10 Eylül 2017 Pazar




KÜRTAJ

 

          Kırkından sonra anne olmak zormuş, bunu yaşayarak öğrendim. İnanın, ilk hamileliğimde bu kadar zorlanmamıştım. Aslında karar verirken de zorlanmıştık. İkinci çocuğu yapıp yapmamayı eşimle aramızda hep konuşurduk. İkimiz de kalabalık aileden geliyorduk. Çok sevdiğimiz kardeşlerimiz vardı. Neden oğlumuzun da bir kardeşi olmasındı? Son yıllarda bu soruyu çok sık sorar olmuştuk. Baktık zaman geçiyor, oğlumuz on yaşına gelmiş, ha deyip çocuk yapsak tam on bir yaş olacak aralarındaki yaş farkı. Kıyamadık oğlumuza, bir kardeşi olsun istedik, o da isteyince “Tamam” dedik. Yaş ilerleyince hâliyle hamileliğin riskleri de artıyor. Eşim devlette öğretmen, ben sigortalı bir çalışanım, gelirimiz belli; yine de hiçbir masraftan kaçınmadık, hamileliğimin ilk günlerinden itibaren kontrollerimi hiç aksatmadık. Ereğli’deki doktorumuzun yönlendirmesiyle Ankara’ya da gidiyorduk.

          Bebek karnımda on sekiz haftalık olunca hep ötelemeye çalıştığım kontrole gelmişti sıra. Tıp epeyce ilerlemişti, yapılan bir test bebeğin normal gelişip gelişmediğini ortaya çıkarıyordu. “Testi yaptırmak mı zor, yoksa testin sonucunu sabırsızlıkla beklemek mi?” diye sorarsanız, “Beklemek” derim. Değil bir gün, bir saat bile insanı serseme çeviriyor. Binlerce kötü düşünce beynimde fır dönerken “Kendine gel kızım, çocuk değilsin, böyle davranırsan karnındaki bebeğine de zarar verirsin,” diyordum kendime, ama laf anlayan kim! Olumlu düşünmenin gücüne inandığım gibi, hislerime de güvenirim. “Ben böyle kafaya taktığıma göre kesin bir şeyler olacak, içime doğuyor belli ki,” diye endişeleniyordum...

          Anlayacağınız testin sonucunu elimize almadan rahat yoktu bana. Doktorumuzun aracılığı ile Ankara’daki bir uzmanla bağlantı kurduk. İlk muayenede bana gösterdiği ilgi tüm kaygılarımdan kurtulmama yetti: “Her şeyin sağlıklı geliştiği belli, bana güven, binlerce hastam oldu, bazı küçük veriler bile yetiyor teşhis koymamıza, ama biliyorsun ki yüzde yüz emin olmak için bu test şart...” Muayeneden çıktıktan sonra oldukça sakinleşmiştim. Şimdi geriye rahimden sıvı almak kalıyordu. Diyorum ya “Doktorum çok iyi” diye, beni odaya alıp yatırdıklarında yaptığı yatıştırıcı konuşma onun insan psikolojisinden de anladığının kanıtıydı. Amniyosentez için karnıma bir karış uzunluğunda iğne sokulacaktı. İğnenin içime girişini, sıvıyı alışını, hatta bebeğimin hareketlerini hemen yanı başımdaki ekrandan ben de izleyebilecektim. “İğnenin büyüklüğü seni korkutmasın, kalçadan yapılan iğne daha çok acıtır, çocuğa da bir zararı olmaz, sen içini ferah tut. Birlikte başaracağız...”

          İğnenin karnıma yavaş yavaş girişini, rahmime ulaşmasını ve bebeğimin o anda kenara çekilip büzülmesini ben de izledim. Gördüklerimi kelimelerle anlatmak mümkün değil. O kısacık sürede neler düşünmedim ki! Heyecan mı? O an farkında bile değildim heyecanlanıp heyecanlanmadığımın, gördüklerimi algılamakla meşguldüm. Düşünebiliyor musunuz, yavrum, iğneyi fark ediyor ve kenara çekilip kendini korumaya alıyor... Anne olmanın, bebeğini bedeninin en korunaklı yerinde büyütmenin hazzı, mutluluğu, gururu hiçbir şeyle kıyaslanamaz... Bana sorsalar “Dünyadaki en mükemmel, en güzel şey nedir?” diye, ikiletmeden “Anne olmak” derim...

          İğnenin tüpü, rahmimden alınan sıvıyla dolunca doktorum iğneyi yavaş yavaş geri çekti. Bebeğimi görmeliydiniz, iğne dışarı çıktığında o da tekrar çekildiği köşeden çıktı, yeniden şöyle bir özgürce yayıldı yuvasına. Mutluydum, kuş gibi hafiflemiştim; çünkü bebeğim beklediğimiz, vermesi gereken tepkileri veriyordu, her şey yolundaydı, beş ay sonra kucağıma alacağım çocuğum sağlıklıydı. Yine de testin sonucunu merak ediyorduk. Bebeğimin gelişiminde bozukluk var mı yok mu, birkaç saat içinde öğrenecektik. Bu testi yaptırmak için en az üç bin lira para gerekiyordu. Devlet hastanelerinde testi yaptırmak için aylarca sıra bekleniyordu, bizim ne zamanımız ne de bekleyecek sabrımız vardı. En ölümcül vakalarda bile dört-beş ay sonraya gün verildiğini biliyorduk. Düşünebiliyor musunuz, siz, bebeğinizin gelişiminde bir bozukluk var mı yok mu diye öğrenmek istiyorsunuz; ama gerekli süre içinde testi yaptıramıyorsunuz. Diyelim testi yaptırdık, sonuç negatif çıktı ve bebeğin kürtaj yoluyla alınması gerekiyor; ama yasal kürtaj zamanı geçmiş... Şimdi ne olacak? İnanın bu soruları o zaman defalarca sordum? Yanıtını da çok acı verici bir örnekle Ankara’da aldım. Anlatacaklarımı duyunca, “Sakın böyle de tesadüf olmaz” demeyin. İnanın bana anlatacaklarımın eksiği vardır, fazlası yoktur. Hani derler ya “Geç gelen adalet, adalet değildir; geç gelen sağlık hizmeti de sağlık değil!”

          Elimde rahmimden alınan sıvının içinde bulunduğu tüple laboratuvara giderken karmaşık duygular içindeydim. Yüreğimin bir köşesinde o bildik endişeyi hissediyordum. Diyeceksiniz ki, “Hani rahatlamıştın?” İnsanın bir anı bir anını tutmuyor ki, hele anne iseniz, söz konusu olan da karnınızda taşıdığınız yavrunuzsa... Laboratuvarın önüne geldiğimizde hemen kapının yan tarafında otuzlu yaşlarda bir çifti birbirlerine sokulmuş ağlarken gördük. Hıçkırıklarını yutuyorlardı adeta. Belli ki çevrelerini rahatsız etmek istemiyorlardı. Onların bu hâlleri içime dokundu, anında moralim dibe vurdu, yüreğim sıkıştı. Sanki benim başıma bir iş gelmiş gibi endişelendim. Demek ki sonuçları kötü çıkmıştı. Ya benim bebeğimde de ters giden bir şeyler varsa?

          Elimizdeki tüpü içeri vermeyi unutmuş, onları teskin etmeye çalışıyorduk. Tahmin ettiğimiz gibi sonuçları olumsuzmuş, çaresiz kalmışlar, ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Öğlen paydosu olmadan elimizdeki tüpü laboratuvara vermemiz gerekiyordu. Tüpü içeri verip hemen yanlarına geldik. Ereğli’den geldiklerini öğrenince daha bir yakınlaştık. Memleketlerinden birilerini karşılarında görmek onlara da iyi geldi. Bize bakışlarını bir görseydiniz... Böyle anlarda insan nasıl davranacağını bilemiyor. Durup düşünecek zaman yok ki, birden karşılaştığımız bir durum. Neyse ki eşim akıl edebildi de öğlen yemeği için alt kattaki kantine indik birlikte.

          Ne onlar ne de biz bir şey yiyebildik, canımız istemiyordu. Hikâyelerini dinledik. Adam taşeronda çalışıyormuş, evleri köydeymiş. İşe köyden gidip geliyormuş. Kıt kanaat geçinebiliyorlarmış. Geçim sıkıntısı yetmezmiş gibi birde başlarına bu felaket gelmiş. Onları dinledikçe korkmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Sırayla konuşuyorlardı, biri susunca, daha doğrusu sesi düğümlenince diğeri araya giriyordu. Eşinin kaldığı yerden o anlatmaya devam ediyordu, ta ki onunda dudakları titremeye başlayana kadar.

          Onların da ikinci çocuklarıymış, dokuz yaşında bir oğulları varmış. Hamileliğin ilk gününden itibaren doktor kontrollerini hiç ihmal etmemişler. Altıncı aya kadar her şey yolunda gitmiş. Son kontrollerinde bebeğin enfeksiyon kaptığını öğrenmişler. Gün geçtikçe enfeksiyon azalacağına çoğalmış, tüm vücuda yayılmış. Doktor sebebini anlayamamış, birden ortaya çıkmış bir durummuş; “En iyisi siz Ankara’ya gidin, bir de orda baktırın,” demiş. Ereğli’de yaptırdıkları testleri, çektirdikleri filmleri alıp gelmişler. Buradaki uzman doktor muayene etmiş, filmlere bakmış, artık bir şey yapılamayacağını söylemiş. Kürtaj için de çok geç kalındığından normal süre beklenecek, bebek öyle alınacakmış.

          “Düşünebiliyor musunuz, bebeğim karnımda yavaş yavaş ölüme gidecek ve ben bunu bilerek yaşayacağım...” derken kadının hâlini görmeliydiniz, hıçkırarak ağlıyordu. Benim de gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. O an eşimle göz göze geldik, onun da gözleri sulanmıştı...

          “Öleyim daha iyi, bize yaşamak haram, bebeğim ölüyor ve ben çaresizim. Karnımdaki bebeğimi koruyamadıktan sonra...”

          “Karıma bir şey olursa, ben ne yaparım? Karnındayken ölürse anne zehirlenebilirmiş de. ‘Öyleyse alın’ diyorum, ‘Alamayız, kürtaj yasak!” diyor doktor...”

          “Hayır, ben de istemiyorum alınmasını, onun yaşaması gerekir, o ölürse ben nasıl yaşarım?..”

          Kendimi karşımdaki acılı kadının yerine koyuyorum, biliyorum ki eşim de benim gibi düşünüyor, o da kendini babanın yerine koyuyordu. Bir düşünün, içinizde büyüttüğünüz bebek ölmek üzere... Ama sizin elinizden bir şey gelmiyor... Dile kolay, yavrunuz karnınızda ve ölüme gidiyor... Kelimelerle anlatılabilir mi hissedilenler?

          Ağlaşmamız epeyce sürdü. Öğlen arası bitiyordu. Onlara bir de bizim doktorumuzla görüşmelerini önerdik. “Gerekirse muayene etsin, hem benim doktorum hâlden anlayan biri, eminim size en doğru yolu gösterecektir,” dedim. Ne yapalım dercesine birbirlerine baktılar. Bakışlardaki ifadeyi söylemeye dilim varmıyor... Sonra kısık bir sesle, “Ama bizim paramız yok” dedi adam. Bu kez eşimle biz bakıştık. İkimiz aynı anda, “Bir çaresine bakarız” deyip kalktık.

          Doktorumuzun sekreteriyle konuştuk, aslında muayene mümkün değilmiş, sıra doluymuş, ama bir hasta gelemeyeceğini bildirdiğinden onun yerine bizi kabul edebileceklermiş. Randevuyu alınca sıra asıl probleme yani muayene ücretine gelmişti. Eşimle cebimizdeki paraya baktık, yol parasını ayırdıktan sonra kalan paramız muayene ücretinin yarısını anca karşılıyordu. Doktorumuza durumu anlattık; paralarının olmadığını mümkünse yarısını verebileceğimizi söyledik. Doktorumuz önerimizi kabul etti.

          Sonuç yine olumsuzdu, “Yapılabilecek hiçbir şey yok” dedi doktor. Bekleyeceklerdi. Bu süreçte Ereğli’deki kontrolleri ihmal etmemeleri gerektiğini özellikle tembihledi. Annenin sağlığı için gerekliydi bu, bebekten umut yoktu. Doktorum güzel bir konuşma yaptı; genç olduklarını, isterlerse yine çocuk sahibi olabileceklerini, her şeyden önce dokuz yaşındaki oğullarını düşünmeleri gerektiğini söyledi. “Kendinizi bırakırsanız, size bir şey olursa, diğer yavrunuza kim bakacak, onu da düşünmelisiniz,” gibi sözler iyi geldi onlara. Ama benim aklımda hep, ya bebek annenin içinde ölürse, ya anneyi zehirlerse... Sorular, sorular...

          Ankara’da o gün yaşadıklarımız her aklıma geldiğinde kalbimin atışları değişir. Sesimin titremesinden siz de fark ediyorsunuzdur bunu... Hikâyenin sonunu dinleyenler mutlu son diyebilir, ama bence tartışmalı. Belki zamanın o bildik gücüdür bizi bu düşünceye iten. Oysa anne, dokuz ayı tamamlayana kadar her gün bebeğiyle birlikte öldü, acısı gün gün artarak devam etti, işkence gibi... Neymiş kürtaj yasakmış!

          Bebeğimi sağlıklı bir şekilde dünyaya getirdiğimin ikinci ayıydı, kapımızın zili çaldı. Eşim kapıyı açtı; onlar gelmişti, yanlarında oğulları da vardı. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Kucağımda çocukla öylece kalakalmıştım. O anki duygumu anlatamam, bebeğimle onların karşısına çıkmanın mahcubiyetini hissediyordum... Güzel bakışları, beni kendime getirdi, gülümsedim... Elleri doluydu, köyden fındık ve ıhlamur getirmişlerdi. Buyur ettik içeri. Sıkılarak eve girerlerken, “Adam borcumuzu getirdik,” dedi...

 (4 Eylül 2017/AKBÜK)  
 
 


 
 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder