerken Ağrı Dağı’nın güvenlik bölgesi ilan edildiğini öğrendi. Ertesi günün sabahı; operasyonlar yapılacağı için, en kısa zamanda dağı boşaltın, diye jandarmadan haber geldi. Şaşırmış, ne yapacağını bilememişti. Bu mevsimde sürüyü ovaya indiremezdi. Telefonla sürü sahipleriyle konuşmuş, onlardan talimat beklemeye başlamıştı. Bir umut; çobanların dağda kalmalarına izin verirlerdi belki. Turist kafilelerinin geri döndüklerini gördüğünde midesine ağrılar saplanmıştı. Kafilenin başında yürürken durup onunla konuşmuştu İbrahim. “Ferat bitti, dönüyoruz,” demişti ağlamaklı sesle. “Ben ne yaparım İbo? Çoluk çocuk aç kalırız,” diye sızlanınca İbrahim de ondan geri kalmamıştı: “Ben ne yapacağım Ferat? On iki tırmanış için anlaşmıştım, ancak altısını yapabildim. Bende var altı çocuk...”
Haberi aldığı günün gecesini ağılların yanındaki çadırda geçirmişti. Karısı, çocukları endişeli gözlerle ona bakmışlardı. Çocukların üzgün hallerine fazla dayanamamış, kendini çadırdan dışarı atmıştı. Sabaha kadar gözüne uyku girmemişti. Gün ağardığında hayvanları ağıldan çıkarmamıştı. Devlete karşı gelecek değildi, mecburen ineceklerdi kasabaya. Ağrı Dağı’nın eteklerine gün düştüğünde bir kayanın üzerine çıkmış şimdiki gibi oturmuştu. Aç karnına sigarasını tüttürürken hâlâ ışıkları parıldayan kasabasına bakmıştı uzun uzun. Birkaç güne yasak kalkar döneriz diye umutlanıyordu. Gözlerini burada açmıştı, dağlar onun meskeniydi. Kasabaya indiğinde fazla kalamaz hemen dönerdi. Şehrin pis kokusunu soluyacağıma dağımın kekik kokusunu çekerim içime doyasıya diyordu. Koca bir ağaç gibi dağın eteklerine kök saldığına inanıyordu. Yanılmıştı. Söküp çıkarmışlardı onu çok sevdiği toprağından. Savurup atmışlardı düze...
Aradan günler, aylar geçti, çatışmalar gün geçtikçe şiddetleniyordu. Olayların durulacağı yoktu, dağa dönme umudunu yitirince arayışlara girdi. Sağa sola telefonlar etti, iş aradı. Sonunda iyi haber geldi. Başka bir kasabada yaşayan askerlik arkadaşıyla konuşmuş, iş bulabilir miyim diye sormuştu. Askerlik arkadaşı kan kardeşiydi. Hemen gelin demişti. Belediyeye temizlik işçisi alınacakmış. Belediye başkanı kendi partilerindenmiş. Yani işe alınması mesele değilmiş. Birkaç ufak tefek eşya, iki yatak dengiyle varmışlardı arkadaşının yanına. Gittiklerinde iki göz evleri de hazırdı. Hemen yerleştiler. Bir haftaya kalmaz işe koyarlar seni, demişti kan kardeşi. Aradan bir hafta geçti, ses çıkmadı; ikinci, üçüncü hafta derken sabırsızlanmaya başladı Ferat. Çobanlıktan biriktirdiği üç beş kuruşu harcayıp bitirmek istemiyordu.
“Bu aralar işler karışık, belediye zorda, ortam düzelene kadar bekleyeceğiz Ferat,” demişti arkadaşı. “Bizim buralara da operasyon yapılacakmış...”
Operasyon lafı bile yetmişti Ferat’a. Peşini bırakmak niyetinde değildi demek ki! Bize yine yol göründü, dedi karısına. Karısı gitmek istemedi, kalmaktan yanaydı. Nasılsa geçecekti bu günler. Pek geçeceğe de benzemiyordu ama. Kasabanın gençleri yollara çukurlar açıyordu. Operasyona karşı direneceklerini, söylüyorlardı. Hayır, kalamazdı, ona göre değildi bu işler. Bugüne kadar hep uzak durmuştu, yine duracaktı. Arkadaşıyla konuştu gideceklerini. Zorla tutacak değillerdi ya, bırakacaklardı tabii. Bu sefer büyük kentte deneyecekti şansını. Boğulacaksan büyük denizde boğul sözünü boşuna dememişlerdi. Koca memlekette milyonlarca Suriyeli barınıyordu, onlara mı sığınacakları bir köşe yoktu? Amcasının oğlunu aramış, konuşmuştu. Hatta yapacağı işi bile kararlaştırmışlardı.
Bir hafta içinde dediğini yaptı. Büyük denizi olan kocaman bir şehre geldiler. Ayrıldıkları kasabada sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini öğrendiğinde Ferat’ın yüzünün rengi gitti. İyi ki erken davranıp da ayrıldık kasabadan diye sevinirken, diğer yandan kan kardeşine üzülüyordu. İki gündür telefonla arıyordu kan kardeşini, her seferinde ulaşılamıyor uyarısını duyuyordu. Birkaç gün gecikselerdi ne yaparlardı orada? İlk defa işleri rast gitmişti. Bu iyiye işaretti, talih onların da yüzüne gülmüştü. Amcaoğlunun mahallesinde güzel bir ev bulmuşlardı. Sırada işini yoluna koymak kalıyordu. Onu da halletti kısa sürede. Amcasının oğlu küçük bir el arabasıyla simit satıyordu. Şehirde güzel bir köşe tutmuştu. İşi tıkırındaydı, iyi para kazanıyordu. Ferat için tek sorun arabasını koyacağı yerdi. İş yapacak uygun yer bulmak çok zordu. Ama o umutsuz değildi. Koca şehirde bir onun arabasına mı yer bulunamayacaktı?
Üç gün yürüdü şehirde, adım atmadığı cadde, sokak kalmadı. Sonunda güzel bir yeri kestirdi gözüne. Tam köşe başıydı, hemen otuz metre ötesinde büyük bir lise binasının çıkış kapısı vardı. Ayrıca resmi bir kurumun beş katlı binası da aynı yol üzerindeydi. İşe çıkmadan bir gün önce gelip arabasını yerleştireceği yeri düzenledi. Amcaoğlu yaya yolunu kapatmamaya dikkat et demişti. En küçük bir aksilik çıksın istemiyordu. Son parasını arabaya harcamıştı, bir an önce para kazanmaya başlamalıydı.
On gün işleri yolunda gitti. Kazancı yerindeydi. İşi yorucu da değildi. Sattığı simitleri kâğıda sarıp veriyordu. Simidi eldivenli eliyle tutuyordu. Hijyen çok önemli demişti amcaoğlu. Büyük şehir başkaydı, her gün yeni şeyler öğreniyordu. Kısa sürede hijyeni de belleğine almıştı. Yavaş yavaş alışıyordu gurbete. Tek derdi sürekli ayakta dikilmesiydi. Sonunda onun da çaresini buldu, plastikten küçük bir tabure edindi. Akşama eve giderken eli öteberiyle doluyordu. Bir dahaki yıl çocukları okula yazdıracaktı. Kazancı çocukların okul masrafına da yeterdi. Gerekirse akşamları ek iş de yapardı. Yaza doğru günler uzayacaktı nasılsa. Sofranın başında aynı tasa kaşık daldırırken verdi müjdeyi çocuklarına. Çocuklar sevinçle havaya fırladılar. Ağabeylerinin ve ablasının sevindiğini gören küçük Hüseyin de babasının boynuna atılıp “Beni de gönder baba, beni de gönder!” diye yalvarmaya başladı. O gece evde tam bir bayram havası esmişti. Büyük şehirdeki okullarda okuyan çocukların üniversiteye gidebileceklerine inanıyordu. Gurbetteki akrabalarından biliyordu bunu. Ah bir de hasretlik çekmeseydi! Dağlarının kekik kokuları burnunda tüttüğünde derinden bir iç çekiyordu... Ama çocukların okuyup büyük adamlar olması için zorluklara da hasretliklere de katlanacaktı. Ve inanıyordu, kötü giden talihini bir gün yeneceğine. O günler çoktan gelmişti!
İnanmak yetmiyordu ama! Nazar mı değmişti, birilerinin gözü mü kalmıştı mutluluklarında? Ne zaman her şey yolunda gidiyor dese başına gelmedik bela kalmıyordu. Nerden bilecekti büyük şehirde ulu orta konuşmanın yanlış olduğunu. İnsanlarla konuşmaya, yakınlık kurmaya can atıyordu. Özellikle de hemşerileriyle tanışmak istiyordu. Okulda bir grup öğrenci vardı. Konuşmalarından anlamıştı memleketlileri olduğunu. Sorular soruyordu gençlere. Nerelisin, baban ne iş yapar, ne zaman geldiniz buraya, bizim oralardan tanıdığınız komşularınız var mı? Buna benzer sorular sormanın neresi yanlıştı?
Lise sona giden dört öğrenci Ferat’tan kuşkulanmışlar. Kesin ajandır, sivil polistir diye düşünmüşler. Aralarında tartışmışlar, son günlerde okullarının önünden ayrılmayan ajandan kurtulmaya karar vermişler.
Simitlerini bitirmiş evinin yolunu tutmuştu. Keyfi yerindeydi. Neye uğradığını şaşırmıştı. Birden üzerine okulun gençleri çullanmış, sopalarla vurmaya başlamışlardı. Arabasına bir şey olacak diye aklı gitmişti. Yere düştüğünde bile gözü ekmek teknesindeydi. Yerde hareketsiz kalana kadar devam etmişlerdi vurmaya Ferat’a. Kıpırdamadığını görünce öylece bırakıp kaçmıştı gençler. Yoldan geçenlerin yardımıyla hastaneye kaldırılmıştı. Hastane polisinin raporuyla dayakçılar hakkında işlem yapılmıştı. Mobesa kayıtlarının incelenmesiyle de gençlerin hepsi yakalanmıştı.
Olayın aslı astarı anlaşıldıktan sonra Ferat gençlerden şikâyetçi olmamıştı. Şikâyet etse eline ne geçecekti ki! Zaten çocukların okullarından geri kalmalarına gönlü de razı gelmezdi. Hepsi hemşerisi sayılırdı, yabancı değillerdi. Hem dayağı çoktan unutmuştu. Ekmeğiyle oynamasınlar ona yeterdi. Aklı fikri işindeydi. Arabası sapasağlam onu bekliyordu. Bir gün bile oyalanamaz, arabasının yerini boş bırakamazdı. O güzelim köşeyi başkaları kapar diye kaygılanıyordu.
Sabah arabasına simitleri doldurmuş köşedeki yerini çoktan almıştı. Aradan bir saat geçmemişti ki zabıta memurları birden bitivermişlerdi oracıkta. Daha ne yapıyorsunuz demeye kalmadan, bir anda simit arabası kamyonete yüklenmişti. “Burada izinsiz simit satmak yasak, bilmiyor musun?” Bilmiyordu. Yalvar yakar oldu, ayaklarına kapandı, kimseye dinletemedi. “Arabaya el koyduk!”
Arabaya el koymak, ne demekti? Bir türlü anlam veremiyordu. Amcaoğlunu aradı, ona anlattı. “Ferat arabayı vermezler, kırıp hurdaya atmışlardır...” Ben şimdi ne yapacağım? Aç açıkta kalacağız. Bu kış gününde nereye gideceğiz? Denizden öteye yol mu var?
Koca adam tünediği duvarın üstünde hıçkırıklar içinde ağlarken koca cüssesi durmadan öne arkaya sallanıyordu...   
                                                                    09.02.2018





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder