SİMİT ARABASI
İri yarı cüssesiyle, yolun kenarındaki duvarın üzerine
tavuk gibi tünemişti. Yoldan gelip geçenler ona yaklaşınca, ürküntü içinde bir
iki adım kenara çekilerek yollarına devam ediyorlardı. Çoğu, ağlayan bu adamdan
tarafa bile bakmıyordu. Bakanlar da ilgisiz görünmeye çalışıyordu. Boyu bir
seksene yakındı. Otuzlu yaşların başındaydı. Üşümemek için arada bir boynunu
kısıp başını ceketinin içine çekiyordu. Ağlarken öne arkaya sallanıyordu. Yılmaz
Güney’in filmlerindeki boynu bükük yoksul karakterlerden biri capcanlı orada
duruyordu sanki...
Çok sevdiği görkemli Ağrı Dağı’nı bırakıp yollara
düşeli daha yedi ay olmuştu. Ağrı Dağı’nın eteklerinde büyümüştü. Ha Ağrı
Dağı’nın etekleri, ha anasının al basmalı eteği, onun için ikisi de birdi. Gecenin
en koyu karanlığında bile kendini güvende hissediyordu dağda. Bir insan için
bundan daha değerli ne olabilirdi? Küçücük dünyasında özgürdü, mutluydu. Öyle
çok parada pulda da gözü yoktu. Dört çocuğu ve çok sevdiği karısı onun en büyük
zenginliğiydi. Çok şükür işleri yolundaydı. Dağlarına huzur gelmişti, barış
gelmişti, elbette işleri de iyiye gidecekti. Ona ekmeğini bu dağlar veriyordu. Bildiği
tek iş çobanlıktı. Devlet, büyüklüğünü göstermiş, şefkatli elini uzatmıştı buralara.
Dağdaki gençler artık silahsız gezmeye başlamışlardı Ağrı Dağı’nın eteklerinde. Onun
politikadan, siyasi konuşmalardan, olup bitenlerden bir şey anladığı yoktu. Sorduklarında;
ben hayvanlarımı bilirim, çocuklarımı bilirim diyordu. Particilik işleri ona
göre değildi, seçimden seçime kullandığı bir oyu vardı sadece. Son seçimlerde
bu kez oyunu gençlerin partisine vermişti. Kürtler ayrılıp kendi devletlerini
kuracaklar diye sözler dolanıyordu ortalıklarda. Ama o, bugüne değin arkadaşlarından,
yakınlarından böyle bir laf işitmemişti. Hem nasıl ayrılacaklardı? Akrabalarının
büyük çoğunluğu İstanbul, İzmir, Mersin gibi büyük kentlerde yaşıyordu.
“Dilimize karışmasınlar, yeter bize Ferat,” demişti
rehberlik yapan arkadaşı İbrahim. “Devlet hepimizin, bak bizim parti de
mecliste. Artık huzurumuzu kimse bozamaz...” İbrahim anlattıkça içi sevinçle
kabarıyordu. Çok hoş konuşuyordu İbrahim. Ne de olsa rehberdi, her yaz yüzlerce
turisti zirveye çıkarıyordu. İbrahim zirveye çıkardığı dağcılarla konuşuyor, radyolardan,
televizyonlardan duyamadığı bilgileri öğreniyordu onlardan. Sağ olsun, bildiklerini
gelip ona da anlatıyordu.
Ağustos ayının başıydı. Radyoda haberleri dinlerken Ağrı
Dağı’nın güvenlik bölgesi ilan edildiğini öğrendi. Ertesi günün sabahı; operasyonlar
yapılacağı için, en kısa zamanda dağı boşaltın, diye jandarmadan haber geldi.
Şaşırmış, ne yapacağını bilememişti. Bu mevsimde sürüyü ovaya indiremezdi. Telefonla
sürü sahipleriyle konuşmuş, onlardan talimat beklemeye başlamıştı. Bir umut;
çobanların dağda kalmalarına izin verirlerdi belki. Turist kafilelerinin geri
döndüklerini gördüğünde midesine ağrılar saplanmıştı. Kafilenin başında
yürürken durup onunla konuşmuştu İbrahim. “Ferat bitti, dönüyoruz,” demişti
ağlamaklı sesle. “Ben ne yaparım İbo? Çoluk çocuk aç kalırız,” diye sızlanınca
İbrahim de ondan geri kalmamıştı: “Ben ne yapacağım Ferat? On iki tırmanış için
anlaşmıştım, ancak altısını yapabildim. Bende var altı çocuk...”
Haberi aldığı günün gecesini ağılların yanındaki çadırda
geçirmişti. Karısı, çocukları endişeli gözlerle ona bakmışlardı. Çocukların üzgün
hallerine fazla dayanamamış, kendini çadırdan dışarı atmıştı. Sabaha kadar
gözüne uyku girmemişti. Gün ağardığında hayvanları ağıldan çıkarmamıştı.
Devlete karşı gelecek değildi, mecburen ineceklerdi kasabaya. Ağrı Dağı’nın
eteklerine gün düştüğünde bir kayanın üzerine çıkmış şimdiki gibi oturmuştu. Aç
karnına sigarasını tüttürürken hâlâ ışıkları parıldayan kasabasına bakmıştı
uzun uzun. Birkaç güne yasak kalkar döneriz diye umutlanıyordu. Gözlerini burada
açmıştı, dağlar onun meskeniydi. Kasabaya indiğinde fazla kalamaz hemen dönerdi.
Şehrin pis kokusunu soluyacağıma dağımın kekik kokusunu çekerim içime doyasıya
diyordu. Koca bir ağaç gibi dağın eteklerine kök saldığına inanıyordu. Yanılmıştı.
Söküp çıkarmışlardı onu çok sevdiği toprağından. Savurup atmışlardı düze...
Aradan günler, aylar geçti, çatışmalar gün geçtikçe
şiddetleniyordu. Olayların durulacağı yoktu, dağa dönme umudunu yitirince
arayışlara girdi. Sağa sola telefonlar etti, iş aradı. Sonunda iyi haber geldi.
Başka bir kasabada yaşayan askerlik arkadaşıyla konuşmuş, iş bulabilir miyim
diye sormuştu. Askerlik arkadaşı kan kardeşiydi. Hemen gelin demişti.
Belediyeye temizlik işçisi alınacakmış. Belediye başkanı kendi partilerindenmiş.
Yani işe alınması mesele değilmiş. Birkaç ufak tefek eşya, iki yatak dengiyle
varmışlardı arkadaşının yanına. Gittiklerinde iki göz evleri de hazırdı. Hemen
yerleştiler. Bir haftaya kalmaz işe koyarlar seni, demişti kan kardeşi. Aradan
bir hafta geçti, ses çıkmadı; ikinci, üçüncü hafta derken sabırsızlanmaya
başladı Ferat. Çobanlıktan biriktirdiği üç beş kuruşu harcayıp bitirmek
istemiyordu.
“Bu aralar işler karışık, belediye zorda, ortam
düzelene kadar bekleyeceğiz Ferat,” demişti arkadaşı. “Bizim buralara da
operasyon yapılacakmış...”
Operasyon lafı bile yetmişti Ferat’a. Peşini bırakmak
niyetinde değildi demek ki! Bize yine yol göründü, dedi karısına. Karısı gitmek
istemedi, kalmaktan yanaydı. Nasılsa geçecekti bu günler. Pek geçeceğe de
benzemiyordu ama. Kasabanın gençleri yollara çukurlar açıyordu. Operasyona
karşı direneceklerini, söylüyorlardı. Hayır, kalamazdı, ona göre değildi bu
işler. Bugüne kadar hep uzak durmuştu, yine duracaktı. Arkadaşıyla konuştu
gideceklerini. Zorla tutacak değillerdi ya, bırakacaklardı tabii. Bu sefer
büyük kentte deneyecekti şansını. Boğulacaksan büyük denizde boğul sözünü
boşuna dememişlerdi. Koca memlekette milyonlarca Suriyeli barınıyordu, onlara
mı sığınacakları bir köşe yoktu? Amcasının oğlunu aramış, konuşmuştu. Hatta yapacağı
işi bile kararlaştırmışlardı.
Bir hafta içinde dediğini yaptı. Büyük denizi olan kocaman bir şehre geldiler. Ayrıldıkları kasabada
sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini öğrendiğinde Ferat’ın yüzünün rengi gitti.
İyi ki erken davranıp da ayrıldık kasabadan diye sevinirken, diğer yandan kan
kardeşine üzülüyordu. İki gündür telefonla arıyordu kan kardeşini, her
seferinde ulaşılamıyor uyarısını duyuyordu. Birkaç gün gecikselerdi ne
yaparlardı orada? İlk defa işleri rast gitmişti. Bu iyiye işaretti, talih
onların da yüzüne gülmüştü. Amcaoğlunun mahallesinde güzel bir ev bulmuşlardı. Sırada
işini yoluna koymak kalıyordu. Onu da halletti kısa sürede. Amcasının oğlu
küçük bir el arabasıyla simit satıyordu. Şehirde güzel bir köşe tutmuştu. İşi
tıkırındaydı, iyi para kazanıyordu. Ferat için tek sorun arabasını koyacağı yerdi.
İş yapacak uygun yer bulmak çok zordu. Ama o umutsuz değildi. Koca şehirde bir
onun arabasına mı yer bulunamayacaktı?
Üç gün yürüdü şehirde, adım atmadığı cadde, sokak kalmadı.
Sonunda güzel bir yeri kestirdi gözüne. Tam köşe başıydı, hemen otuz metre
ötesinde büyük bir lise binasının çıkış kapısı vardı. Ayrıca resmi bir kurumun
beş katlı binası da aynı yol üzerindeydi. İşe çıkmadan bir gün önce gelip
arabasını yerleştireceği yeri düzenledi. Amcaoğlu yaya yolunu kapatmamaya
dikkat et demişti. En küçük bir aksilik çıksın istemiyordu. Son parasını
arabaya harcamıştı, bir an önce para kazanmaya başlamalıydı.
On gün işleri yolunda gitti. Kazancı yerindeydi. İşi
yorucu da değildi. Sattığı simitleri kâğıda sarıp veriyordu. Simidi eldivenli
eliyle tutuyordu. Hijyen çok önemli demişti amcaoğlu. Büyük şehir başkaydı, her
gün yeni şeyler öğreniyordu. Kısa sürede hijyeni de belleğine almıştı. Yavaş
yavaş alışıyordu gurbete. Tek derdi sürekli ayakta dikilmesiydi. Sonunda onun
da çaresini buldu, plastikten küçük bir tabure edindi. Akşama eve giderken eli
öteberiyle doluyordu. Bir dahaki yıl çocukları okula yazdıracaktı. Kazancı
çocukların okul masrafına da yeterdi. Gerekirse akşamları ek iş de yapardı. Yaza
doğru günler uzayacaktı nasılsa. Sofranın başında aynı tasa kaşık daldırırken
verdi müjdeyi çocuklarına. Çocuklar sevinçle havaya fırladılar. Ağabeylerinin
ve ablasının sevindiğini gören küçük Hüseyin de babasının boynuna atılıp “Beni
de gönder baba, beni de gönder!” diye yalvarmaya başladı. O gece evde tam bir
bayram havası esmişti. Büyük şehirdeki okullarda okuyan çocukların üniversiteye
gidebileceklerine inanıyordu. Gurbetteki akrabalarından biliyordu bunu. Ah bir
de hasretlik çekmeseydi! Dağlarının kekik kokuları burnunda tüttüğünde derinden
bir iç çekiyordu... Ama çocukların okuyup büyük adamlar olması için zorluklara
da hasretliklere de katlanacaktı. Ve inanıyordu, kötü giden talihini bir gün
yeneceğine. O günler çoktan gelmişti!
İnanmak yetmiyordu ama! Nazar mı değmişti, birilerinin
gözü mü kalmıştı mutluluklarında? Ne zaman her şey yolunda gidiyor dese başına
gelmedik bela kalmıyordu. Nerden bilecekti büyük şehirde ulu orta konuşmanın
yanlış olduğunu. İnsanlarla konuşmaya, yakınlık kurmaya can atıyordu. Özellikle
de hemşerileriyle tanışmak istiyordu. Okulda bir grup öğrenci vardı. Konuşmalarından
anlamıştı memleketlileri olduğunu. Sorular soruyordu gençlere. Nerelisin, baban
ne iş yapar, ne zaman geldiniz buraya, bizim oralardan tanıdığınız komşularınız
var mı? Buna benzer sorular sormanın neresi yanlıştı?
Lise sona giden dört öğrenci Ferat’tan kuşkulanmışlar.
Kesin ajandır, sivil polistir diye düşünmüşler. Aralarında tartışmışlar, son
günlerde okullarının önünden ayrılmayan ajandan kurtulmaya karar vermişler.
Simitlerini bitirmiş evinin yolunu tutmuştu. Keyfi
yerindeydi. Neye uğradığını şaşırmıştı. Birden üzerine okulun gençleri çullanmış,
sopalarla vurmaya başlamışlardı. Arabasına bir şey olacak diye aklı gitmişti. Yere
düştüğünde bile gözü ekmek teknesindeydi. Yerde hareketsiz kalana kadar devam
etmişlerdi vurmaya Ferat’a. Kıpırdamadığını görünce öylece bırakıp kaçmıştı
gençler. Yoldan geçenlerin yardımıyla hastaneye kaldırılmıştı. Hastane
polisinin raporuyla dayakçılar hakkında işlem yapılmıştı. Mobesa kayıtlarının
incelenmesiyle de gençlerin hepsi yakalanmıştı.
Olayın aslı astarı anlaşıldıktan sonra Ferat
gençlerden şikâyetçi olmamıştı. Şikâyet etse eline ne geçecekti ki! Zaten çocukların
okullarından geri kalmalarına gönlü de razı gelmezdi. Hepsi hemşerisi
sayılırdı, yabancı değillerdi. Hem dayağı çoktan unutmuştu. Ekmeğiyle
oynamasınlar ona yeterdi. Aklı fikri işindeydi. Arabası sapasağlam onu
bekliyordu. Bir gün bile oyalanamaz, arabasının yerini boş bırakamazdı. O
güzelim köşeyi başkaları kapar diye kaygılanıyordu.
Sabah arabasına simitleri doldurmuş köşedeki yerini çoktan
almıştı. Aradan bir saat geçmemişti ki zabıta memurları birden bitivermişlerdi
oracıkta. Daha ne yapıyorsunuz demeye kalmadan, bir anda simit arabası
kamyonete yüklenmişti. “Burada izinsiz simit satmak yasak, bilmiyor musun?”
Bilmiyordu. Yalvar yakar oldu, ayaklarına kapandı, kimseye dinletemedi. “Arabaya
el koyduk!”
Arabaya el koymak, ne demekti? Bir türlü anlam veremiyordu.
Amcaoğlunu aradı, ona anlattı. “Ferat arabayı vermezler, kırıp hurdaya
atmışlardır...” Ben şimdi ne yapacağım? Aç açıkta kalacağız. Bu kış gününde nereye
gideceğiz? Denizden öteye yol mu var?
Koca adam tünediği duvarın üstünde hıçkırıklar içinde ağlarken
koca cüssesi durmadan öne arkaya sallanıyordu...
09.02.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder