17 Eylül 2017 Pazar

SERHAT GÜVEN’İN “PEPUK” ROMANI

         Bir okurumun önerisiyle Serhat Güven’in PEPUK adlı romanını okudum. Romanımın konusunu bilen okurum bu romanı özellikle okumamı ve okuduktan sonra da romanla ilgili görüşlerimi yazmamı istedi. Romanı severek okudum. Sevgili Derya’ya teşekkür ediyorum beni tanımadığım bir yazarla buluşturduğu için.

        PEPUK okunması gereken bir roman. Yazarı kutluyorum, ülkemizin en önemli sorununu, romanında gerçekçi bir bakış açısıyla ele almış. Böylesi hassas bir sorunda tarafsızlığını korumasını, hayatı olduğu gibi aktarmasını kutluyorum. Neden Kürt Sorunu dendiğinin yanıtını veriyor roman bize. Üniversiteye okumaya gelen Kürt kökenli bir öğrenci, ailesindeki bir yakınının örgüt elemanı olduğu ortaya çıkınca diğer öğrenciler tarafından baskıya uğruyor. Onunla birlikte onun arkadaşları da –üstelik barıştan yana oldukları halde- aynı tepkiyle karşılaşıyorlar... Anlaşılacağı gibi romanın ana karakterlerinin tamamı genç. Romanda zamane gençlerin kendi aralarındaki ilişkileri ve konuşmaları başarıyla yansıtılmış.

         Romanın ana karakterlerinden Yelda okumak için Kuyucak’a geliyor. Babasını Güneydoğu’da terör saldırısında kaybeden Yelda’nın hayatta tek bir amacı var: intikam. Asker olan babasını öldüren teröristin oğlu Kuyucak’ta okuduğu için -üniversite sınavında aldığı puanla daha iyi bir okul kazanacakken- daha düşük puanlı bu okulu tercih ediyor. Okuldaki gençler arasındaki Türk Kürt gruplaşması ve çatışmasıyla roman tempo kazanıyor. Romanın sonuna kadar da tempo düşmüyor. Sanırım konusu bile okumak için insanı kışkırtıyor...

          Romanın kurgusu okuyucuyu sürüklüyor. Merak duygusu romanın sonuna kadar artarak devam ediyor. Kurguya yönelik tek eleştirim romanın son bölümüne olacak. Son bölümü okurken yeniden başa dönmek zorunda kaldım. Bazı gizleri çözmek için epeyce düşündüm. Romanın ortasındaki “Nihal”le ilgili bölümü okurken bu da nereden çıktı, diye sordum kendime. Romanın sonuna gelinceye kadar bu soruyu sormaya devam ettim. Bu bölümün romana öylesine sokulmuş olduğu hissini aldım. Hatta, yazar Nihal’in hayatını anlatacağı yeni bir romanın haberini vermiş diye düşündüm. Neden olmasın ki?..

         Yazarın uzun cümle kurmak için kendini zorladığını düşünüyorum. Daha romanın ilk bölümünde bu durum dikkati çekiyor. İlk paragrafın ilk cümlesi beş satır sürüyor. Sanırım bu nedenle “gibi, sanki, için, de, da, ki...” benzeri sözcükler sık kullanılıyor. Örneğin 209. sayfanın üçüncü paragrafında altı tane “de” bağlacı kullanılmış. “...dediysem de inanmadı tabii ki ama yine de içimi ısıtacak bir içtenlikle gülmeyi de ihmal etmedi. Biliyorum ki o da en az benim onu sevdiğim kadar seviyordu beni...”

          Yazarın anlatımında dikkatime çeken bir özellik de romandaki benzetmeler oldu. Anlatımını benzetmelerle süslemesi, zenginleştirmesi belki çoğu okuyucunun hoşuna gidecektir. Ben de severim; ama aşırıya kaçmaması koşuluyla. (Tabii ki aşırılık görecelidir.) Yazar romanın bazı bölümlerinde çok sık yapmış bunu:
        “Hiç yeşermeden don yemiş bahar dalları gibiydim...”
        “Misafirlikte şımaran çocuklara verilen cıss cezası gibiydi tıpkı...”
        “Isırmaya hazırlanan bir köpek gibi davransa da...”
        “Bir kedi eniği gibi...”
        “Nicedir ensemin içine çimento dökülmüş hissi veren migrenin...”
        “Gözlerini cila gibi parlatan gözyaşlarıyla...”
        “En az dedemin zamanından kalma koltuklarımız kadar sıkıcıydı sohbetin detayları.”
        “Aşk, sırtı kambur bir çakalın hırıltısıyla seslendi yüreğime.”

        Bu tür cümlelerin sıklığı elbette yazarın tercihidir. Okuyucu sever ya da sevmez... Benim eleştirdiğim asıl nokta şu: Roman, kahramanların ağzından anlatılıyor. Yelda, Emre, Hacer ve diğerleri; hepsi aynı tarzda benzetmeler yapıyor. Her kişinin konuşması, konuyu-olayları anlatması farklıdır. Gençlerin çoğunun argo konuşması normalken (ki Yelda sevmiyor) anlatım biçimlerinin aynılığı göze batıyor.

         Yazara yönelteceğim diğer bir eleştiri de sözcük seçimine olacak. Eski kökenli, dilimize dışarıdan girmiş, kullanımı azalmış sözcükleri özellikle kullandığı anlaşılıyor yazarın. Tabii ki bu da kendi tercihidir. (Bu konuda benim tutucu olmadığımı, eski yeni diye ayırım yapmadığım bilinir.) Ben Türkçe kökenli sözcükleri kullanmaya özen gösteren bir yazarım, ancak katı tutum içinde de değilim. İtirazım şunun için: Yirmili yaşların başındaki gençlerin o sözcükleri bilmeleri ve kullanmaları gerçekçiliğe aykırı. “Mütecessis, izar, lahza, makul, zaruriyet, heyula, gaip, teskin, muhteviyat, kani, itimat, çerağ, ati, izahat...” Zamane gençlerinin büyük kısmının bu sözcükleri kullandığını düşünmüyorum. Eğer yazarın kendisi anlatıcı olsaydı bu eleştiriyi yapmazdım, bilirdim ki bu onun tercihidir...

        Yazarın, romanın başına koyduğu uyarıyı gereksiz bulduğumu söyleyerek değerlendirmemi sonlandıracağım. “Bu hikâyede geçen kurum, kuruluş, isim, olay ve karakterler tamamen hayal ürünüdür.” Oldum olası, gerçekçi bir romanda böylesi açıklamaları anlamsız ve gereksiz bulurum. PKK, KADEK, Kuyucak, Derecik Jandarma Karakolu... bunlar gerçek değil mi? Özellikle 29 Eylül 1992 gecesi Derecik Karakolu’na yapılan baskın sonucu 28 askerin şehit olmasına değinilmişken bu uyarıya gerek yoktu, diye düşünüyorum...

       PEPUK okunulması gereken bir roman. Serhat Güven’in yeni romanlarını merakla bekliyorum...
18 MAYIS 2016
          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder